- 566 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ENDİŞE-4
Ona göre bütün bunların sebebi sendin. Nerden girmiştin yaşamına, karşısına nereden çıkmıştın. Nasıl bir boşluğunu bulmuştun da gül gibi sürdürdüğü “laylay lom” yaşamını alt üst etmiştin. Valla öyle pek yakışıklı da sayılmazdın, hani şöyle ne dal gibi upuzun bir boyun vardı ne de atletik yapılıydın. Şöyle saçlarını “James Dean” gibi tarayıp, yürüyüşünün hayranlığına kapılan kızları pencerenin önüne dikip “ah ettiren” bir yürüyüşün de yoktu. Kara kuru biriydin işte. Saçlarını hiç taralı görmemişti çünkü saçlarını tarayacak kadar hiç uzatmazdın, kısacık kestirirdin hep. Üstün başın eski püskü, özensiz. Sırtında hep o siyah kaban… Sen üstelik sorunlu biriydin bana göre… Yazın bu sıcağında millet nefes alamazken sırtında ya bir ceket ya bir parka… Seni hiç yazlık, kısa kollu bir gömlekle, tişörtle görmedim… Aklından zorun olmalıydı, delinin biriydin galiba. Öyle pek konuşkan birisi de değildin, sorulmayınca cevap verdiğin olmazdı. Seni öğrenci hareketinden öylesine tanırdı, yüz yüze gelip bir kez bile merhaba dememiştiniz birbirinize. O bütün yaşamın değirmen taşının parçalayıcı gücüne direnen başak taneleri gibi “olmakla olmamak” arasında sıkışıp kalındığı günlerde ayan beyan yaşamına ortada olan yaşamına karşın sende var olduğuna inandığı giz perdesini çözdükçe tedirginleşiyor, hırçınlaşıyordu. Bütün bunların sebebi sen ve yanındaki bir avuç arkadaşındı.
Elinden gelse, gücü yetse gırtlağını sıkardı, bir kaşık suda boğardı seni. Neydi öyle mitingler, forumlar, koşuşturmalar… Senin başka işin yok muydu be adam?… Sen ve şu yanındaki birkaç kişiyle o dalga dalga, yığın yığın insan kütlesini mıknatıs gibi nasıl çekiyordunuz kendinize de o mahşeri kalabalıkları meydana yığabiliyordunuz… Ne yapmaktı niyetiniz, ne yapmak istiyordunuz. Bak sizin yüzünüzden okullara da gidilemiyordu, caddelerde yürünemiyordu. Allah kahretsin koca şehirde şu daracık yurtlar civarına sıkışıp kaldığımız yetmiyormuş gibi, sosyal yaşamımız da bitti. O danslı, eğlenceli günler ne kadar geride kaldı. Okula gidip geliyordum, iki yıl sonra da mezun olacaktım. Sonra mutlu bir evlilik, çoluk çocuk… Hepsi bitti, bütün hayallerim suya düştü. İyi de ben sizin içinizde, aranızda ne arıyordum ki doğrusu ben sürtündüm. Sana takmıştım, senin o burnundan kıl aldırmaz tavrını hiç sevmedim. Seni peşimden koşturmayı bilirdim. Ne yalan söyleyeyim içinize karışışımın nedeni buydu… Dur bakalım el mi yaman bey mi yamandı…
Zafer çarşısının önünde karşılaştığınızda merhabalaştınız, çay içme teklifini “nazikçe” reddetmene çok bozulmuştu… Peşinden bunca koşturan birileri hiç eksik olmazken bu senin, görmezlikten gelmen, burnunun havadalığı da neyin nesiydi… Acaba bir sevgilin vardı da onun için mi yüz vermiyordun ona, dönüp bakmıyordun. Ama ne yurtlarda, ne mitinglerde, ne de o afiş asma bildiri dağıtmalarda da senin yanında sevgilin gibi yakın davrandığın birisini görmemişti. Nedenini pek bilmese de bir şeyi teslim etmesi gerekiyormuş: Kızlı-erkekli arkadaşların seni çok severlermiş, ama o buna bir anlam veremezmiş seni bu kadar sevmelerine. Senin peşine takılışının sebebi buymuş. Önce seni kendine “ram etmek” sonra da sana bunun hesabını sormakmış bütün muradı.
—Gülüyorum. Peki diyorum muradına erdin mi? Onu tavlayabildin mi?
