- 561 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Nasıl Yani?
Bedenim kalkalı yaklaşık bir saat oldu ama henüz gözüm tam anlamıyla açılmış değil. Bedenim kalk gidelim diyor; gözüm duymaktan çok ırak. Göz duysun diye yapılmamış ki neden duysun? Kulak nasıl görmüyorsa göz de duymuyor söyleneni. Tüm organlarımla yatak keyfindeyiz. Fakat kulak duyuyor ben bu saçmalıkları düşünürken çalan telefon zırıltısını.
Açıyorum telefonu, çok heyecanlı ve coşkulu bir sesle bir şeyler zevzekleniyor gene mucit Derya. Ne var lan Derya sabah sabah? Ney? Ne buluşu? Nerden buldun, nasıl buldun? Hadi be! Sen mi buldun? Nereye geliyim? Ne işimiz var kızım orada? Tamam, şimdi mi? Geliyorum. Tamam çıkıyorum, hadi görüşürüz.
Ben çorabımın diğer tekini bulamazken Derya manyağı bu kadar buluşu nasıl buluyor anlamıyorum! Hemen hemen her gün birlikteyiz, aynı oksijeni tüketiyoruz, onun beynine giden oksijen içerde ne oluyor bilmiyorum ama ona olanın bana olmadığı kesin. Ben, her insan gibi normal tepkiler veriyorum; manyaklık onda. En son benim hiç ilgim olmayan iz yapmayan mandal buluşu vardı; gayet güzel bir buluş, git patentini al; sat mandalcılara.
Satma derdi yok Mucit Derya’nın, o bulucu.
Zaman makinesini bulmuş. Bulur mu bulur bu manyak Derya! Tamam, buldun neden beni arıyorsun? Git patent enstitüsüne al patentini, sat okyanus aşırı ülkelere, koy cebine milyon dolarları, hatta cebin almaz o kadar parayı, koy bankaya. Bankanın koyulası yeri çok, ne kadar çok koyarsan koy “Yerimiz yok.” denmiyor. Hatta bu koymadan ciddi bir zevk alıyorlar, olmayan dolarlarımı kodumunun bankaları.
Gidiyorum Mucit Derya’nın babasının gereksiz büyüklükteki araba tamircisine, heyecanla karşılıyor beni. Ben bende değilim kafam halen tam ayıkmamış. Gel çabuk, diyerek çekiştiriyor beni arka tarafa doğru. Zaman makinesi çarşaflanmış şekilde karşımda duruyor, mucit Derya sırıtarak hızla açıyor çarşafı, zaman makinesi karşımda çırılçıplak kalıyor. Asansörün yatay haline benzeyen koyu grimsi metal bir alet gözümlüyorum. Mucit Derya, elindeki kumandanın bir yerlerine basıyor; statik haldeki alet, birden devinim kazanarak birtakım sesler çıkarıyor. Tırsarak bir adım geri atıyorum. N’oluyor ulan manyak Derya açıklasana.
Zaman makinesini şaha kalkıp kapısı açılıyor: “Korkma gel bir deneme turu atalım.” diyor. Sen git manyak Derya daha benim kafam ayılmamış sen beni moleküllere ayırıp, bilmem nereye götürüp moleküllerimi birleştirmekten bahsediyorsun. Manikür, pedikür olsa seve seve gelirim, seni mi kırıcam. Ama moleküllerle şaka olmaz!
Ya birleştiremezsen? Ayrıca bu aletin kaskosu var mı? Bu aleti kullanmak için ehliyet gereksinimi yok mu? Muayenesini yaptırdın mı? Ya polis çevirirse?
Polis çevirirse böyle bir yönetmelik yok bağlayamaz zaman makinesini, diyerek bilmiş bilmiş konuşuyor sanki daha önce başına gelmiş gibi.
Ya bağlarsa…
Çok güzel gülüyor. Bu bir cevap değil ki diyorum ama kime diyorum? Hastayım ben bu kıza, o makine cehennemin körüne gitse giderim körü körüne de daha ilan-ı aşk etmemişim. O edilmemiş ilan-ı aşka bir cevap vermiş değil. İlan-ı aşk etsem, 0 da aşkımı kabul etse aşk uğruna gideceğim, bu şekilde boku bokuna gitmek çok boktan.
Ayrıca nereye gidilecek? Gidip de dönmemek, gelmek isteyip gelememek var.
Kız kısmından mucit mi olur Derya? Gel bi kahvaltı yapalım, sahilde martıları seyredelim, boğazdan geçen gemicikleri dikizleyelim, geçmiş geçmişte kalmış boş ver biz bugünü yaşayalım, diyorum.
