Hey gidi günler, hey!
Geç ve ani gelen değişim, insanlar üzerinde olumsuz etkiler bıraktığını hep gözlemlemişimdir…
Köyümüz, akım taşıyan yüksek gerilim hatlarından üç km uzaklıktadır. Bu hatların çok eskiden yapılıp komşu ülkelere akım götüren hatlardı.
“Mum dibine ışık vermez” misali, bu akım hatları uzakları aydınlatıyordu oysa. Ayrıca Diyarbakır/ Çınar karayolu üstünde TRT radyoevi ve burada personel konutları ile bir karakol da vardı.
Biz köy çocukları, yazın ramazan aylarında o evlerden buz alırdık. Akşama doğru poşetler alınıp, köyden 3 km. uzaklıkta olan bu evlerden buz alıp köye dönerdik. Bu buzlarla suya, ayrana katıp soğuk su ihtiyacımızı giderirdik. Sağ olsunlar hiçbir zaman bizleri buzsuz da bırakmazlardı. Unutamadığım bir kaza; TRT evlerinde buz almaya giden bir çocuk, araba kazasında hayatını kaybetmişti.
Köye hala elektrikler verilmemişti. Elektriklerin olmadığı yerde, teknolojiden bahsetmek mümkün değildir.
Bunlardan uzağı yakın eden televizyon, dünyayı ayağımıza getiren internet denen iletişim araçlarından yoksunduk. Bu iletişim araçları İnsanlara faydaları aşikârdır. Bunlar nerdeyse hayatımızı değiştirdiği gibi kolaylaştırıyor da…
Köyümüz otuzbeş hanelik bir köydü. Köylüler tutucu ve gelenek göreneklerine çok bağlıydılar. Fakat çok bilenler(ağa, şeyh ve imam) tarafından da eğilip bükülebilen insanlardı. Resmiyetin giremediği bu yerlere töre tüm çarpıklığıyla insanlar üstünde hükmünü hissettiriyordu.
Bu geri kalmışlık sadece güneydoğu, doğu Anadolu yörelerine has bir şey değil elbet diğer bölgelerimizde de ılıman da olsa kırsal yerlerde medeniyetten mahrumiyetlik vardır.
“Medeniyetin girmediği yerde, karanlık vardır”
Köyden, üç kişi okuluyduk! Ben, ağabeyim ve bir arkadaşım olan Mehmet… Mehmet, komşu köylerde ilkokula ben ve ağabeyim çok uzaklarda bir yatılı okulda okuyorduk.
Şimdi anlatacağım(yazacağım) hatıraları 1983 ile 1989 arasında geçen altı yıllık gözlemlemelerime dayanır. Köyümüze elektriklerin verilmesi 1987’nin eylül ayındaydı sanırım.
Yaz tatilinde bizim köyde yaşam yokluk içinde fakat yokluğu nimet bilip eğlenceye çevirebiliyorduk, kıt imkânlarımızla top bulup futbol oynuyor, geceleri damda bir araya gelip masal ve günlük haberlerden, bilimlerden tartışıp sohbetler ediyorduk. Biz okul öğretilerimizi etrafımızda toplanan çocuklara keyifle paylaşıyorduk.
Hiç unutamadığım bir olay: bir gece gene damda oturmuş sohbetteydik; köyde nerdeyse evlerin çoğu birbirine bitiştik ve damlar tek bir düzlemdeymiş gibidir.
O gece, Gökyüzü masmavi ve Ay, altınımsı bir parlaklıkla parlıyordu, gök o kadar berrak ve duruydu ki yıldızlar sayılabilirdi. Arkadaşlardan biri:
“Keşke biz bu ayın üzerinde olup, ‘Asker-kaçakçı’ oyunu oynayabilseydik” demesiyle, ben “zaten insanlar aya ayakbastılar ve bir zaman gelecek isteyen ve gücü olan oraya seyahate gidebilecekler!” lafı ağzımdan kaçırmıştım. Önce bir sessizlik ve sonra alayla bir gülüşme koptu. “Bu kadarı da olmaz” homurtularıyla susturulmuştum.
Ayrıca bizden az uzakta olan bir yaşlı amcamız da sesimizi duymuş olmalı ki “ Aya basanı Allah çarpar, Ay nurdur, kutsaldır…” ve devam ederek “Okula gideceğinize camiye gitseydiniz böyle abuk sabuk bilgiler edinmezdiniz” diye azarlamıştı beni.
