- 540 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
KÜSMELERİN MÜZMİN TARİHİ-3
— Yahu şu “küsmelerin müzmin tarihi” başlıklı yazını okudum da, Allah aşkına abuk sabuk ne yazıyorsun öyle? Güvercinlerine küsersin, sütanana küsersin, kendi anana küsersin… Merak ediyorum ve devamını da bekliyorum, acaba sen daha nelere, kimlere küsersin diye. Senin küsmelerinden okura ne, ne sanıyorsun yani, senin küsmelerin okurun çok umurunda mı olacak… Mesela yazını abuk sabuk buldum diye inşallah bana da küsmezsin… Benim tanıdığım atak, atılgan, acar, yüzünden düşen bin parça olan kişi nerede, incir çekirdeğini doldurmayan şeylere küsen kişi nerede? Ya bu yazıyı yazan kişi sen değilsin, ya da yazıda anlatılan kişi sen değilsin.
—Hayır, yazımı abuk sabuk buldun diye sana küsmem tabi. Ayrıca yazının okurun umurunda olup olmaması da benim umurumda değil ki. Yazılanları kim okuyor, kim nah şu kadarcık emek verip kafa yorup da yaşadığı şu yeryüzünde ne olup bittiğini merak ediyor ki. Bok böceği gibi bokun etrafında yuvarlanıp duranların umurumda olmasını niçin bekliyorsun. Koca yer yüzünde bir avuç insan, kayalara çarpmaması için akıntıya kapılan yelkenlinin halatına yapışmış, canhıraş nefes nefese, ellerini kanata kanata uğraş verirken, bu senin okur dediklerin neyin peşindeler acaba?. Aslında bunların hayatları için kendi hayatlarını ortaya koyanların da çok mutlu olduklarını düşünmüyorum. Şu var ki onlar benim gibi tezden pes etmediler, direniyorlar hala ama bunların da şu “sevgili okur”un ne kadar umurunda olduğu kuşkulu, daha doğrusu umurunda olmadığından eminim.
—Bak düpedüz yalan söylüyorsun. Madem okur umurunda değil de ikiz çocuk doğurur gibi ıkına sıkına niye yazıyorsun, akşamcılığın yok, âlemciliğin yok, bilmem neyin yok. Bırak öyleyse bunları, vur patlasın çal oynasın bir hayat sürmen için seni bunlardan yasaklayan da yok. Hem her kaç kişi okuyorsa seni bunlara hakaret edeceksin, hem de el âlem gününü gün ederken sen arpacı kumrusu gibi oturup kelam dizeceksin…
“Siktir git lan başımdan” dedim. “Hangi cehenneme gideceksen oraya git…” Beklenmedik çıkışım karşısında bozuldu, şaşkınlığını açığa vurmamak için mahcup bir ifadeyle gülümsemeye çalıştı. Birkaç adım uzaklaştıktan sonra saniyeler önceki o azarı duymazlıktan gelerek yanıma ilişti. “Senin en çok sevdiğim yanında bu ya” dedi. Lafı dolaştırmadan karşındaki kişinin alnına yapıştırıyorsun. Beni yerden yere vurdun. Seni tanımasam bir daha yüzünü görmek istemezdim. Aşınmış olmama, savrulmuş olmama tahammül edemiyorsun. Okura tepkinin de bu olduğunu biliyorum. Bana çaldığın “siktir git” de senin bir çeşit bana küsmen, yanılmıyor muyum?.
Bu arkadaşım 12 Eylül faşizminden kurtulmak için Avrupa’ya çıkış yapmış, bir süre siyasi mülteci olarak yaşadıktan sonra İsveç vatandaşlığına geçmişti. Kendi ülkesine İsveç pasaportuyla turist olarak geliyordu. Yaşadıklarını, sıkıntılarını yok sayamazdım. Neden katı davrandım ona, oysa ortalama birisi de değildi ve duyarlılıklarının üstüne sünger de çekmemişti. Konuyu değiştirmek için elimdeki gazetenin bir Pazar yazısını gösterdim. Bu ona davranışlarımın bir özrü olacaktı, gönlünü alacaktım ama yine başaramadım. “Bak” dedim. Şu yaşadığın ülke, İsveç… Refah ülkesi… Demokrasinin beşiği… Her şey açık ve şeffaf… Seninle de kaç kez bu ülke hakkında sohbet ettik, valla ne yalan söyleyeyim beni bile imrendirdin. Hani insanın kıyaslama mantığı yaşadığından hareketle benzeri arasındaki ilişki köprüsünü kurmaktır ya, bu arkadaşım da faşizm koşullarında yaşadığı ülkeyle Burjuva demokrasisinin en parlak örneği İsveç’i kıyaslıyordu. Buradaki yaşam kalitesinden, kültür düzeyinden insanların birbirleriyle ilişkilerinde saygıdan, haktan hukuktan söz ediyordu. Eğer görünenle yetinmek gerçeğin kendisi ise haksız da sayılmazdı hani. Az buçuk Avrupa görmüş “az buçuk ülke aydınlarının” Avrupa’ya dizdiği methiyeler yanında diğer Avrupa ülkelerinden daha bir ileri durumda olan İsveç bu övgüyü hak ediyordu elbette. Onun bu ülkeye olan hayranlığına bu gözle bakmayı istedim. Onun söylediklerini doğrulamayı, düşüncesine katılmayı, gönlünü almayı istedim. Ağzımdan çıkan sözcükler iğreti, inandırıcılıktan uzak düşüyordu. Bir süre övgülerime inanır gözüktükten sonra “Yine benimle alay etmeye başladın” dedi. “Yok, doğru söylüyorum” diyemedim. “Evet dedim, söylediklerimin hiç biri içten ve inanarak söylediğim