- 1299 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Hiç'e Mektuplar - II
"Güzelliğini hiçbir şey örtmemiş, sol elinin eğimiyle kapadığı yerden başka." Tarihçi Lusien
Sevgili Hiç,
Karmakarışığım. Sözün iyisini beceremiyorum. Nasıl seslenilir ki? Bazen sesimi kaybettiğimi düşünüp, sesli sesli şarkılar söylüyorum. Sokaktaki insanların yüzlerine bakıyorum. Eğer garip bir yüz ifadesiyle karşılaşıyorsam, sesimin var olduğuna inanıyorum. Daha güzel kelimelerimi nasıl yazabilirdim ki? Sesinin kaybolduğu korkusuyla yaşayan biri için çok zor bir soru olacak ama şu an için pek bir önem arz etmiyor. Uzun zamandır onun için hayal olanı gerçekleştirmek için yola çıktım ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Muğla’nın ilçesi Datça’ya vardım. Evet, kendimi anlatmaktan, yok ‘onu nasıl seviyorum’ gibi artık bıkkınlık derecesine gelen ifadelerden tiksiniyorum. İzninle biraz açık olacağım. Bizler, önceden eline prova yapması için senaryonun verilmediği garipleriz. Başkalarının anlattıklarıyla hayatımızı var ediyoruz. Kötülüğümüz, içimizde hiç durmadan büyüyen nefretimiz, bizi fildişi kulelerinden de üst makamlara çıkartan kibrimiz, çevremizdeki olan insanlara inançsızlığımız, zavallı yalnızlıklarımız, her şeyi hiçe çevirmek için çabalayan çaresizliklerimiz prova edilmemiş öykülerimizin tanrıları.
Ne diyorum ben Allah aşkına? İçsesim yalnızlığına iğneleyici laf sokuyor. Göz kırpıyor yazılmış binlerce kitaba. Tutkuyla yaşayan insanların tutkusuz yaşayama hastalıklarına gülüyorum. Kitaplar bunlardan bahsediyor. İçsesim tutkunun kaybeden yakarışı. Bana daha çok toprağı hatırlatıyor.
Of, sıkıldım. Dayanamıyorum gerçekten. Ne diyorum ben? Muğla’nın sıcağı insanın beynine işliyormuş. Kahvedekiler ‘dışarıda ikindi vakti de olsa pek oturma’ demişlerdi. Güneş her yer de aynı güneş değil mi? Ne diye bu antik şehrin sokaklarında kahpelik yapıp, beni rahatsız ediyor? Kumsalın neredeyse iki metre gerisine sıra sıra koyulmuş yastıklardan birine uzandım. Ayaklarım çıplak, altımdaki şorttan başka üzerime bir şey giyinmedim. Aslında sırtımı kuma sokmalıyım. Kışın bel ağrısından, özellikle rahat yatağa hasret çektiğimden dolayı kumların kemiklere kadar işleyen sıcaklığını hissetmeliyim. Öncelikle bu yazacaklarım bitsin. İki yastık ötemde turist olduklarına az önce emin olduğum çift var. Aile çay bahçesi tarzında bir kumsal kafe arayıp, buraya girmiştim ama insanların rahat vaziyetlerini deniz gördükleri her yerde sürdüreceklerine pek imkân vermemiştim. Genç kadın az önce üst bikinisinden kurtuldu. Yanındaki adamın umurunda dahi değil. Kadın yabancı dilde adama bir şeyler söyledi ve çantasını işaret etti. Şimdi yazarken arada netbook’un bataryasına baktım da, %94 dolu gösteriyor. Kullandığım diz üstü bilgisayarlarda hep batarya sorunu yaşadığım için bu aldığım netbook’tan çok memnunum. Yazı yazarken müzikte dinliyorum ve üç buçuk saat kadar batarya gidiyor ama bu adamın tavırları canımı sıkıyor. Kadının göğüslerine güneş kremini sürerken, gözlerini okuduğu kitaptan ayırmıyor. Sol eliyle kadının göğüslerini kremle mıncıklarken, diğer elinde tuttuğu kitabın heyecanlı bir yerinde kopmak istemiyor gibi duruyor. Umurumda değil, umurumda değil, bana ne ya! Her yaz tatile çıkanlar için bunlar normal görüntüler. Kadın yüzüstü uzandı, adam bu sefer sırtını ve kalçalarını kremliyor.
