- 701 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Şiirin Lisanı 2
Şiirin Lisanı 2
ZOR TEKELLüM
Esinti istersen her bir sanattan
Sar’da, sur’da, sır’da, ser’de mâna var.
Bir ilham beklersen edebiyattan
Nâr’da, nûr’da, yâr’da, ter’de mâna var.
Ebî baba, ümmî ana, ahi kardeştir
Maddenin aslı dört, ciheti şeştir.
Dâr mekân, gor mezar, har da ateştir
Pür’de, pîr’de, şîr’de zer’de mâna var.
Mâna çoktur bir kısmıdır sayılan
Cüz’ ilimdir yere göğe yayılan
Der kapıdır, ğar mağara, mar yılan
Mîr’de, mor’da, tîr’de, yer’de mâna var.
Âşık Cinasî’yim, yorgunum ama
Meydana çıkınca bakmam arkama.
Kar yağıştır, kâr ticaret, kör âma
Var’da, tur’da, mur’da, fer’de mâna var.
Ekrem Yalbuz ( Âşık Cinâsî)
Tekellüm: Söyleme, konuşma…
Şaire gelen ilham inancıyla sıkı bir ilişki içindedir. Şair, kâinatın nasıl var edilişini tefekkür etse bile feyz yoluyla kalbe gelen özel anlam ve bilgi, belirli kelimelerle dile nüfuz eder. Kontrolü olmayan sübjektif bir niteliktedirler. Ancak şair, bunları ayıklayarak
Zihninde canlandırır. Tıpkı Sayın Cinâsî Üstadın bu şiirinde olduğu gibi aliterasyon ve asonanslarla birbiri ardına aynı kökten kafiyelerle suyun akışına hız verilir.
’Sar’da, sur’da, sır’da, ser’de mâna var.’diyerek kelimeleri konuşturur. ’ Sur: Kale duvarı
Sır: ketumiyet, Ağzı sıkılık, açmazlık, ketumluk.
İçinde tuttuğun sır, ağzından çıkana kadar senin kölendir. Ancak ağzından çıktığı ve başka birisine söylediğin andan itibaren sen onun kölesi olursun.” Hazreti Ali
İki kişinin bildiği sır olmaz.
Sırlar vardır, insanın kalbini sıkıştırır, beynini kemirir, ona acı verir, ama hiç kimseye söyleyemez, çünkü o sakladığı sır onun veya başkasının iyiliğine yarayacak bir şey değildir.
Tüm bu düşünceleri belli sıraya koymak aralarında bağlantı kurmak için olağanüstü bir çaba gerektirir. Saatlerce, günlerce... düğümler tek tek çözülür.
Nâr’da, nûr’da, yâr’da, ter’de mâna var.
Şair, ’ter/de mâna var’diyerek çalışmanın ve düşünmenin boşuna olmadığı zinde ve sağlıklı bir ruh/a işaret eder..’
Nâr: hareretli ateş bir nev-i cehenneme işaret eder. Nûr’un ise aydınlatıcı özelliği var. Cenab-ı Hak, Furkan suresinin 70. âyetinde buyuruyor ki: “Ancak tevbe ve iman edip iyi davranışta bulunanlar başkadır; Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.”
“Sadâkatle tövbe nâr’ı nur’a, cezayı mükâfata döndürür. Günümüzde insan kendi cehennemini ne yazık ki kendi inşa ediyor. Hırsızlık,yalan, gıybet, kibir, haset,.... gibi kötü unsurları hiç çekinmedin diline ve kalbine mihmân ediyor. Kalbini karanlıktan arındıran işte o mühim kelâm yâr’dır. Gerçek ’Yâr’ insana rahmet pınarlarını sonuna kadar açar. Yeter ki insan kalben ona yönelsin. Tüm bu düşünceler salim bir akıl ile intizama konulur.
’Ebî baba, ümmî ana, ahi kardeştir’ kelimeler arapçadır ve ebî: baba, ümmî: ana, ahi: kardeş demektir.