Köyde, erkek ve kız çocuklar kesinlikle bir arada oynayamadığı gibi bir arada oturup sohbetler de yapılmazdı. Haremlik-selamlık bir fenomenlikti. Bazen biz erkekler, köy çeşmesinde su içmek isterken haliyle kızlar da bulunurdu biz nezaketen oluklara ağzımızı dayayıp su içmektense, kızlardan su rica ederdik. Onlar da tas, ibrik veya herhangi bir kapla su doldurup bize su ikram ederlerken yüzlerini yemeniyle örtüp veya yüzümüze hiç bakmadan verirlerdi. Akranlarımız olmasına rağmen aramızda hep uzak mesafeler olurdu. Birbirimize değdiğimiz an taciz sayılırdı…
Ayrıca Köy odalarında ise büyükler en üst tepede, biz çocuklar, gençler ise nerdeyse ayakkabılık yerde oturur, konuşanları dinlerdik. Adettendi. Hele çok yaşlı ve ileri gelen biriyse, yanlışları, kusurları ve hataları birer doğru olarak kabul edilirdi, cevap hakkı ise nerdeyse hiç yoktu; kalıtsal deyimleriyle bizleri öyle ikna etmişlerdi “Biz babalarımızda bunları öğrendik!”
Bir gece yine arkadaşlarımla beraber köy odasındaydık ve ayakkabılık yerde yerlerimizi almıştık. Köyün en yaşlı “dede” diye seslendiğimiz Hasan dede:
“Duydum ki geçenlerde bir ukala çocuk, insanların aya ayak bastığını ve bir gün bizlerin de gidebileceğimizi söylemiş! Nasıl cüret eder?” dedi. Bu laf bana söylenmişti. Meğer hocaya giden bir arkadaşım camide bunu söylemişmiş… Hasan dede söylemeklerine devam edip:
“Bir de köy caminin arka arsasında top sahası yapmışlar! Atlar gibi sabahtan akşama kadar koşarlar! Ağalar, yarın kızlarımız da top oynarlarsa hiç şaşmayacağım” derken kendimi tutamamış “Ne olacak ki, top oynarlarsa…” dememle, içerde bir homurtu koptu sanki ‘isyana teşvik’ ettim gibi birkaç hafif şamarla hemencecik susturulmuştum. Ve tabii ki odadan da kovulmuştum, arkamdan birkaç arkadaşım da beni izlemişlerdi.
Ertesi gün olanlara inat edercesine, arkadaşları toplayıp, cami arkasındaki sahada futbol oynama başlamıştık. Ayrıca Çok heyecanlı ve kalabalık seyircili bir maçtı. Az sonra camiden çıkanların küfürlü homurtularıyla karşı karşıya kalmıştık. Yetmediği gibi Hasan amca, ta sahaya gelip topumuzu yakaladığı gibi, cebinden küçük çakısını çıkarıp söndürmüştü topumuzu, neymiş “Hıristiyanların çıkardığı bir oyun olduğu için biz Müslümanlara haramdır” diye.
Ayrıca köyde, kızların güneş doğmadan önce uyanmaları ve günlük işlerine başlamasına zapturaptlı bir gerekliliği vardı.” Güneşten sonra uyanan kadından hayır gelmezmiş”. Kadınların zaten günlük işleri olan, avlu, ahır temizlemek, hamur hazırlayıp tandıra götürmek gibi sıradan işlerdi.
Köyde nerdeyse her evde çorba ile kahvaltı yapılırdı. Tabii bu bazı köy çocuklarının tepkisine neden olurdu. Bereket bizim evde çay yanında peynir, yumurta, bal ve tereyağı bol olurdu ve babam, bizim yiyecek gıdamıza önem verirdi.
Sabahları çorbayla kahvaltı yapanlar, evden aşırdıkları çaydanlık, lor, peynir ve yumurta-patates ile bizim köyün tek bahçelik alan olan dut ağaçların altında toplanıp çaya(akarsu) koşardık. Orada kalıcı bir duldamız olurdu hemen oracıkta çalı-çırpı toplar çaydanlığı koyar çayımız demlerdik, sonra açık havada iştahla önümüze ne geldiyse silip süpürürdük.