—Hayır, sadece başlangıçta bir oyun olarak kurduğum girdaba daha fazla kapıldığımı hissetmeye başladım, onu tanıdıkça adeta beni kendine çekiyordu. Ayaklarımın yerden kesildiğini hissediyordum, Hem mutluydum hem tedirgin. Onu çözemiyordum. Artık kitlesel eylemlerin içindeydim, çatışmaların, yürüyüşlerin, mitinglerin. Onu daha sık görmekten başka bir amacım da yoktu. Öyle devrim filan beni ilgilendirmiyordu. Daha doğrusu neydi, ne isteniyordu bilmiyordum bile. Üstelik babam sağcı bir partinin de milletvekiliydi, bizim bu kültürle bir ilişkimiz olmadı ki hiç. Bütün bize söylenen komünistlerin Rus uşaklığı, sermaye düşmanlığı idi, diktatörlük kurup bizi esaret altında yaşatacaklarıydı. Karşı gelirsek de topumuzu öldüreceklerdi. Öyle yetiştik.
—Babanızın milletvekili olduğunu biliyor muydu?
—Hayır, zaten onu tanıyıncaya, yani fırsatını bulup onu bir çay içmeye ikna edinceye kadar bir yılı aşkın zaman geçti, bu süre içinde değil konuşmak, sohbet etmek yanına yaklaşamadım bile. Onu tanımaya başladığımda da babamın sağcı bir partinin milletvekili olduğunu öğrenecek diye ödüm koptu, öyle bir hınçla dolu ki, beni bir daha görmek istemeyeceği kesindi, söyler miyim hiç.
— Seninle ilk ilgilendiği, daha doğrusu mendile ilk ilgilendirdiğin olayı hatırlıyor musun, bahsetsene…
— Tamamen bir tesadüf… Yok, öyle hınzırlık etme, onu “kötü emellerime” alet ettiğim bir tesadüf değil bu. Hukuk Fakültesinin arka bahçesinde güneşleniyorduk, ilkyaz. Sıcağın kendini hissettirmeye başladığı bir gün. Eğitim Fakültesi tarafından üstümüze kurşun yağdırıyorlar. Birkaç arkadaşıyla o tarafa koşturdular, çatışma başladı. Hukuktan, yurtlardan çatışmayı duyanlar o tarafa doğru koşturuyorlar, ben de onların içindeyim. İlk kez yakından tanık olduğum bir çatışmaydı, yüreğim ağzıma gelecek sandım. Faşistlerin kaçışmaya başladığını gördüm. Sanki polisler hazırmış gibi bu kez başladılar onlar ateş etmeye. Gerçi daha sonraki olaylarda polisin faşistlerle birlikte hareket ettiğine birçok kez tanık olacaktım ama bu ilkti, şaştım kaldım. Herkes kaçmaya başladı, ben ne tarafa kaçacağımı bilmiyorum, paniğe kapıldım, ayağım kayıp düştüm. Şaşkınlıktan ne yapacağımı bilmiyorum. Ansızın kolumdan kapıp aşağıdaki hendeğe yuvarladı beni, kendi de indi, o karşılık veriyor. Bir ara ateş kesilir gibi oldu yeniden kolumdan tuttuğu gibi adeta sürüklüyor beni. Ne kadar koştuk hatırlamıyorum. Kurtulduk, ikimiz de nefes nefeseyiz. Bir taksiye binip Kızılaya geldik. Beklememi işaret etti. Bir yere girip çıktı, sanırım silahını bıraktı. “Çay içer misin?” dedi. Durur muyum lafı yapıştırdım hemen. “Sen çay içer miydin?” “Özür dilerim” dedi “çatışmanın ortasında kaldın, vurulabilirdin, seni hendeğe itmek zorunda kaldım”. Benimle ilk konuşması, daha doğrusu ilk konuşmamız buydu. Benim ödüm patlamıştı ama sanki sıradan, günlük, yaşadığı bir olaymış gibi oralı bile değildi. Ona göre ortada olağanüstü bir durum da yoktu, faşistlerin kurşununa, o da yetmezmiş gibi polislerin kurşununa karşı sanki şerbetliydi, vurulma korkusunun, öldürülme endişesinin izi bile yoktu yüzünde. Bir yandan elim ayağım titriyor, bir yandan fırsat kollayıp onu konuşturmaya çalışıyorum. Üst üste çay söylüyorum, bir bitmeden diğeri geliyor çayların. Durmadan soru soruyorum. Dinlermiş gibi yapıyor ama kafası başka yerde. Hiçbir soruma cevap vermedi. Ansızın kalktı, “işim var” dedi, “gitmem lazım”.