şey değil, açıkçası seni kırmanın bedelini inanmadığım şeylere inanır görünerek ödemek çabasıydı”. Bu kez hiddetlendi. “Elbette dedi, İsveç sana göre ne de olsa bir burjuvalar ülkesi, bir devrimci burjuva yönetimlere övgü düzmez değil mi? ”. İş çığırından çıkmıştı. İşte dedim model “insan” budur. Vitrine koymalılar senin gibileri. Üstelik sıradan birisi de değilsin, senin gibileri az bulurlar ve sen onların borusunu öttürmek için az bulunur bir cinssin. Nasıl olsa geçmişinde devrimcilik var. Senin övgün daha bir mübahtır, daha bir inandırıcıdır. Elimdeki gazetenin Pazar yazısını gösterdim. Siyasasını diğer ülkelerle barış üstüne kurduğunu hiçbir fırsatı kaçırmadan her ulusal-uluslar arası arenalarda papağan gibi tekrarlayan İsveç’in, Suriye ve Irak’taki meşrepi malum hempalara İsveç Milli savunma Bakanlığının aracılığı ile silah sattığı ortaya çıkmış, İsveç Milli Savunma Bakanı istifa etmişti. Bu sokaktaki İsveçlileri de şaşırtmıştı. Pazar yazısının özeti böyleydi. “Şimdi dik otur” dedim. Sınıf bilinçsiz insan olayların sonucuyla ilgilenir ve gördükleriyle yaşar. Perde arkasını kurcalayacak, olup bitenleri anlayacak bilinçten yoksundur ve şayet senin yerine bu insanlardan biri senin sıraladığın övgüleri sıralasaydı ona kızmak şöyle dursun, onu kendi gerçeği içinde anlamaya çalışırdım. İsveç’in görünen yüzünün şu övgülerine layık olduğundan hiç kuşkum yok. Üstelik devrimciler mazoşist filan da değillerdir ve faşizme burjuva demokrasisini yeğlerler. Sınıf bilinçli insan için burjuva demokrasisinin getirileri reddedilmez ama teslim de olunmaz. Sermaye kalp krizi geçirmeye başladığında o görünen yüzünün arkasındaki gerçek ortaya çıkar ve ne varsa kasırga gibi süpürür geçer. Geriye bütün canlılardan sadece iskeletler kalır. Devrimciler kitleleri sermayenin görünen ve görünmeyen, daha açıkçası da görünmeyen yüzüne karşı uyarırlar, örgütlerler ki hayat devam etsin. Tarihin tanıdığı hiçbir sınıflı toplum kapitalizm kadar insan soyunun düşmanı olmamıştır. Burjuvazi bu çirkinliğini maskelemede öylesine ustalaşmıştır ki adeta yaşadığımız hayatı bir illüzyon gösterisine çevirmiştir. İllüzyonist sahne seyircilerine numarasının asla alavere dalaveresini göstermez. Yaptığı hilesindeki başarı oranı seyirciden aldığı alkışla orantılıdır. Ne kadar çok alavere dalavere, o kadar çok alkış. Ancak seyircinin illüzyon salonundan sağ salim çıkacağı o kadar kuşkuludur ki tavan başlarına çökünceye kadar yakın tehlikenin farkında bile değillerdir. Tavan göçünce artık istatistikler devreye girecektir, kaç ölü kaç yaralı… Evet, İsveç burjuva demokrasilerinin günümüzde en parlak örneği, haklısın kim ne diyebilir ki. Ancak ona bu parlaklığı veren şeyin İsveç’in sömürgelerindeki vahşetini herkes bilmeyebilir ancak sen unutmamak zorundasın ve her burjuva demokrasisinin temelinde kara Afrikalıların, Asyalıların, Latin Amerikalıların kanı vardır. Her burjuva demokrasisi kanla beslenen bir vampirdir ve kan bittiğinde vampirler de yaşamaz. Senin İsveç’in burjuva demokrasisinin parlak yüzüne düzdüğün övgü sakın vampirlerin iştahını kabartmasın… Yoksa benden sonrası tufan diyorsan zaten boşa konuşuyoruz.
“Ben” dedi “kara kafalılarla uğraşarak bir yaşamı tükettim, bir arpa boyu yol mu alındı. Senin kendine eziyet etmekten zevk aldığını düşünmeye başladım, gerçekten sen mazoşistsin ve bundan da tarifsiz bir zevk alıyorsun. Okura tepkini de daha açık anlattın. Zaten yazdığın ne ki de okur seni okusun. Dünya değişti, ideolojiler bitti. Şimdi her şey para… Bana kükreyeceğine sen de bu gerçeği keşfet de yaşamın tadını çıkarmaya bak. Dünyayı kurtarmaya gücün yok, yaşamdan zevk alma gibi bir çaban da yok.”
Emin ol dedim, şu yanı başında salkımlaşan ağaç, iki de bir tepemizin üzerinden ciyak ciyak uçuşan kuşlar, şu çiçeğe durmuş dallar bile sana bir şey anlatmıyor. Belki bunların hiç birinde ne Amerikan dolarının ne de İsveç kronunun rengi olmadığından ilgini çekmemiştir, yanılıyor muyum? Bahar kim bilir nelere gebe. Bir gün şu durgun durgun akan sular taşar da kaçacak yer bulamazsan seni burada bekliyor olacağım, korkmadan çekinmeden gel.
Cadde kenarına park etmiş gösterişli aracına kuruldu, gideceğin yere bırakayım dedi.
Mümkünse Küba’ya çek” dedim. Sen İsveç’e, ben Küba’ya. Küba’ya kadar yetecek nefesin var mı?
Gaza bastı uçar gibi uzaklaştı. Kaç yıllık arkadaşımdı, onu da küsmeye değer bulmadım.