’Maddenin aslı dört, ciheti şeştir.’Doğada dört tür madde vardır. Hava, toprak, ateş ve su’dur.Yunus Emre ’ Risaletü’n-Nushiye’adlı eserinde bu dört unsurdan bahseder. Ciheti şeş: Altı cihet demektir. Saidi Nursi’ye göre bunlar: Sağ cihet: Bu cihetten maksat, geçmiş zamandır. Sol cihet: Yani, gelecek zaman ciheti. Üst cihet: Yani, semâvât ciheti. Alt cihet: Yani, arz âlemi ciheti. Ön cihet: ileri ciheti. Arka cihet: Yani geriden gelenler ciheti. Cihet Kur’ân-ı Kerîm’de yer almamakla birlikte aynı kökten türeyen ve “yön” mânasına gelen viche kelimesi (el-Bakara 2/148) yanında fevk (üst), taht (alt), emâm (ön), half (arka), yemîn (sağ) ve şimal (sol) kelimeleri de geçmektedir (bk. M. F. Abdülbâkî, Mucem, ilgili kelimeler) Aynı kelimeler hadislerde de kullanılmıştır. Cihet kavramı, kelâm ilminin teşekkül etmeye başladığı hicrî II. asırdan itibaren Allah’ın yaratıklara benzetilmekten tenzihiyle ilgili tartışmalar sırasında gündeme gelmiş ve Allah-âlem münasebeti belirlenirken itikadî mezheplerin farklı görüşler ileri sürdüğü bir akaid problemi halini almıştır.
İlk kelâmcılardan Cehm b. Safvân’ın, Allah’ın her yerde ve her yönde bulunduğu görüşünü ortaya atmasına karşılık Ebû Hanîfe, Mâlik b. Enes, İmam Şafiî ve Ahmed b. Hanbel gibi muhafazakâr âlimler ashabın, Allah’ın zâtıyla âlemin dışında ve “fevkinde” olduğuna inandıklarını, dolayısıyla İslâm akîdesini bu inancın teşkil ettiğini savunmuşlardır (Zehebî, s. 101, 102, 130, 137, 145).
’Dâr mekân, gor mezar, har da ateştir ’ Yine ikinci kelimeler birinci kelimelerin karşılığı olarak verilmiş bu düzeneğin de bir hikmeti olduğuna işaret edilmiştir. ’Allah istemezse Yaprak bile kımıldamaz’sözünü adeta tasdik edici nitelikte örnekler düzinesine devam ediyor; ’Pür’de, pîr’de, şîr’de zer’de mâna var.’ Pür:dolu anlamına gelir. Halk dilinde çam, ardıç, ladin, ağaçlarının iğne gibi ince yaprakları. Pir: Yaşlı, koca , herhangi bir konuda tecrübeli yüce, ulu sözü dinlenir kimse, bir tarikatın kurucusu, şeyh, mürşit. Şir: arslan, kahraman, cesur yiğit. Zer: altın Gönül ehli olan insanlar, bütün güzel sıfatları bünyesinde barındırmaya özen gösterir. Bir bahar bulutu edâsiyle muştu verir etrafındakilere. Alçak gönüllülüğün yanı sıra atılgan ve gözü pektir. Haksızlığa boyun eğmez. Adaletli davranacağından kendisine akıl danışanları, hakkaniyet çerçevesinde yönlendirmeye çalışır.
“Cevâhir kadrini, cevherfüruşân olmayan bilmez.” (Anonim) Âlimlerimiz bize, hırs ve hasetten uzak durun, diyor. Peki, bu sözlere kim kulak asacaktır? Suya muhtaç olan ancak suyu arar. Birbiri ardına inci gibi mücevher leri tesbihe dizerek mânalar alemine ürettiği tohumları ilave eder. ‘’Mâna çoktur bir kısmıdır sayılan ‘’ Her bir eşyanın var olan hikmet ve faydaları ve objeler ile olan münasebetleri düşünüldüğünde mânalar âleminde bir yerlere sahiptir… Eşya, mana ve akıl üçlüsü çember misali döner hafızamızda. Meselâ, kiraz denildiği zaman tadı, kokusu…..iklim ile olan bağlantısı, beslenmedeki faydaları biz tümünü birden sayamayız. Çünkü Allah’ın insanlara bahşettiği bir lütuftur. Soyut mânalar zincirine ekleyebiliriz.
‘’Cüz’ ilimdir yere göğe yayılan ‘’ Cüz: Kur’an’ın her yirmi sayfasına bir “cüz” denilmektedir ve toplam 30 cüz bulunmaktadır. Kur’an eğitici ve öğreticidir. Ondan yararlanmak için tüm kelâmlarını doğru anlamak ve algılamak gerekir. Günlük tabiat olaylarını gözlemleyelim; meselâ gökler, yani gök cisimleri ve bunların sistemi başka türlü kurulsaydı, yer başka türlü yaratılsaydı, bildiğimiz hayat düzeni ve canlılar olmazdı.