“Ben seni beklerim” dedim. Ters ters yüzüme baktı, “hayrola” der gibi başını salladı. Hiçbir şey demedi, kapıdan çıkarken bağırdım, “seni bekleyeceğim”. Nasıl bir şaşkınlık içindeyim, bir yandan vurulabileceğimi, öldürülebileceğimi düşüncesi yakamı bırakmıyor, kurdeşen olacağım nerdeyse, bir yandan hayatımın en güzel günü. Kolumdan tutuşu, beni itekleyişi, benimle konuşması… Anlamadığım bir şey var, aptal değil, bön değil. Zeki birisi. Ama ölüm karşısında bu kadar soğukkanlı oluşu… Hatta düşünebiliyor musun, galiba çay içtiğimiz kahve sık sık gittiği yer olmalı, orda birilerine takılıp espri, şaka bile yaptı. Öyle güzel gülüyordu ki… Dalmıştım. Zaten tanımadığım bir kahveydi, gerçi kadınlı-erkekli insanlar vardı ama benim içlerinde bir tanıdığım yoktu, insan yalnız kalınca düşüncelere dalıyor. “Merhaba” dediğinde başımı kaldırmamla onu gördüm. Boynuna atılmamak için kendimi neredeyse zincirledim. O çok ciddiydi, ben de ciddi olmalıydım. Öyle ya bir şaka filan yapsam beni belki de “kötü kız” sanabilirdi. Ona ulaşmak için ilk köprüyü kurmuştum. Kalktık, yürüdük. Epeyce yukarılara çıktık. Ben yorulmuştum ama hiç çaktırmıyorum. O durmadan yürüyor. Aşağı ayrancının girişine geldik, Halkevlerinin bir bahçesi varmış, ben bilmiyorum. “ Güvenilir bir yer” dedi, yorulmuş olmalısın, oturalım. Bahçe çok kalabalık, girdik. Bir yer bulduk. “ Çay” dedi, iki parmağı ile işaret ederek. Birkaç kişiyle selamlaştı. Birilerine bir şeyler söyledi yavaş sesle, duymadım. Konuştuğu kişilerin baş işaretiyle söylediklerini onayladıklarını anladım. Takip eden günlerde artık onun çantası gibiydim, sürekli yanındayım, artık o da beni yadırgamıyor. Garibim benden kurtulmak istese bile bırakacak olan kim. Onu tanıdıkça şaşkınlığım ona hayranlığa dönüşüyor. Gözü yeni açılmaya başlayan kedi yavrusu gibiyim. Çevreme bakıyorum, arkadaşlarıma, aileme, komşularıma. Bana kur yapan erkek arkadaşlarıma, yaşadığımız dünyaya, hayata… Beni pazarlıksız bir başka dünyanın atmosferine çekip alıyor. Arkadaş çevresiyle tanışıyorum kızlı erkekli. Forumlarda, mitinglerde konuşmalarını dinliyorum, birlikte bildiri dağıtıyoruz, afiş asmaya çıkıyoruz. Bu eylemler genellikle ya faşistlerin ya da polislerin saldırısına uğruyor, artık niye “saldırıya uğradığımızı” biliyorum. “Uğradığımızı” diyorum, çünkü artık ben de devrimciyim ve düzene karşı mücadele ediyorum. Koşuşturmalardan zayıfladım, eve geç geliyorum. Babam pek evde yok, annemin yüzünden düşen bin parça. Banyoya girdiğimde çantamı kurcalamış, bildiri bulmuş. Avucunda buruşturup yüzüme fırlattı, “ ne haltlar karıştırıyorsun”. Hiç sesimi çıkarmadım. Durmadan söyleniyor, aldırış etmiyorum. Salondaki tartıyı gösteriyor, çık da bir tartıl diyor. “şu haline bak bir deri bir kemik kaldın”. “Sizin teraziniz şimdiye değin beni bir et-kemik yığını olarak gösterdi, başka terazilerde tartıldım da üstümdeki fazlalıkları attım” . “ Bu çantandaki bildirileri baban göre yüreğine iner” diyor annem. “Aman Anne” diyorum, keşke bir yüreğiniz olsa da inse. Onca genç sokak ortasında öldürülürken ağzınızdan bir kez olsun ne oluyor lafı çıkmadı. Ununuz kuru, tuzunuz kuru. Dünyayı sırf kendinizden ibaret saydınız. O bildirileri burnumun ucuna dayayıncaya kadar okumayı deneseydin, belki anlamaya çalışırdın. “Bak anne” diyorum, “ Şatonuzda rahatsınız, ekmek derdiniz yok, aş derdiniz yok. Ama dışarıda öyle bir ateş tutuşuyor ki inanın bu şatoyu başınıza yıkacak. İnşallah bu enkazın altında kalmazsınız. “Bu kıza da ne oluyor” der gibi yüzüme bakıyor Annem.
“İnsanlık bu ayıptan bir gün mutlaka kurtulacak” diyorum, “çorbada tuzumuz olsun”.