Yokluk, yoksunluk içinde bile güzel günler çıkarabiliyorduk. En azında azla yetinmeyi çok iyi biliyorduk. Yokluk hayatın sonu değildi bizim için; hayatı seviyorduk…
Bununla beraber ben Diyarbakır’da lise bire başladığım ilk haftasında bir depresyon geçirmiştim. Ve ardında iki intihara teşebbüsüm olmuştu! Ben bu olanlara hiç anlam verememiştim. Apansız olmuştu çünkü hakikaten güzel günler geçiyordum. Bu hastalığın, köyde tanımı yoktu ve “yürüyor ve yiyorsa hasta değildir” teşhisi koymuşlardı köylülerce. Hakikaten köyde, bu tür hastalıklar hiç duyulmamıştı ayrıca köye doktorların gelmesi çok nadirdi, köyden de hastaneye gidenlere hiç tanık olmamıştım.
Bir aylık raporluluktan faydalanıp babamı kandırmış, Bursa’daki abimlere bir haftalığına tatile gitmiş fakat tam iki yıl köye dönmemiştim.
Köy ile büyük kent hayatı arasında ne çok uçurumların olduğunu gözlemlemiştim Bursa’da yaşadığım süre içinde. Askere gitme vakti ancak köye dönmüştüm. Geldiğimde ise eski köy hayatı yerinde yeller esiyordu. Ani gelen değişim rüzgârları her yeri sarmıştı. Hayat, bütünüyle değişmişti! Köye elektriklerin verilmesiyle, her eve televizyon, buzdolabı girmişti hata bazı evlerde bulaşık makinesi de yerini almıştı. Hayretler içinde kendimi bulmuştum.
Köyde olduğum bir gece düğün vardı hem de bir akran arkadaşım evleniyordu. Birkaç saat babamla hasret giderdikten sonra hemen düğün alanına doğru gitmiş, orada da hayretlerim devam etti. Kızlı erkekli el ele girmiş halay çekiyorlardı. Daha önce saçlarını, ellerini göremediğim genç kızların modern giyinişleri beni şaşırtmaya devam ediyordu. Hata bir akranım olan Suna, yanıma gelip beni halaya kaldırırken tanıyamamıştın, daha sonra “Sanırım beni tanımadın ne çabuk umuttun, sosyete güzeli…” demeseydi ve tanıtmasaydı kesinlikle tanımazdım. Sonra halaydan çıkıp tenha bir yere oturdum. Bir bayan daha “ Hoş geldin kaptan, yarınki maçımıza hakem olur musun?.. Meğer bizim bir zaman önceleri top oynadığımız yerde onlar top oynarlarmış.
Her şey iyi hoş da… “Ani ve geç gelen bu değişimin” kötü tarafları da beraberinde getirmişti; daha önce bitiştik ve tek dam halindeki evler alabildiğince birbirinden uzaklaşmış, köylüler bireyselleşmeye doğru gitmişlerdi. Onları bir araya getiren üç olgu: yas, Düğün ve Bayram dışında hepsi birbirinde kopuk bir hayatı benimsemişler ve hala bu günümüzde de kopmalara devam etmektedir!
Bu değişim, köye 1987 yılında elektriklerin verilmesinin hemen ardından okulun yapılması, evlere televizyonların girip odalarının en üst yerinde yer alması, düşünce ve değerlerin erezyona uğrması ve popüler kültürlülüğün(aşırı tüketim) yeşermesiyle oluşmuştu.
Değişimler güzel oluyor da… Değişimle başlanan yenilikler maalesef öz değerlerimizi de alıp götürüyor! Hani, kentlerde hayat, toplumsal gibi görünse de aslında içi boş bir kalabalık bireyselleşmesidir; herkes kendi derdinde, kendi hayatındadır. Fakat köylerde, hayatın toplumsallıktan bireyleşeceğine asla inanmazdım! Ama oldu, oluyor da…
Hala, güzel birkaç şey var gibi… Yeri geldiğinde utanmayı bilirler, hala doğal halleri ve saflıkları yüzlerinden okunabiliyor. Saygı, sevgi kısmen de olsa hala var.
Herkes kendi payına düşen teknolojilerini alırken, beraberinde kendi yalnızlıklarını da almış oldular…
“Alın kendi teknolojinizi verin benim eski köyümü” dedirten bir özlem içindeyim şimdi.
DENEME/2011 / ANİ VE GEÇ GELEN DEĞİŞİM
YORUMLAR
Her yerde olan sorun hasta değilsin maşallah iyisin ama yaşamı sürdürürken içinden çıkamadığı bir çok sorunla karşı karşıya geliyor insan. Maddi ve manevi bu sorunlar insanların ruh halini olumsuz yönde etkileyebilmektedir. Olumsuz yönde etkilenme sonucunda bizlerin ruhsal ve duygusal sorunların yaşayabildiği gibi çocuklarımızda yaşayabilmektedir.Depresyon bu ruhsal sorunların en yaygın olanıdır.
