Bir Aşk, İki Cinayet, Bin Şüphe
BİR AŞK, İKİ CİNAYET, BİN ŞÜPHE
Erica, Chuck’ın tam karşısında duruyordu. Ayaklarının dibine düşmüş, can çekişmekte olan Chuck’ın tam karşısında… Demek böyleydi; can çekmeler, can çekişmelerle son buluyordu. Erica’nın canı çekmişti; aşk istemişti, tutku istemişti. Oysa şu anda karşısında ağzından kan gelen, dudakları morarmaya başlamış, bilincini kaybetmiş birisi; kalbine yakın tenine uzak belki de tenine yakın kendisine uzak biri yerde hareketsiz yatıyordu. Ölmüş müydü? Ölüm bu muydu gerçekten? Erica bağırdı:
-Jonathan, bir şeyler yap! Jonathan acele et!
Ama olan oldu işte. Chuck artık yoktu.
9 AY ÖNCE
-Chuck, hayatım neredesin? Sana bir şey göstermek istiyorum.
-Buradayım Erica, oturma odasında.
-Bırak şu elindeki sıkıcı ekonomi dergisini de yeni şiirimi dinle hayatım. Eminim hoşuna gidecek. Biraz nefes almak kimin hoşuna gitmez ki? Dinle bak!
“Gözlerinin ardına saklanmış kızgın ellerin
Dokunmaktan ürkek tensiz bedenin
Seni yürüdüm kimsesiz çığlıklarda
Üşengeç akşamlarında gözlerinin
Ellerinin rüzgarlarında ısıt beni
Gözlerden uzak ormanların yağmurunda
Islat umarsızca yalnızlık çöllerini
Sis çökmemiş tenlerin dağlarında”
-Nasıl olmuş hayatım yeni şiirim. Beğendin mi?
-Evet çok güzel olmuş.
-Bu kadar mı?
-Evet bu kadar.
Chuck hep böyleydi. Evliliğimizin ilk yıllarında da böyleydi; hâlâ böyle. Düzgün bir işadamı olabilir, saygın bir işi olabilir. Ama ben de insanım. “Seni seviyorum” derken şefkatli bir yanıt istemiyorum artık. Tutku istiyorum, hasret istiyorum, aşk; nefret istiyorum. Bu sıkıcı ilişkiden kurtulmak istiyorum. Jonathan gibi birini istiyorum. Ama Allah’ım ne dedim ben? Jonathan mı? Jonathan gibi bir serseriyi Chuck’la mı kıyasladım? Hem de Chuck’ın bebeğine hamileyken. Ama işte… Ten çağırıyordu kuytularına özlemin. Belki de böyle bir şey istiyorum. Söylediklerimden utanmalıyım. “Din don”
-Hayatım kapıya bakar mısın?
-Tamam.
Dürbünün ucunda Jonathan duruyordu. Uzaktan da olsa, arada kapı da olsa onun gözleriyle benim gözlerim karşı karşıyaydı. Offf, o sadece bir eleman. Chuck’ın onlarca elemanından biri. Saçma şeyler düşünüyorum.
-“Buyur Jonathan, hoş geldin.” Jonathan sanki düşündüklerimi hissetmiş gibi imalı bir bakış attı bana. Dayanamadım. Kulağına fısıldayarak:
-“Jonathan, yarın 12:00’da Portakal Çay Bahçesinde ol.” diyebildim. Ona bu kadar yakınlaşınca nefesim kesildi. Jonathan içeri girdi ve bütün akşam iş konuştular. Chuck zaten başka bir şeyden anlamazdı. İş, iş ve yine iş… Bense mutfakta çay hazırlarken zamanın nasıl geçtiğini anlamadım ve kendimi Jonathan için aynanın karşısında hazırlanırken buldum. Saat tam 11:00’dı. Artık evden çıkmalıydım. Günah çağırıyordu. Günah beklemez ne de olsa. “Hayır, gitmemeliyim. Chuck’ı düşünmeliyim. Olmaz. Bu böyle devam edemez! Ne istiyorum ben? Ne yapabilirim? Hiçbir şey ve yine hiçbir şey. Şairlik? Saçmalık! Edebiyat? Yeterince yaptım. Tutku, aşk? Bunlar için kendimi çok yaşlı hissediyorum. Ama yaşamak istiyorum. Gideceğim.