Geliyor musun? Gelmiyor musun, diyerek dikiyor gözünü gözüme. Gidelim ama nereye gidiyoruz diyorum. Makinenin gidilecek yer ayarı olmadığını ama geri dön tuşunun mevcut olduğunu öğreniyorum. Basıyorsun düğmeye kısmet neresiyse, gidiş nereye belli değil; ama geri tuşuna bastın mı dönüyorsun mucit Derya’nın babasının gereksiz büyüklükteki araba tamirhanesine.
Ya dönemezsek; dönülmez akşamın ufkunda benimle evlenir misin? Diyorum birden.
Gözlerini hafif kapayarak bana doğru yaklaşıyor, dudaklarını dudaklarıma kondurarak: “Evlenirim.” diyor.
Birden motive olup: “Olur gidelim o zaman bir nevi ön balayı yaparız.” diyorum. Giriyoruz tabutumsu asansör kılıklı zaman makinesinin içine. Yan yana ilk yolculuğumuza çıkıyoruz, eli elime değiyor… İlk kez ışınlanmanın heyecanıyla tutuyorum elini… O’da tutturuyor elini elime… Basıyor uzaktan kumandanın soldan ikinci tuşuna, demek ikinci tuş ışınlanmak için. Işın freni tuşu hangisi bilmiyorum. Işınlanıyoruz zaman makinesi ile hangi zamana gittiğimizi bilmeden. Olsun eli elimde giderim ben her yere.
Hafif sallantıyla duruyor zaman makinesi. Geldik, diyor Aşkım mucit Derya. Nereye geldik ki, diyorum. Bilmiyorum şimdi anlarız, diyerek basıyor kumandanın soldan üçüncü tuşuna; açılıyor kapı iki yana, eli elimde hala. Demek soldan üçüncü tuş otomatik kapı açma tuşu. Kapı açılır açılmaz gözlerimiz büyüyor; n’oluyor diyemeden kim olduğunu bilmediğimiz kişiler tarafından derdest edilip, kim olduğumuz soruluyor. Biz dostuz siz kimsiniz, diye soruyorum. Burada soruları biz sorarız, diyor kafası sarıklı esmer adam. Polis teşkilatından mısınız? CIA’den misiniz? FBI ajanı mısınız? Mastermind yarışma programında mıyız? Neden hep siz soruyorsunuz bir siz sorun, bir biz soralım, diyerek etrafı kesmekteyim. Neredeyiz diye bir ipucu arıyorum. Ben ipin ucunu ararken ipin tamamı getirerek ellerimiz bağlanarak zindana atılıyoruz. İpin ucu elimde gözle görülüyor ama el mahkûm!
Zindan girişinde Welcome To Alamut yazıyor. Hay ben böyle makinenin mi desem böyle aşkın ızdırabına mı sövsem, I dont know! Aşkımız başlamadan bitecek mucit Derya’nın salak makinesi yüzünden. Hem bu tarih de neden Amerikanca yazıyor koskoca Hasan Sabbah’ın Alamut Kalesi’nde ?
Sen nerede olduğumuzu biliyor musun, diye soruyor aşkım mucit Derya. Biliyorum tabi aşkım Derya, burası senin salak makinenin bizi getirmesi gereken en son yer! Şu an Alamut Kalesi zindanındayız bu kalenin sahibi Hasan Sabbah, dünyanın ilk terör örgütü lideri ve tarihin ilk suikastçısı da denebilir. Kalenin arka bölümünde yapay bir cenneti var, askerlerinden bazılarını bu cennete götürüp geri getirerek tanrıcılık oynuyor.
Benim ağzımda zor tuttuğumu Aşkım Derya: “Hassiktir ya!” diyerek dillendiriyor. O söyler ben durur muyum: “Hem de ne hassiktir!” diyorum.
Başı sarıklı başka bir tip geliyor; Seyduna sizi görmek istiyor, diyor. Seyduna kim, diyor Aşkım Mucit Derya, Hasan Sabbah’ın ta kendisi, diyorum ama sesim ona ulaşacak tondan çok uzak; ses sonradan dublaj esnasında konulacakmış gibi sadece ağzım oynuyor ses yok.
Çıkıyoruz Hasan Sabbah’ın huzuruna… Romansal anlatımlardaki gibi boylu poslu, sakallı ve bi o kadar itici bir tip: “Kızı arka tarafa alın!” diye buyuruyor. Bildiğim kadarıyla arka taraf cariyelerin olduğu bölüm! Yani aşkım Derya cariyeliğe doğru ilk adımlarını atmakta. Ne ben bir şey diyebiliyorum ne Aşkım Derya. Aşkımız başlamadan bitiyor.