Dayanamadım. Az önce ayağa kalktım ve yastığı çifti göremeyeceğim yöne çevirip, tekrar üzerine uzandım. Sahi bunlara yastık mı deniyordu yoksa plaj minderleri mi? Cahilliğimi ortaya çıkarmaya gerek yok. Dün yaşadıklarımı anlatmalıyım. Üç gündür Datça’dayım ve dün aradığım şeye çok yaklaştım. Yıllardır pek çok arkeoloğun araştırıp da bulamadığı Knidos Afrodit heykelini ben mi bulacaktım? Peh, gülerler be adama! Neyse canım, ben yine de ümitsizliğe kapılmadım ve antik kentin olduğu alanda gezinmeye başladım. Çok düşünen, tabiata son derece müşfik davranan biriyim ya, heykeli hangi tarafa koydukları hususunda uzunca düşündüm. Knidoslar parlak dönemleri sonrası çok fakir, kıtlık yaşadıkları bir döneme girdikleri zaman, Bithynia Kralı Knidoslara bir teklifte bulunuyor. Zamanın Knidos büyükleri halkın büyük çoğunluğunun talebi yönünde davranıyor ve Bithynia Kralının teklifini geri çeviriyorlar. Bu teklif ne peki? Tabi ki Praxiteles’in yaptığı Knidos Afrodit heykeli karşısında büyük para öneriyor. Antik kentin ortasında dolanmaya başladım. Yüzyıllar önceki sanat beğenileri hakkında tahminler yürüttüm. Pek takdire şayan tahminlerim yoktu ama antik kentin ortasında durduğumda, Praxiteles’in heykelini koydukları yerin yüksek bir tepede olduğunu bildiğimden, etrafındaki yüksek kayalıklara ve yeşilliklere bakındım. Hikâyeye göre Praxiteles İstanköy Adası sakinleri için iki Afrodit heykeli yapmıştır. O, zamanın ünlü heykeltıraşlarından biridir. Yaptığı iki heykelde sipariş üzerinedir. Heykellerin birinde tanrıça örtülüyken, diğer tanrıçanın heykel figürü ise çırılçıplaktır. Tabi arkamı döndüğüm şu hayâsız gibi değil ya herkes! İstanköy adası sakinleri çıplak heykeli almak istemezler. Knidos şehri sakinleri ise kendi adamları olan Praxiteles’in heykelini görüp, incelerler. Heykel hoşlarına gider. Knidos şehrinin ek yüksek mermerden yapılmış terasına heykel yerleştirilir. Hikâyenin bu kısmı tarihçiler tarafından da doğrulanıyor ama neden İstanköy adası sakinlerinin çıplak Afrodit heykelini almadıklarını tam olarak bilmiyorlar. Ben de bu eksik bilgilerle antik kentten sonra Datça’yı dolaşmaya devam ettim. Hava sıcaktı, güneş beynimi kavurmuştu. Hayal meyal gözlerim yol kenarında ‘mermerci’ yazan bir tahta tabela gördü. Orada soğuk su, oturacak gölgeli bir yerde vardır diye sevindim. Koşarak alüminyum hurda parçalarından kaplanmış mermercinin kapısından içeri girdim. İçerisi karanlıktı. Yerin altına doğru uzanan mağarayı anımsatıyordu.
Ben mermerler arasında dolaşırken, tiner kokusu aldım. Her ne kadar sigara organlarımı mahvetse de, güneşli ve oksijeni bol zamanlarda burnuma güvenebiliyorum. Önlüğü turkuaz rengi lekelerle kaplı adam birden karşıma çıkınca korktum. Geriye birkaç adım attım. Ufak boylu, güneşten teni yanmış, kıvırcık saçlı, kirli sakallı bir adam tüttürdüğü sigarasını dudaklarının arasından çıkarıp ‘merhaba’ dedi. Meraklanıp neden içeri girdiğimi sormasını bekliyorum ama sormadı. Gözüme ilişen mermerleri görünce, aslında meraklanmasına sebep bir durumun olmadığını fark ettim. Üst üste yığılmış mezar taşları her şeyi açıklıyordu. Sigarası bitmeye yakındı. Bana baktı ve ‘mezar taşı mı yaptıracaksın’ diye sordu. ‘Yok’ dedim, amacım Knidos Afroditi hakkında konuşmaktı. Konuyu nasıl açacağımı bilemediğim için bir süre ayakta dikildik. Sonra mermerci gülümsedi ve ‘gel içeri gel, karpuz kesmiştim, yanında da beyaz peynir var, ufakta açarız, Tanrı misafirimsin sen benim’ dedi. Arkasından yürümeye başladım. Dışarıdan derme çatma görünen yerin güzel bir odaya sahip olacağını düşünmemiştim. Oda hem serin, hem deniz manzaralıydı. Oturduğumuz divanda çok rahattı. Odanın köşesinde mutfak tarzı, yemek pişirilecek küçük bir bölme vardı. Mermerden yaptığı tezgâhın üzerindeki karpuzu büyük bir bıçakla kesmeye başladı. Meraklanmıştı, beni tanımak istiyordu.