Ayaklarımın beni buraya nasıl getirdiğini bilmiyorum. Artık Jonathan’la gizli gizli buluşuyorduk. Birbirimizi anlıyorduk, hissediyorduk. Bunu yapmalıydım. Çünkü hayat bütün insanlara aynı güleryüzü göstermez, aynı şansı tanımaz; şansınızı, mutluluğunuzu çalın hayattan. Benim gibi. Jonathan yanımdaydı ve mutluydum.
-Jonathan, sana bir şey göstermek istiyorum. Yeni şiirimden bir dize.
“Sen diyeydi iç çekişlerim, sanaydı bütün uhdelerim.” Nasıl? Dur, dur. Bu da başka bir bölümü:
“Ten çekercesine çıplak kaldım susuzluğuna
aynı dilde özledim sensizliği ve sensizliğine kapıldım ellerinin
Nefes alırcasına muhtaçlığına
Özlemek kadar tanıdık, unutmak kadar aciz
Beklemek kadar sebepsiz, istemek kadar aptalca bedensizliğine
ruh olmak”
-Oh Erica, en az senin kadar güzel ve cüretkar bu dizeler.
Derken ilişkimiz iyice ilerledi. Aramızda tek bir engel vardı: Chuck. Ondan kurtulmalıydık. Jonathan’la bir plan yaptık. Evet yaptık. Hem paraya ihtiyacımız vardı hem de birbirimize. Chuck aramızda olmamalıydı. Aynı filmlerdeki gibi yaptık planı. Chuck eve gelince Jonathan onu vurdu. Cüzdanını ve saatini aldı. Birkaç değerli eşya aldık evden. Evi dağıttık. Hırsız girmiş gibi gösterdik. Ben, yani evin saf hanımefendisi eve girip kocasını öyle görünce, yerde kanlar içinde şoka girdim. Zavallı ben. Polise aynen böyle oldu dedik ve Chuck’tan kurtulduk. Gerçekten bitti mi? Nasıl başlamıştı? Doğru Anjelik sayesinde. O gün radyoya bağlandığımda tutkularımın peşinden gitmem için beni yüreklendirmeseydi bugün Jonathan’la aramda hiçbir şey yoktu ve o sıkıcı hayatına devam eden, bunalımda bir kadın olarak yaşıyor olacaktım. Sağ ol Anjelik. Bilmeden de olsa beni yeniden yaşattığın için. Jonathan ve ben. Biz. Yalnız değiliz; yanlış da.
15 YIL SONRA
Yine mi uyandım? Hâlâ mı yaşıyorum? Anthony nerede? Biricik oğlum Anthony? Babasını hiç göremeyen oğlum Anthony. Chuck nerede? Ah Chuck! Özür dilerim aşkım. Jonathan’ın beni bu halimde bırakıp gideceğini nereden bilebilirdim? Beni hiç sevmediğini, kullandığını nereden bilebilirdim. “Seni seviyorum” derken bencildi ne de olsa 1. tekil şahıs ve özlemine sarıp sessizliğin doruklarında sensizleşen günlere yollamıştı hasretini 3.tekil şahıs… Ah Chcuk! Her şeyi bırakıp gitmek istiyorum. Anlıyor musun? Mutlu insanların öyküsü olmaz Chuck. Benim gibi. Bir sensizliğimi yazamam şimdi bir de yüzüme teyellenmiş gülüşlerimi. Yokluğunda anladım: “Sen de sensizliğe dahilmişsin.” Seni yazdım öksüz akşamlara, seni özledim tek heceli terk edişlerde. Chuck seni çok özledim. Özür dilerim. Che:” Herkes düşlerinin büyüklüğü kadar özgürdür.” diyordu. Ben de sadece yeni düşler istedim, yeni düşüşler aldım; yere düşüşler… Chuck bugün bitecek ve yanına geleceğim. Anthony’i okula götürmeliyim önce.