Kimsin sen? Ne işin var burada? Bu aletle nasıl girebildiniz benim kalemin bahçesine? Selçuklu Devleti tarafından mı gönderildiniz? Nizamülmülk mü gönderdi sizi buraya, gibi benzeri soruları peş peşe sormaya başlayınca ben de her şeyi bir bir anlatmaya başlıyorum.
Sabah aşkım mucit Derya aradı, babasının gereksiz büyüklükteki araba tamirhanesine gelmemi söyledi. Mucit derya zaman makinesi icat ettiğini, kısa bir tur yapıp denememiz gerektiğini söyleyip gelip gelmeyeceğimi sordu, sormakla kalmadı gözünü gözüme dikti. O zamana kadar sadece mucit Derya’ydı benim için, sonra ben ona birden bire evlenme teklif ettim O’da kabul ederek beni dudağımdan öpünce beyinsel algım mucit Derya’nın unvanını değiştirerek aşkım mucit Derya olarak kaydetti. Ben de bu kısa git gel turistik deneme turunu kabul ettim. Pasaport yok vize derdi yok neden kabul etmiyorum ki, dedim. Bindik zaman makinesine, soldan ikinci tuşa bastı Aşkım mucit Derya; nereye gittiğimizi bilemeden ışınlandık. Sonra geldik diyerek soldan üçüncü tuşa bastı kapılar açıldı, senin sarıklı askerlerin bize bir sürü sorarak bunalttı ben de kendilerine sorular sordum ama hiç cevap alamadım, sonra bizi derdest edip “Welcome To Alamut” yazan zindana attılar sonra da diğer kafası sarıklı kara kuru bir askeriniz bizi buraya getirdi. En kötüsü de: siz, En kötüsü de, siz Seyduna Hazretleri aşkım mucit Derya’yı benden alıp henüz staj aşamasındaki aşkımızı bitirdiniz, dedim.
Arabayı, tamirhaneyi, zaman makinesini, pasaportu, vizeyi, ışınlanmayı, soldan ikinci ve üçüncü tuşun ne anlamlara geldiğini sordu.
Arabanın atlı arabanın gelişmiş hali olduğunu ve ata gereksinim duymadan giden tekerlekli bir alet olduğunu söyledim. Tekerlek nedir, diye sordu. Tekerleği kim icat etti tam olarak bilinmiyor, diyerek diğer soruya geçip tamirhanenin bir nevi nalbant olduğunu, zaman makinesinin mucit Derya’nın icadı olduğunu ona sorması gerektiğini, pasaportun, adının soyadının yazdığı gereksiz bir şey olduğunu, vizenin izin belgesi olduğunu, ışınlanmanın da mumyalanmak olduğunu söyledim.
Hasan Sabbah gülmeye başladı ve “Çözün şunun ellerini.” buyurdu sarık kafalı askerine; ellerim çözüldü “Şarap içer misin?” diye sordu “İçerim!” dedim. Elimle birlikte dilim de baya çözüldü, ya da dilim çözüldüğü için elim çözülmüş de olabilir. Zaten aşkımı kaybetmişim ve büyük ihtimal öldürüleceğim kasacak bir şey yok, doldur içelim, diyerek patlattım bir dörtlük Hayyam’dan:
“Ben olmayınca bu güller, bu serviler yok.
Kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok.
Sabahlar, akşamlar, sevinçler tasalar yok.
Ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok.”
Hayyam mı gönderdi seni buraya nereden biliyorsun sen Hayyam’ın şiirlerini, diye sorunca “Hayyam’ı tüm dünya tanır ben 2013 den geliyorum, tüm şiirlerini okudum” desem de ne Hasan ne Sabbah inandı benim dokuz yüz yıl sonrasından geldiğime. Sarık kafalı askerini çağırarak “Ömer Hayyam’a gidin, benim çağırdığımı söyleyin ve alın getirin buraya” diye buyurdu. Sarık kafa emri yerine getirmeye giderken ben Hasan Sabbah’ın misafiri olarak bir odaya nakledildim. Akşam yemeğini hep birlikte yenilecek ama saat kaçta yenilecek bilinmiyor. Saat kavramı yok henüz, icat edilmiş değil ki kavramı oluşsun. Benim kolumda saat var ama tek bende olunca bir işe yaramıyor. Ayrıca saatin takvimi de var ve salak saat 2013 yılını gösteriyor. Şimdi dokuz yüz yıl geri alsam çok uzun sürecek diye çıkarıp atıyorum Alamut Kalesi’nde bir boka yaramayan saatimi.