Rahatsızım şu anda, gerçekten çok rahatsızım! Sözü dinlenen bir insanda değilim ki! Çiftin öpüşme seslerini duyuyorum ve güneşin altında bu duruma katlanmak daha zor oluyor. Bilgisayarı minderin üzerine bırakıp, soğuk içecek almak için ayağa kalktım. Artık o çiftin ne yaptığını anlatacak değilim. Büfe tarzı bir yer var, oraya gidip içeceklere baktım. Fiyatlarına inanamadım ilk önce, şaka yaptıklarını zannettim. Yarım litrelik pet şişedeki su bile üç liraydı. Şortun cebindeki bozuklukları avucuma aldım, saydım bozuklukları, üç buçuk liram vardı. En azından su içeyim dedim ve yarım litrelik suya üç lira bayıldım. Tekrar uzandığım yere geri döndüm. Kadının eli adamın şortu içindeydi. Bir daha bakmayacağıma söz verip, yazacaklarımı düşünmeye karar verdim.
En son kaldığım yeri okudum. Evet, mermerci karpuzu tepsi içine dilimledikten sonra, yarım kalıp beyaz beyaz peyniri de ufak parçalara dilimleyip, ikisini beraber odanın ortasında bulunan masanın üstüne koydu. Minik bir buzdolabı vardı. İçinden bir litrelik suyla, ufak rakıyı çıkartıp karşıma oturdu. ‘Dolduruyorum sana da bak’ dediği an, ‘yok ben su içeyim sadece’ dedim. Sinirlendi hafiften. ‘E hadi o zaman, karpuz ye bari’ dedi. ‘Yok, sevmem pek’ dedim. Canım sadece su içmek ve Knodis Afroditi hakkında bir şeyler duymak istiyordu. ‘Sen de var ya arkadaş! Utanma, yabancıda olsan utanma, misafirimsin sen. Hem söyle bakalım, burada ne işin var? Ölün filan mı var?’
Güldüm. Ben gülünce o da güldü. Bardağıma su doldurdu. Kendisi bardağına da yarı yarıya su ve rakı karıştırıp, sohbet etmeye başladık.
- Yok, buraya birkaç günlüğüne hem tatile hem de bir şeyi araştırmaya geldim.
-Bir şey mi? Ne araştırmaya geldin ki? Arkeolog filan mısın?
-Yok, ben, ben aslında merak ettiğim bir konu üzerine buraya geldim.
-Neymiş o?
-Knodis Afroditi hakkında araştırmaya geldim.
-Haaa, sen bizim güzelimizi bulmaya geldin ha?
-Yok, bulamayacağımı biliyorum ama şansımı denemek istedim. Hem cennet gibi burası, gezmiş oldum Datça’yı.
-Ya ya, cennette bile insan bu kadar yalnız olamaz.
-Nasıl, anlamadım?
-Boş ver. E, bulabildin mi bizim Afroditi bari?
-Nerde…
-Çok hikâyesi vardır o Afroditin var ya!
-Köyün birinde kahveye girdim, orada bir hikâye anlattılar ama pek mantıklı gelmedi bana.
-Neymiş, merak ettim bak. Biliyom mu acaba?