Tedavi edilmesi son derece önemlidir...
Eğer edilmezse ergen bireyin hayatını tehdit eder bir duruma gelebilir...
Ergenlikte üzerinde durulması gereken en önemli faktör ve dönüşü olmayan Maalesef...
Bunun nedenleri 2 başlık altında toplanır
Psikolojik Hastalıklar
*En sık intihara yol açan psikolojik hastalık depresyondur
*Alkol ve madde bağımlılığına sahip olma
*Kişilik bozukluklarına sahip olma
Yaşamsal Sorunlar
*Aile içi sorunlar
*Aile içi şiddet
*Ailede ruhsal rahatsızlık ya da intihar girişiminin öyküsünün olması
*Benlik saygısında azalma
*Kendini soyutlanmış hissetme
* Sorun çözmede yaşanan başarısızlıklar
*İntihar yoluyla unutulmayacağına inanma
Gerçekler hiçte pembe olmuyor hayatta ve ben bir ergen ve genç bir çocuğun gerçek dolu hikayesini okudum mutluluk vardı paylaşım vardı ama birey olduğun çocukta olsa unutuluyor ve bir çocuk doğduğundan itibaren söz hakkı almalı ama toplum buna izin vermiyor bazen sen sus küçüksün bazende sen büyüksün yani ortalama hesap yok susturulma buda gençliğe adım atarken büyük depresyonlara neden olup intihara kadar sürükleyen bir hikaye oluyor...
Teknoloji ona gelince gerçekten bende tanıyamıyorum köyümü...Doğal gaz oradan geçiyor hat olarak ama yok elektrik su evet muaftı oldu ama hala gazeteler yoğun kar nedeniyle 2 gün sonra geliyor yada haftada bir okunuyor kışın yaz bilemiyorum ... :)
Anadoluyu kucaklayan ve gerçekle yoğurulmuş bir makale demiyorum hikaye okudum yüreğinizi selamlıyorum sayın yazar saygılarımla güçlü kaleminiz daim olsun Can ....
Bir tek kendimi sanırdım, eski günlerin özlemiyle yanıp tutuşan... İmkanlar çığ gibi, ama ne yazık ki kaybolan ne varsa kazanımlardan kat ve kat fazla. Sanırım, dostluklar, samimiyet, insanlık daha bir had safhadaydı, belki de yanılıyorumdur. Ama, bildiğim bir şey varsa: Günümüzün değerlerinden ve kabul gören vasıflarından çok uzaktayım. Olsun, ben böyle mutluyum. Yazınızı konuşurken, nerelere geldim.
Velhasıl, yürekten kutlarım. Size ve eskide kalan ne varsa ya da kim varsa: SELAMLAR...
Esenlikler dilerim...
Yazıyı sindire sindire okudum. Ve aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık, derler ya aynı öyle oldum. Bir türlü kendimiz olamıyoruz vesselam.
Eskiler, babamızdan öyle gördük, yeniler, uygar devletler böyle yapıyor, diyor. Peki, bizim aklımız fikrimiz yok mu? Bizim kendi değerlerimiz yok mu? Neden kendimiz olamıyoruz?
Derin bir yazıydı, tebrikler
Herşeyin etkileşim olarak iyi ve kötü yanı oluyor ve malesef bizler olumsuz yönde bu etkileşimi yaşamayı yeğliyoruz. Sitem etsek dahi bunu aksine çevirecek şeyler yapmamızda nerede ise imkansız.
Çamaşırların kazanda kaynatılıp kül suyu ile yıkandığı el ile çitilendiği dönemlerdeki kadınlar, şimdi benim makinede çamaşır yıkamam sonrasındaki söylenmem kadar laf etmiyorlardır =)
Çok tembelleştik çokkk. Bencilleştik de.
Çağ atladıkça insanlığımız düşüyor sanırım. =(
Önce hafızana, sonra yüreğine, ondan sonra da kalemine sağlık üstadım! =))
Saygı ve sevgimle...
Geri bırakatırılmış mı? bırakılmış mı? tercih neyse artık. İnsan ilişkilerini belirleyen etkenlerin başında maalesef teknoloji geliyor. Kısaca cahilliğin, yoksulluğun coğrafyası yoktur. Afrika'sı, Asya'sı, Amerika'sı ,Avrupa'sı aynı. Tercihlerdir belirleyici olan.Sanki koşarak okudum yazıyı dostum. Devamını dilerim.