“Der kapıdır, ğar mağara, mar yılan ‘’ Arapça kelimeler Türkçe mânaları ile verilmiş aynı seslerin söyleyiş güzelliği bir melodi gibi kulağımızda çınlaması bambaşka bir hava teneffüs etmememizi sağlayarak ve ılık bir meltemin esintisi hüviyetine bürünmüştür. Aklımıza ilk gelen olay; Hazret-i Muhammed Mustafâ (s.a.v) Allahü teâlânın emri ile Mekke-i mükerremeden hicret etmek dilediği zemân, - Benim ile bu yolda kim yol arkadaşı olur. Cânına ve başına kim kıyar, dediği zemân, herkesden önce hazret-i Ebû Bekr ’radıyallahü anh’ ileri atılıp, - Anam ve babam, mal ve cânım, cümlesi yoluna fedâ olsun; yâ Resûlallah. Bu şerefli hizmete ben kulunu kabûl eyle diye ilticâ ve tazarru’ edince, hazret-i Fahr-i Enbiyâ ’sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem’ kabûl buyurdu. Gece ile berâber, ay ve zuhâl yıldızı gibi yola çıkdılar. Sıddîk ’radıyallahü teâlâ anh’ o Resûl-i Rabbil âlemîn hazretlerini sakınıp, kâh ardına, kâh önüne, kâh sağına ve kâh soluna geçer ve kâh, mubârek ayağı parmakları üzerine basardı. Düşmânlar izlemesin diye.
Bu esnâda Habîb-i Hudâ hazret-i Muhammed Mustafâ ’sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem’ buyurdular ki, - Yâ Ebâ Bekr, ne ızdırâb çekersin. Kendi nefsin için mi korkarsın. Cevâb buyurdular ki, - Hâşâ, sümme hâşâ ki, Ebû Bekr bu yolda kendi cânını sakınıp, kayırsın. Ve lâkin yâ Resûlallah! Mubârek cesedinin bir kılına halel gelir diye, korkarım ki, benim gibi binlerce kimsenin başı düşse yeridir. Sen din serâyının mi’mârısın. Resûlullah ’sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem’, - Üzülme, Allahü teâlâ bizimledir!’ buyurdu. Mağaraya geldiler. Ebû Bekr ’radıyallahü teâlâ anh’ dedi ki, - Yâ Resûlallah! Bir mikdâr sabr edin. O mağaraya ben kulun gireyim. Yılan, akreb cinsinden nesne var ise, zararı Ebû Bekre olsun! Resûlullah ’sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem’ izin verdi. Mağara içine girince, ne kadar mahlûkat var ise, târûmâr olup, her biri deliğine girdi. Hazret-i Ebû Bekr ’radıyallahü teâlâ anh’ sırtından mübârek gömleğini çıkarıp, parça-parça edip, parçalar ile o deliklerin temâmını tıkadı. O deliklerden biri açık kaldı. Ona parça yetişmedi. O deliğe de, ayağının tabanını iyice tıkadı. O büyük sultâna, şimdi se’âdet ile içeri buyurun diye hitâb eyledi. İki cihân serveri de, Besmele söyliyerek, mağara içine girdi. Sabâha kadar orada kaldılar. Sabâh oldu. Hazret-i Ebû Bekrin ’radıyallahü teâlâ anh’ gömleğini arkasında göremeyince, sebebini sordular. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk ’radıyallahü teâlâ anh’, - Yâ Resûlallah! Yolunda, gömleğimi yırtıp, akrep ve yılan deliklerini tıkayıp, şerlerini def’ eyledim; dedikde, Resûl-i ekrem ’sallallahü aleyhi ve sellem’, - Allahım! Ebû Bekri, kıyâmet günü, benim derecemde, benimle berâber bulundur!, buyurdu. Bu esnâda Fahr-i âlem ’sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem’, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın ’radıyallahü anh’ mubârek yüzlerinde değişiklik görüp, süâl etdikde, meydâna gelen hâdiseyi anlatdı. - Mağarada olan delikleri birbir tıkayıp, lâkin cübbe parçası bir deliğe yetmedi. O delik de açık kalmasın diye tabanımı dayamıştım. Bir yılan, birkaç def’a tabanımı sokdu. Ayağımı delikden çekmeğe korktum ki, o yılan delikten dışarı çıkıp, zât-ı şerîfine bir elem verip, ızdırâp eder, diye cevâp verdi. Resûlullah ’sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem’ - Onunla benim aramı aç, bırak çıksın buyurdu. O an Ebû Bekr-i Sıddîk ’radıyallahü anh’ mubârek ayağını delikten çekti. İçeriden görünüşü hüzn ve gam veren zehirli bir yılan çıktı.