- Bir gün Praksiteles ressam bir arkadaşıyla seninle benim gibi karşılıklı oturup, konuştuğumuz gibi Knidos’ta oturup şaraplarını yudumluyorlarmış. Sanatla alakalıymış mevzuları. Bu ikisi aralarında konuşurken tepedeki manastırdan rahibelerin deniz yolunda yürüdüklerini görmüşler. Rahibeler sahile gelmişler ve denize girmişler. Serinlemek istiyorlar tabi, sıcağa baksana! Neyse aralarından biri ise çırılçıplak soyunmuş. Genç rahibenin vücudunu gören heykeltıraş Praksiteles hemen o anda gördüğü çırılçıplak vücudun heykelini yapmak istemiş. Tüm gece boyunca arkadaşıyla o kadın konuşup durmuşlar. Ertesi gün dayanamayıp manastıra gitmiş ve başrahibeden sahilde gördüğü genç rahibenin heykelini yapmak için izin istemiş. Başrahibede ‘biz karışmayız, kendisine sorun, kabul ederse heykelini yapabilirsiniz’ demiş. Ateşli ve heyecanlı heykeltıraş genç rahibenin yanına gidip, ona heykelini yapıp yapamayacağını sormuş. Genç rahibe çıplak halde poz vermeye ikna olmuş. Tabi Praksiteles heykeli yaparken genç rahibenin hikayesini merak edip sormuş. Genç kadın bir adamı öldürmüş ve mahkum olmuş. Mahkemeye çıkarmışlar kendisini. Yargıçlar idam kararını okudukları sırada, genç kızın artık yapılacak hiçbir şey kalmadığını gören avukatı birden ortaya fırlamış, genç kızın yanına gidip, üstündeki elbiseleri yırtıp, kızın çıplak bedenini yargıçlara göstermiş. ‘Bu memeleri yok etmeye razı olacak mısınız?’ demiş.Genç kızın memelerini gören yargıçlar yeniden toplantıya çekilmişler ve o güzel memelere kıyamadıkları için idam kararını değiştirip kızı bir manastırda yaşamaya mahkûm etmişler.
Mermerci karpuzu iştahla yerken, bir yandan da peyniri ağzına götürüyordu. Bardakta kalan rakısını bir dikişte bitirdikten sonra ‘ya ya, biliyorum bu hikâyeyi ama senden dinleyince bu kez farklı oldu, of, kadının mermer gibi sert memeleri varmış di mi?’ dedi. Güldük yine. Bardağıma tekrar su doldurdum ve denizi seyretmeye başladım. Mermerci ağzını şapırdatıp, kendi bildiklerini anlatmaya başladı.
-Buralarda eskiden beri pek çok efsane anlatırlar ama bu heykelin hikâyesi hep başka olmuştur. Benim büyük büyük babalarımda hep mermerci oldukları için dedem heykel konusunda pek çok hikâye anlatırdı. Buralarda mermerle uğraşanlar heykelde yaparlar ya. Neyse, dedemin anlattığına göre de bu Pranksites adlı heykeltıraş, şimdiki Bodrum’da oturan ahalinin isteği üzerine iki Afrodit heykeli yapar. Bunlardan birinde Afrodit kapalıyken, diğeriyse çırılçıplaktır. Efsaneye göre Pranksites kadınlara düşkün bir adammış. Eh, şimdi sanatçıları duyarsın, aynı ayar yani! Neyse bu adam karısını çok sevmesine rağmen, pek çok güzel kadının heykelini yaparken de onlarla beraber sevişirmiş. Pranksites ayrıca çok hayırsever biriymiş. Neyse, bir gün genç bir kadın para almak için Pranksites denen adamın yanına uğramış. Pranksites genç kadını gördüğü an ona âşık olmuş. Ama kadının çaresizliği, kucağındaki bebeği, yüzünden okunan çaresizlik içini sızlatmış. Demiş ki kadına, ben senin heykelini yapak istiyorum ve sana çok para vereceğim. Tabi o Bodrum tarafında oturan halk diyordum ya, oradakilerin vereceği parayı kadına verecekmiş. Kadın çaresiz olduğu için kabul etmiş. Ne acı değil mi? Bu hikâyeyi anlatırken dedem ağlardı. Neyse işte, kadın