- 513 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Hakikat her zaman mantığa uymaz
Güzel yanaklıma gönderdiğim son mailin üzerinden birkaç gün geçmesine rağmen hala ondan bir yanıt alamamıştım. Sanırım onun hakkında tüm hatırladıklarımı yazmadan bana bir cevap vermeyecekti veya yazdığım kitapların okumadan incelemeden beni aramayacaktı, artık buna emin olmuştum. Kahvemi hazırladıktan sonra tekrar çalışma masama oturarak bilgisayarımı açtım. Gözlerimi usulca kapatarak yıllar öncesine yolculuğa yeniden başladım.
Odamda akşamları gizlice çizdiğim son kara kalem çalışmayı bitirmiş ve akşam yemeğinden sonra matematik defterimin arasına saklayarak kapısını çalmış “Güzel yanaklım istediğiniz çizimi getirdim” demiştim.
Her zamanki o yüzüne yayına masum gülümsemesiyle beni içeri davet etmişti. Annesi salonda önündeki sehpadaki çayını yudumlarken, bisküvisini yiyor diğer taraftan ise televizyondaki diziyi tüm dikkatiyle izliyordu, sanırım benim içeri girdiğimi bile fark etmemişti.
Defterin arasındaki çizimi uzattığımda kalbimin atışları yine hızlanmış ve heyecanlanmıştım, iki gün önce yaşadığım ve kağıda yansıttığım sahneyi yeniden gözlerimde canlandırmaya çalıştım.
Güzel yanaklım okulda nöbetçiydi. Teneffüsten sınıfa dönerken benden depodan bir paket a4 fotokopi kağıdı getirmemi istemişti. Öğretmenler odasına girdiğimde ondan başka kimse yoktu. Masanın önündeki geniş koltukta oturmuş kağıda bir şeyler yazıyordu. Ben tam karşısına geçmiş ayakta bekliyordum, üzerinde beyaz bir gömlek ve sanırım diz hizasında pileli bir etek vardı. Tüm dikkatimle onu izliyordum, bacak, bacak üzerine atarken, saniyenin belki onda biri gibi bir anda içine giydiği beyaz çamaşırı görmüştüm. Birkaç dakika sonra tekrar bir bacak değişimi olmuştu, o an anlamıştım ki bu bir anlık görüntüyü çizmemi istiyor.
Hafif yüzüm kızarmış şekilde “Güzel yanaklım istediğinizi getirdim” dedim. O da almak için elini uzatırken, bacakları biraz daha açılmıştı, bu defa gördüğüm anlık görüntüyü belleğime kazımıştım.
Şu an önümde güzel yanaklımın incelediği kağıtta bu anın görüntüsünü vardı, tabi çizebildiğim kadarıyla.
“Anı yakalamayı, biliyorsun, ben o gün fark etmemişsindir diye düşünmüştüm açıkcası”
Takdir etmesi beni mutlu etmişti. “Hiç aklımdan çıkmıyorsunuz aslında, verdiğiniz kitapları derslerden arta kalan zamanlarda dikkatle okuyorum, öğretmenim”
“Aferin sana, benim esmer kedim olma yolunda hızla ilerliyorsun”
Yeniden yüzüm kızarmıştı, “Teşekkür ederim, bir şey sorabilir miyim?”
“Evet” anlamında başını sallayarak “Dinliyorum” dedi.
“Bana okumak için verdiğiniz kitaplar, burada çalışma odanızdaki kitaplar bakabildiğim kadarıyla hep, edebi, sanatsal, tarihi eserler ama siz bir matematik öğretmenisiniz ve bize rakamları öğretiyorsunuz”
Birkaç saniye suskunluk olmuştu odada “Sanırım kendimle çeliştiğimi düşünüyorsun, aslında öyle değil, çocukluğumdan beri rakamları, matematiği çok severim, aslında bir çok kişinin korktuğu matematik formüllerinin her birisini bir kibrit gibi düşünsen, hepsi kibrit kutusunu doldurmaz. Sadece kendimi, yaşadığım dünyayı, evreni anlama sürecinde, gerçeğe dokunmak yerine gerçeği avuçlamayı istedim. Zamanla rakamların yetersiz kaldığını anladım, bunun yanında sanat ve edebiyatla, tarihle ilgilenmeye başladım.
Niçin gerçeğe dokunmak ister insan? Hiç düşündün mü?”
Birkaç saniye düşündükten sonra ben “Tabi ki onu tanımak için!”
“Evet, aferin sana. Ancak ne kadar çalışırsak çalışalım, karşımızdaki gerçeğin ancak küçük bir bölümünü belki noktasını anlayabiliriz. Bu küçük nokta bile bize yetebilir. Noktayı avucumuzda sıkıca kavrar ve tutarız sonra bütünü anlamak için temaşa etmeye başlarız. Temaşanın kökeninde rüyet vardır. Rüyet ve rüya. Düş yani.