Akşama doğru çağrılıyorum Seyduna tarafından…
Sarık kafalı Seyduna askeri önde ben arkada gidiyoruz… İki kat merdiven çıkıyor, bir uzun koridor geçiyoruz, oradan bir kat merdiven inip mahzenimsi bir yere geliyoruz. Ahşap açık bir kapıdan Hasan Sabbah ve Ömer Hayyam’ı görüyorum yer sofrasında. Tanıştırılıyorum Seyduna tarafından hayran olduğum Ömer Hayyam’la, O konuşuyor, ağzım açık dinliyorum. Masada Hayyam var, yemek yemeğe ne gerek var.
Hayyam’ın yanında çekiyoruz şarabı, sevecek Arap yok! Ömer Hayyam’ın şiirlerinden birkaç dörtlük söylüyorum. Hayyam: “Ben yazmadım bunları.” diyor. O zaman uyanıyorum ki henüz yazmamış daha bu şiirleri. Onun henüz yazmadığı birkaç şiiri kendi şiirim gibi okuyorum Hayyam’a. Şiirlerimin kendi şiirlerine çok yakın olduğunu söyleyerek beni kendine çok yakın buluyor.
Hasan Sabbah da seviyor beni ama şüpheleniyor da aynı zamanda, çözmeye çalışıyor benim kim olduğumu. Sonra olay Hasan Sabbah’ın sahte cennet olayına geliyor. Demek cennet projesi gerçekleştirilmiş bu tarihte. Tabi sahte olduğunu söylemiyor ve istersem beni cennete gönderip geri getirebileceğini söylüyor. Ben biliyorum bu numarayı, boru değil 2013’ten geliyorum ve Türk’üm! Üstüne üstlük Kapalıçarşılıyım. Ayrıca bir sürü kitap okumuşluğum da var bu konuyla ilgili.
Hadi be diyorum!
Gitmek ister misin, diye soruyor “İsterim.” diyorum. Al şunu yut diye bir hap veriyor alıyorum hapı şarapla birlikte içer gibi yapıp içmiyorum uyku getiren uyuşturucu ilacını fakat bir süre sonra uyur sızar bir pozisyona gelip uzanıyorum yere. Sarıklı Seyduna askerlerini çağırıp beni Alamut Kalesi’nin hiç kimsenin bilmediği arka bahçesine götürüp huri rolündeki kızların yanına usulca koyuyorlar ve ben uyur rolüme devam ederken nasıl bir yere getirildiğimi çok merak ediyorum.
Açıyorum gözlerimi bir süre sonra, bir sürü huri cıbıl cıbıl başımda bana bakıyor, elleri vücudumda geziyor, hafiften gülüşüyorlar ben de onlara şaşkınlıkla bakıyorum yavaş yavaş soyuyorlar beni. Bu kadarını beklemiyordum. Cibinlikli bir tülden çadırımsı bir şey yapılmış onun içindeyiz. Bir taraftan etrafı kesiyorum dekor muhteşem, her şey düşünülmüş bu yapay cennette, kuşlar cik cikliyor, suni bir dere var şırıl şırıl akıyor, tropikal meyve ağaçları mevcut.
Derya nerede acaba?
Benim en çok ilgimi cıbıl huriler çekiyor “İçer misin yakışıklı” diyerek dolduruyorlar kadehimi şarapla, içmez miyim! Neden içmeyeyim ki? Oynaşıyor öpüşüyoruz ama bu şarap da farklı bir şey var, ağırlaşıyor tüm vücudum uykum geliyor ve hiçbir şey yapamadan sızıyorum cıbıl hurilerin arasında.
Ben uyurken telefonum çalıyor. Nasıl çalabiliyor ki? Telefon 1876 yılında icad edildi ben 1,100’lü yıllardayım, hatta daha Alexander Graham Bell’in büyük büyük dedesi bile doğmuş değil. Peki, benim telefonum Alamut Kalesi’nin cennet bölümünde nasıl çalabiliyor? Turkcell buraya baz istasyonu mu kurmuş. Ayrıca çalan cep telefonum ve İlk cep telefonunu 1973’te Michael Cooper çalıştığı Motorola tarafından bulundu diye biliyorum ben. Yoksa ilk cep telefonu Hasan Sabbah buldu da Michael Cooper ondan mı arakladı?
Telefon zırlamaya devam ediyor.
Buluyorum el yordamıyla cep telefonumu, aloluyorum hafif gözümü açarak ve Aşkım mücit Derya’nın sesiyle zıplıyorum yataktan. Nerden arıyorsun? Nasıl arıyorsun diyorum. Gözlerim iyice açılıyor kendi evimde kendi yatak odamdayım Hayyam yok Hasan yok. Sadece sabah var.
Mucit Derya telefonun diğer ucundan zevzekleniyor.
Ne var lan Derya diyorum sabah sabah.
Acil babamın tamirhanesinde gel sana bir şey göstereceğim diyor!
Nasıl yani?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.