çırılçıplak soyunmuş. Memeleri o kadar sert ve güzelmiş ki, Pranksites dokunmak istemiş onlara. Fakat kendini tutmuş. Çaresiz bir insandan faydalanmak istemiyormuş. Heykeli normalden biraz daha uzun bir zaman sürede yapmış. Heykeli yaptığı sürece de atölyesinde kadınla bebeğin kalmasını istemiş. Eve akşamları erken dönüyormuş ki, karısı şüphelenmesin. Tabi karısı atölyesine gitse baksa, kadınla bebeğini görse ne düşünür? Bundan korktuğu için Pranksites heykeli bir an önce bitirmesi gerekiyormuş ama her gün heykelini yaptığı kadının çıplak vücudunu görmekten büyük haz aldığı içinde kendini riske atmış. Heykelin bitirmeye yakın bir gün sahile inip, yüzdüğü sıra karısı atölyesine gelmiş ve genç kadınla bebeğini görmüş. Kadını görünce kafası atmış ve eline geçirdiği kesici bir aleti kadının memelerinin arasına saplamış. O an bebeği de ağlayınca, onu da pencereden uçuruma doğru fırlatmış. Genç kadın ölmek üzereyken, son sözlerini söylemek için çırpınıyormuş. Pranksites’in karısı genç kadının dudaklarına doğru kulağını yaklaştırmış ama kadın bilmediği bir dilde bir şeyler söylüyormuş. Birkaç saniye sonra da kadın ölmüş. Pranksites’in karısı genç kadını üzerindeki elbiseyi soyunca, vücudunun beyazlığını ve memelerinin güzelliğini görmüş. Sonra kadının yumruk yapıp, sıktığı sağ elini açmak için uğraşmış. Avucunda ne saklıyor diye merak etmiş. Genç kadının avucunu açınca, sabahleyin kendi yaptığı ve kocası Pranksites’e verdiği ekmekten bir parça görmüş. Kadını ve bebeğini öldürdüğü için kendini affedememiş ve bebeği fırlatıp attığı pencereden uçuruma doğru kendisini bırakmış. Görüyor musun işte, bu da efsanenin farklı boyutu.
Mermerci çok okumuş, kültürlü birine benziyordu. En azından ben öyle sanmakla kendimi mutlu ettim. Neyse ki rakının dibine vurmadı. Gitmem lazım, Merkez’de işim var deyince kal diye de üstelemedi ama Datça’dan ayrılmadan önce tekrar yanına uğramamı istedi. Bana hediye verecekmiş. Hediyeyi gerçekten merak ediyorum.
Burası gerçekten güzel bir yer. Tatile gelenleri şimdi daha iyi anlıyorum. Kentin ilginç bir tarihi de var. Altı yüzlü yıllarda yaşayan insan sayısı çok azmış. Sonradan Menteşe Beyliğinden sonra Osmanlı burayı alınca adını Datça koymuş. Osmanlının son zamanları adı Reşadiye olmuş ama sonra yine değiştirmişler neyse ki! Knodis’in zenginliklerini ortaya çıkarmak için pek çok yerde kazı çalışması var. Tabi zamanında İngilizler kazdıkça kazmışlar. Buranın halkı gemilerle pek çok tarihi eserin İngiltere’ye kaçırıldığını düşünüyor. Haksız da değiller yani.
Bilgisayarı dizimden kaldırıp, yastığın üstüne koydum. Plaj şemsiyesi de pek işe yaramıyor, buranın havası çok nemli. Yanımda getirdiğim kitaplardan birini sırt çantamdan çıkardım. Okuduğum bir yer, o kısmı da seninle paylaşmak istiyorum:
’Yaratılmışların imkân verdiği müddetçe artan ve onu veba gibi saran duygulardan kurtulmanın tek yolu ‘aynı şeyler’ üzerine düşünmektir. İnsanlık ‘şeylerin kehanetiyle’ yaşar. Bu şeyler ilahiyatında, materyalist akımında zehridir. Kullanılmak istenilen, toplum olgusu oluşturulup, kendi emelleri için harcanan insanlar, başkalarına edebiyat, resim, müzik, para, kıymetli eşya olmaya başlarlar.. İnsanın doyurulması güç egolarının sebep olduğu yanlışlıklar dizisi etrafında kümelenip, kendi realitelerini incelerler, düzenlerler ve yaşarlar. Ultra şehirlerin sahip olduğu mitler, yasalar dışıdır. Yasa, eleştirinin ve günahın ancak kendine dokunan mefhumlar olduğu müddetçe aktif olduğu, müsebbiplerin ve maruz kalanların aynı oranda sahip olamadığı uyuşturucudan başka bir şey değildir. ‘Aynı şeyler’ kısıtlanan sahipliğimizin sonsuz oluşunu değil, bile bile hissizleşip, katlanabilme yolunu bizlere açar. Gördüğümüz ve her defasında tepki gösterdiğimiz şeyler, aynı şeylerin zorlamasıyla oluşur. Bizim için önemli olanın yaşamak olduğunu biliriz ama bunu duymaya dahi katlanamayız. Katlanmamız gereken, bize önceden testi içinde sunulmuş kutsal suyumuzdur. Bu kutsak su aksimizi, varlığımızı betimler. Ancak kendi ‘kutsal suyumuzu’ koruma, ona sahip çıkma yollarını çevremiz belirler. Eğitim seviyesinden, maddi refaha kadar her türlü ayrımlar ‘kutsal suyun’ içini kirlen birer dış mihraklı düşmandırlar. Bunlara katlanıp, kendimizi önemsemeye, üstün tutmaya çalışırız. Arınmayı yeğ tutmayıp, ‘nasıl olsa bundan daha iyisine sahip değilim’ deyip, insanlığın mahvına sebep olan doyumsuzluklara göz yummak, akıl sır almaz homurdanmalarımızın da sebebi olur. Ama bizler kendi suçumuzu dahi görmek isteyip, suçlu olma psikolojini buhranlarımıza gömüp, safdilliğin ilkelerini yıkarız. Asıl kıyamette: ‘Her şeyde bir şey bendendir, benim olmadığım şey var edilmemiştir’ bilinciyle yaşama tutunma iddiasıdır. Maruzatın böylesi müsebbiplerin maruz olanlara her türlü muameleyi keyfi olarak uygulamaları içindir. ‘Kutsal suyun’ kirlenmemesi için elden geldiğinde çevre etkisinden uzaklaşmak gerekir. Her şeyin bilindiği, esas olarak yeni kavramlara ihtiyaç dahi duyulmayan yaşamda, saflığın ve şişirilmişliğimizin hangi amaca hizmet ettiğini düşünmemiz gerekir. Düşünüyorum diyenlerin çoğu, asıl düşünmeyi bir başkasına bırakıp, kulaktan duyma olgu analizi ve irdeleme yetisine sahip olduğunu aklına dahi getirmeyenlerdir. Maruz kalmaktan, maruzat dahi sunamadan yaşamın ona sunduklarını kabullenmekten bahsediyoruz ama bu maruz kalanların, ‘kutsal suyunu’ çok fazla kirletmeden yaşayan insanlarla da aralarında fark vardır. ‘Kutsal suyunu’ pek kirletmeden yaşayanlar için ‘eski kafalı, hiç kendini geliştirmemiş, zamandan haberi yok’ söylemleri kullanılır ve bu söylemlerden kimi zaman zevk dahi duyulur. Küçümseme, bir başkası için yeterli olmadığını kanıtlama çabası, öç alma çabasından ileri gelir. Tatminkâr olmanın, yeni avcısı olmanın fikir mülahazasında eski bir Çinliye, Yunanlıya ya da doğrunun kaynağını saf sunan peygamberlere denk gelebilmesi mümkün müdür? Her devir, yaş, ortam, kendi içinde mükemmel ve kalıtsaldır. ’
Ben ne anladım ki şimdi şu yukarıda alıntıladığım parçadan? Hiç! Aslında yazmak bile istemiyordum; ne sana ne de başkasına. Her köşe başında gözyaşının olduğu, dokunduğumuz her yaradan asırların irinin çıktığı bir dünyada hangi güçle yazabilecektim ki? Yine de denedim. Bir yolculuğun, efsanenin dökümü oldu. Saflığın alınıp yerine kendi egolarını koyanların, doğrularını teker teker çiğnediklerini görüce değil yazmak, yaşamaktan dahi iğreniyorum. Sevgilerimiz, arkadaşlıklarımız hangi bağ üzerine kuruluyor ki? Kandırmak üzerine mi? Sırt dönme üzerine mi? Yok etme üzerine mi?