Elimizde sıkıca tuttuğumuz noktanın yanına düşlerimizi de katarak birlikte yürürüz. Evreni anlamaya çalışırız. Anladıkça, tasarımdaki mükemmelliğe şahit oluruz, bu bizi şaşırttıkça kendi hakikatimizi, gerçeğimizi oluştururuz. Ancak hakikat her zaman mantığa uymaz.”
"Evet, ama görebildiğim ve anlayabildiğim kadarıyla, yaşadığımız dünyada bunu yapmak çok zor”
“Haklısın, sorumluluklarımız var, hem de ne olursa olsun yerine getirmek zorunda olduğumuz görevlerimiz var. İnsan olmanın gereği olduğu için sıkıntılarımız var, bir türlü halledemediğimiz ancak görmezden de gelemediğimiz sorunlarımız var. Bunları aşmak içinde sorularımız var, asla sormaktan kaçınamayacağımız sorular. Zaman içinde bizi biz yapan şeyler bunlar. Birde şu var, öğrendikçe, yaşadıkça kafamızda oluşturduğumuz bir dünya, sevgilerimizin de, nefretlerimizin de bir arada harman olup yaşadığı bir dünya.”
Güzel yanaklımın anlattıklarını dikkatle dinleyerek kafamda tartıyordum. “Güzel yanaklım, başta ailem olmak üzere, çevremdeki herkes, okuduğum kitaplar, müzelerdeki binlerce sanat eserini ortaya çıkartan sanatçılar, geçmişten günümüze herkes mükemmelin kendi geçekliğinin peşinde değil mi?”
“Evet, haklısın bana göre fazla mükemmelci olmak insanı asıl gerçeklikten koparır, gerçeğin yüzeyi pütürlü olmalı” Güzel yanaklımın, ne demek istediğini anlamamıştım, anlamadığımı göstermek için hafifçe başımı salladım.
“Nasıl anlatayım, insan kendini mükemmelleştirmek için başkasının yürüdüğü yoldan geçerse, mutlak gerçekliğe ulaşamaz, başkasının yaptığı mükemmelliği seyredersiniz, onu yapanı takdir edersiniz ancak o mükemmelliğin içinde kendinize ait bir yer bulamazsınız, çünkü bizi biz yapan her şey mükemmellik adına başkası tarafından törpülenmiş yok edilmiştir.”
“Bak sana bir örnek göstereyim, demek istediğimi daha iyi anlayacaksın” diyerek yerinden kalkarak tasarım kitaplarının çoğunlukta olduğu raftan bir kitap aldı. Hızla sayfalarını karıştırmaya başladı. “İşte buldum” diyerek bana fotoğraflarla dolu sayfayı açarak kitabı uzattı.
“Soldaki resim Ludwig Wittgenstein’ın, Viyana’da kızkardeşi için tasarladığı ev. Bu evde Wittgenstein kendisi için bir mekan yaratma üzerine sorgulanımlarını nihayete erdirmiş, mimari üzerine tüm öngörüsünü ortaya koymuştur. Evin içinden çekilen resimleri görüyorsun değil mi, hepsi en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş ve tasarlanmış bir yapı. Sadeliği ve geometrik kesinliği her insanı etkisi altına alır. Yalnız evin bir kusuru vardır o kadar mükemmeldir ki, içinde yaşanılmaz ancak müze gibi gezebilirsin."
"Karşı sayfadaki resim ise Wittgenstein’ın Norveç fiyortlarında saklı kulübesidir. Küçük mütevazi ve gözlerden uzak. Denizin kıyısından ama yaşamın tam ortasında.”
“Ne demek istediğinizi şimdi anlıyorum, eğer mükemmele ulaşmaya çalışıyorsak, bunu içinde insan olgusu duygu ve düşüncesi olduğu halde yapmalıyız, İnsanın olmadığı hiçbir düşünce ve yapı ne kadar mükemmel ve kusursuz görünürse görünsün, en büyük kusur mükemmelliğin, kusursuzluğun kendisidir çünkü ruhsuzdur, anlatmak istediği hiçbir şeyi tam olarak sana anlatamaz aktaramaz.”
“Senin bu olgun düşünceni seviyorum” dedikten sonra hafifçe küçük elleriyle başımı okşamış ve odadan çıkmıştı öğretmenim, birkaç dakika sonra geri geldiğinde elindeki birkaç elbiseyi göstererek “yarın hangisini giymemi istersin” diye sormasıyla yine aklımı başımdan aldı.
xesmerkedix.blogspot.com/2012/11/hakikat-her-zaman-mantga-uymaz.html
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.