Fahr-i âlem ’sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem’: - Ey utanmaz yılan! Benim mağara arkadaşımı ve esrârıma vâkıf olanı, Allahü teâlâdan korkup, benden hayâ etmedin mi, ayağını sokarak eziyyet ettin, diyerek hitâp edip, azarlayınca, Yılan cevâba kâdir olup, dedi ki, - Yâ Habîbi rahmân! Ey insanların ve cinnin Peygamberi! Senin âşıkın sâdece insanlar değildir. Belki hayvân zümresinden kuşlar, yılanlar, karıncalar, cemâline âşıktır. Hattâ ben kulun, birçok yaşlı, gözü nemli, kendi cinsimiz olan büyüklerimizden yüksek vasflarınızı dinleyip, ışık saçan yüzünüzü görmeğe müştak ve hayrân ve kendinden geçmiş, şaşkın şekilde ağlayarak, mâl ve mülkünü terk edip, âşık divânen olmuştum. Bu mağarayı şereflendireceğini öğrenmiştim. Onun için nice zemândan berî, bu sıkıntılı mağarada gece-gündüz demeyip, yolunuzu bekliyordum. Böylece, sizin buraya teşrîfiniz ile, ayrılık acısına ve içimdeki derde merhem edeyim. Çünkü en mes’ûd bir zemânda, bu karanlık mağarada, arkadaşın mağaraya girince, sabâh güneşi gibi zâhir olup, devlet güneşim doğdu. Ammâ ne var ki, arkadaşın yine perde oldu. Bu sebeble, korku ve hayâ ben kulundan kalkıp, zarûrî olarak, bu küstahlık benden vâkı’ oldu; diye özr dileyince, Seyyid-üs-sekaleyn, dünyâ ve âhıretde bulunanların şefâ’atcisi, yılanın küstâhâne özrünü kabûl etdi. Hazret-i Ebû Bekrin yarasına, mübârek ağızlarının suyundan sürdü. O ânda acısı şifâ buldu.
‘’Mîr’de, mor’da, tîr’de, yer’de mâna var. ‘’ Mir: Baş, âmir, kumandan, bey. Mor: Kırmızı ile mavinin karışmasından meydan gelen renk. Tîr: Ok. Bu kelimeleri yukarıda zikredilen hadiseye aktarırsak; mir ( Peygamber fendimiz) dir. ( Yılanın sokma hadisesi) , mor( merhem), yer ( olayın geçtiği mekân)….
Âşık Cinasî’yim, yorgunum ama
Meydana çıkınca bakmam arkama.
Kar yağıştır, kâr ticaret, kör âma
Var’da, tur’da, mur’da, fer’de mâna var.
Şair, son kıtada şiirin genel itibariyle özetini vermiş, beden yaşına bakılmaksızın akıl zenginliğine dikkat çekmiştir. Önceden var olan zekâya tecrübe de eklenince en verimli hasılatı elde edebileceğini vurguluyor.Her şey usulüne göre yapılırsa verimde ona göre olur.
‘’Var’da, tur’da, mur’da, fer’de mâna var ‘’
İyi bir netice elde etmek için karınca misali çalışmak gerekir.
Mur:Karınca demektir. Sosyal yaşamda karınca demek ,birbirleriyle uyum içinde çalışmak ve yuvalarına yiyecek taşımak demektir.’’Ağustos Böceği ve Karınca ‘’örneği ibret vericidir.
Bedenin zindeliğinden ziyade ruhun zindeliği önemlidir.
İnsan zekasını yüzde 50 genetik özellikler, yüzde 50 çevresel faktörler belirler. Çevresel faktörler genetikten daha önemlidir. Çok zeki doğup, zekası ileride de aynı seviyede kalan çok insan var. Ama sıradan bir ailenin çocuğu olarak doğup, birer dehaya dönüşen örnekler de var. Bu; eğitimle alakalıdır.
Yaş ilerledikçe yaşı bahane edip pasif duruma geçmek sadece tembelliği destekleyen savunma mekanızmasıdır.
O nedenle şair, ’fer’de mâna var’ diyerek azim ve gayretin önemini belirtmiştir.
Şiirin dünyasına girmek ve kendimize çağrıştıran kelimeleri anlamlandırmakda da bir mâna vardı.
Koskocaman bir deryada bir damla olmaya çalıştık.Değerli Üstadıma bu fırsatı verdiğinden dolayı teşekkür ediyorum.
Melahat TEMUR