İnsan sırtını dostuna dahi dayayamaz hale geldi. Parçalanmış mutsuzlukların ve güvensizliklerin kol gezdiği bir dünyada ilişkilerimizin hepsi sahteleşti. Oyun oynuyor gibi yaşıyoruz hayatı. Rekabet, insanın kaybetmesine sebep olma, hatta insanları yüzündeki gülücüklerle öldürme bu oyunun bir parçası gibi… Kanıksamak çok zor! Şikâyet ede ede alışıyor insan ama her şeyden kaçmak, kendini dahi görmek istiyorsun. Düşünüyorum acaba uzak kaldıkça insanlardan, sevdiklerimden, dostlarımdan daha az mı kirleniyorum? Ben de onlarla beraber olduğumda onları kirleten ben mi oluyorum? En hassas yerimden vuruldukça daha ne kadar iyi kalabilirim ki? Art niyet olmadan, hiçbir çıkarın el üstünde tutulmadığı bir sevgi, muhabbet göster deseler, kimi işaret edebilirim ki? Ama ben hep susmuyor muyum? Sustukça başkalarının razı olmadığı, üstünden geçip el vermediği duygulardan dolayı suçlanıyorum. Yok sayılıyorum, kendi ahlaksızlıklarına beni gömüyorlar. Çirkef, hep kirletilmiş ama habersiz kalınmış bir ihanet oluvermenin sancısını beynimde yaşıyorum. Beynimi boşaltmak o kadar zor ki? Sırf düşünmemek için başımı soğuk suyun altına sokup, dakikalarca suyun fayansa değdiği andaki sesi dinliyorum.
Doğruyu söylemek isterdim, yani iyiyi. İyi biri olmak isterdim ama bunu becerebilmek o kadar zor ki! Kendimi eskinin mitoslarında, simgelerinde arıyor ve iyiye ulaşabileceğim yollar çizebilmek adına uğraş veriyorum. Çoğu zaman ‘mış’ gibi mi yapıyorum? Tekrar çocuk olmayı, kadın olmayı, yaşlanmayı hayal ediyorum. Bu hayallerimin arasından en gerçeği yaşlanmak! Peki, yaşlanınca nasıl düşüneceğim? Yapmadığım iyiliklerden, söylemediğim doğrulardan, karar vermekte zorlandığım hayatım adına üzülüp duracak, kendi tükenişimi mi hızlandıracağım? Hayvanlardan korktuğumuz kadar kendimizden korkabiliyor muyuz? Hep güçsüz, iradesiz ve bitkin canlılar olmayı kabullenmek işin en kolay yanı sanırım.
Sana sevgili hiç, Oğuz Atay’ın ‘Unutulan’ adlı öyküsünün son bölümü paylaşarak hoşça kal demek istiyorum. Hoşça kal? Nasıl da samimiyetten uzak, aptalca bir laf! Eğer sevdiğin biriyse, onsuz nasıl hoş kalacaksın ki? Temenni işte!
’Işığın altından kaçmaya çabalayan bir hamamböceği takıldı gözüne, kendine geldi. El feneriyle izledi böceği: Çirkin yaratık, yukarı çıkmaya çalışıyordu ağlara takılarak. Böceğin ayakları, elbiseyi parçalar diye korktu. Yıllar geçmişti, küçük bir dokunuşa dayanamazdı, kim bilir? İşte, boynundan yukarı doğru çıkıyor, yanağında biraz sendeledi: Sakalı biraz uzamış da ondan; zaten her gün tıraş olmayı sevmezdi. Yanaktan yukarı çıkan böcek, şakağa doğru gözden kayboldu. El fenerini oraya tutsam mı? Hayır. Korktu; fakat yarı karanlıkta kurşunun deliğini gördü. Titreyerek geri çekildiği sırada, aynı delikten çıktı hamamböceği: Bacaklarının arasında küçük, pürüzlü bir parça taşıyordu. Dehşete kapılarak feneri deliğin içine tuttu: Işınlar, kafatasının iç duvarlarında yansıdı. Eyvah! Böcekler beynini yemişlerdi, en yumuşak tarafını. Belki de hamamböceği son parçayı taşıyordu. Kendini tutamadı:
-Seni çok mu yalnız bıraktılar sevgilim? dedi.
Aşağıdan, başka bir deliğin içinden sevgilisinin sesini duydu.
- Bir şey mi söyledin canım?
Elini telaşla kitap sandığına soktu.
- Hiç, diye karşılık verdi aceleyle. Kendi kendime konuşuyordum.’
Bazen kendimle konuşmak o kadar yoruyor ki hiç, bir resim, bir kedi veyahut en kolayından bir kitapla baş başa kalıp, farklılığın tadını hissetmeyi özlüyorum.
Çok yorgunuz! Mermercinin anlattığı hikâyedeki genç kadın kadar saf olamayacak kadar yorgun!
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.