Götürdüm ve geldim aşkım. Yine başladık; yine kalabalık yine yalnızlık. Bir ben varım şimdi bir de ben. Sana bir yalnızlığı anlatamam şimdi bir de sensizliği. Soyundum yine yağmurlu gecelerine, yine sığındım karanlık hecelerine hayatın. Anthony, hoşça kal ve beni affet. Fedakar bir anne olamadığım için. Sana iyi bakamadığım için. Seni babasız büyüttüğüm için. İyi bir anne olamadığım için. Anne olamadığım için. Ağlamak için çok yaşlıyım; aynı zamanda yalnız ve yanlışım.
Zaman yine zaman. Devir yine devir; ama ikisi de piçliğe gebe, yeni hayatlara, yine hüzünlere… Ve zaman aslında koca bir hiçe gebe. Sana tek tavsiyem Anthony: “Şüphe tek gerçektir bazen.” Sana bir şüphelerimi bırakıyorum bir de hayallerimi… Yani sana koca bir hayat bırakıyorum. Shakespeare’in dediği gibi: “Herkesi sev, azına güven. Haksızlık etme hiç kimseye, kaba güçle değil zekanla çık düşmanının karşısına. Kendininmiş gibi savun dostunun hayatını, gevezeliğin için değil suskunluğun için kızsınlar sana.” Hoşça kal Anthony. Merhaba Chuck.
5 YIL SONRA
Martha Jonathan’dan sunumunu toplantı odasına götürmesini istedi. Toplantı başladı; ama Martha gecikince sunumu Jonathan yaptı ve patronun gözüne girip terfi aldı. Martha buna çok sinirlendi ve Jonathan’dan bunu düzeltmesini istese de tabii ki Jonathan düzeltmedi. Önü açılan Jonathan bir ay içerisinde genel müdür yardımcılığına geldi.
-Shane, bu Jonathan’ı öldüreceğim. Benim projemi çalarak geldiği yere bak.
-Sen sakin ol hayatım. Ben halledeceğim. İş çıkışı konuşurum Jonathan’la.
- Jonathan, seninle konuşabilir miyim?
- Çabuk ol, işim var.
-Müdüre Martha’nın projesini çaldığını söyleyeckesin.
-Eeee, başka?
-Dalga geçme!
-Söylemeyeceğim. Ne yapacaksın?
-Öldürürüm seni salak. Anladın mı?
-Tabii tabii.
-Peki kuş beyinli. Bundan sonra arkanı kollayarak dolaş. Taksiye binerken, evine girerken… Nefesimi ensende hissedeceksin.
Jonathan’ın canı sıkılmıştı bu ölüm tehditlerine. Zaten her gün binlercesini alıyordu iş sayesinde. Arabasına doğru ilerledi. Güzelim arabanın çizildiğini fark edince güvenlik görevlisi George’u çağırdı.
-Sen ne işe yarıyorsun burada. Bu arabanın boyası senin aylığından daha çok gerizekalı. Seni işten attıracağım.
-“Aman, yapmayım beyim. Büyük oğlum üniversitede okuyor. Nasıl geçiniriz biz. Lütfen affedin. Karım hasta, çalışamıyorum. Yalvarırım yapmayın.”
Bunlar Jonathan’ın umurunda olmadı. Ertesi gün George kovulduğunu öğrendi. Durumu çok kötüydü. Ayrılırken arkadaşlarına: “Bunun bedelini ödeteceğim o zengin züppeye.” diyebildi. Ve ertesi gün Jonathan’ın masasında isimsiz bir mektup vardı. İçinde “Seni öldüreceğim. Ama öyle çabuk değil; yavaş yavaş. Önce üzerince küçük çizikle açacağım; sonra büyük. Aortuna mesela. Bir araştır bakalım saniyede ne kadar kan pompalıyormuş! Ama olmaz çabuk ölürsün öyle.”
-“Jonathan Bey, çay getirdim.” dedi tiz sesiyle Homer. Jonathan çileden çıktı. Korkmuştu zaten. “Git başımdan” dedi ve sinirini Homer’dan çıkardı gene. Hep öyle yapardı zaten. Homer çay ocağına gelince ağlamaya başladı. Her gün yok yere azarlanmaktan, insan içinde utandırılmaktan, çocuk gibi davranılmasından bıkmıştı. “Öldüreceğim seni Jonathan” dedi ağlarken. Acı en iyi ağlarken belli olurdu zaten. Ve her sabah isimsiz mektuplar gelmeye devam etti. Ölüm mektupları… Öldürülme mektupları… İş çıkışı taksiye bindi Jonathan. Malum olaydan sonra taksiye biniyordu artık. Her gün aynı taksici gelirdi. 20’li yaşlarda, babasını erken kaybetmiş, yakın zamanda annesi intihar etmiş, o da okuyamamış bir taksici.
-Merhaba.
-Merhaba efendim.
-Eve gidelim.
-Tabii efendim.
Taksicide bugün bir gariplik vardı. Belki de Jonathan’a öyle gelmişti. Ne de olsa her gün Shane, George, Homer, Martha’dan ölüm tehditleri alıyordu. Psikolojisi iyice bozulmuştu. Paranoyak gibiydi.
21.03.1998
“Ünlü bir şirketin genel müdür yardımcısı evinde ölü bulundu. Kafası ezilerek hunharca katledilen iş adamının birçok düşmanının olduğu öğrenildi. Daha önce…” manşetler böyleydi. Ölüm vardı manşetlerde. Jonathan ölmüştü. Öldürülmüştü. Ama unutulan bir şey var: İnsan en çok kendisini öldürür. İnsan önce kendisini öldürür…
1 GÜN ÖNCE
Jonathan taksiden inerken sendeledi. Taksici onu evine kadar çıkardı. İçeri sokunca da taksiciye –adını daha önce sormayı tenezzül etmediği taksiciye- adını sordu. Taksicinin gözü dönmüş gibiydi. Bir şey oldu sanki. Eline geçirdiği bir eşyayla saldırdı Jonathan’a. Adım Anthony dedi kafasını ezerken. Ama nasıl olabilirdi? Anthony hiç tanımıyordu Jonathan ‘ı. Babasını öldürdüğünü bilmiyordu. Nasıl bilebilirdi?Annesinin karnındaydı o zamanlar. bEn söyleyeyim: Anne karnında da olsa insan hissedebilir böyle şeyleri. Anthony de bu yüzden hiç tanımadığı birine sinirlendi. İçinde hissettiği şeyler yüzünden. Unutmayın bir insan –cenin de olsa 50 yaşında da olsa- ona ne söylediğinizi unutabilir, yargılamalarınızı göz ardı edebilir, sinirlenmelerinizi bağışlayabilir; ama ona ne hissettirdiğinizi asla unutmaz. Ben kim miyim?
Ben ötekiyim. Yargıladığınız her şeyim. Affetmediğiniz her şey. Günahınız, aşkınız, tutkunuz, nefretiniz. Ben yanlışınız, karanlık heceleriniz, inanmak istemedikleriniz, vazgeçemedikleriniz, vazgeçtikleriniz, unuttuklarınızım. Ben hastalıklı bir ruh, cahil bir köle, işçi bir zenci, kalbe demir atmış ten, hüzne bulanmış bir tutam his… Ben bana hissettirdiklerinizi unutmayanım. Ben yalnız taraflarınızım, yanlış taraflarınız… Ben hiçbirinizim…Yani aslında ben hepinizim… Hepiniz kadar oynuyorum rolümü, hepiniziniz repliğini çalıyorum. Hepiniz kadar masum, hepiniz kadar cani… Hepiniz gibi insan, hepiniz gibi vahşi…Ben sizin öteki yüzünüzüm. Hepinizim…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.