ÖYLE BİR YER
ÖYLE BİR YER
Bakışmak, gülüşmek yasak! Yasak olan her şeyin anlaşılmazlığına (muğlâk) adanık bir yaşam hükmü kol gezerdi. Günah diye birbirlerinden uzak yaşarlardı iki farklı insan türleri. Çocukların çok sevilmesi daha çok işçi olanları sevilirdi; burada en kutsal şey ekmeğini kazanan ve namerde muhtaç olmamak önemliydi.
Doğumla çoğalanların, erkek olanı daha çok sevilirdi; erkek, dar günde, zor günde özelikle aile/köy/kentsel kavgalarında erkekleri daha fazla olan taraf kazanırdı. Çocuklar, gözle kaş arasında büyür ve büyüdüğünün farkına varmadan apansız bir gün gelir, askere yollanır. İki yıllık özlem bir terhis kâğıdıyla biter. Daha askerde iken askeri bittirecek olan çocuğa kız beğenilir hata daha ileri giderek söz bile kesilir.
Bir de çocuk yaşında olan çocuklar var ki daha yaşları onüç- on dört olup evlendirilenler de var. Özelikle bu çocuk yaşta evlilikler korkunç olur; iki çocuğun evlenmesi ve bir yıl sonra kızın hamilelik dönemi iki çocuğun(anne-baba) gözünde kâbus gibi görünür; bu onlar için çok sıra dışı bir olaydır. Onların bir leylek tarafında gelmesi hikâyesi çocuksu zihinlerinden silinmemiş ve bu hamilelik onları alt üst eder. Bu alt üst oluşları ebeveynlerine tatlı bir neşe kaynağı olur.
“Torun geliyor artık bize yaşlanmak kalır” bu yaşlılığın bile ebeveynlerin gurur kaynağıdır. Göğüsleri kabarır. Çocuklar ise onlardan bir bebenin doğum şaşkınlığıyla sarsılır. Bebeye nerdeyse “canlı bebek oyuncak” sanacak kadar masum ve bir o kadar da çocukça bakmaktadırlar!
Ebeveynler tarihi bir zafer kazanmış edasıyla torunu sever, toz kondurmaz bir sevgiyle bağrılarına basarlar. İki (evli)çocuk ise bu sevgiyi kıskanır
“Neden bizi değil de torunlarını daha çok severler” diye.
Sorunun verdiği acımasız cevapsızlığın muammalığından da kurtulamazlar. Bir yıl olmuş aynı yatakta iki yabancı gibi veya çocukluk arkadaşı olarak; bu fazlalığın(bebenin) doğumu garipsemekle yetinirler. Çok sonraları büyüdüklerinden bir gün geç de olsa ebeveyn olduklarını öğreneceklerdir “Nikâhta keramet vardır’dan çok büyüklerin dayattığı baskının kerameti olur” bir ömür boyu geçecek olan yaşam süreçlerinde.
Dengi dengine olmaz hemen hemen hiçbir evlilik; geri kalmışlığın ve ötekileştirilmiş bir halkın ve hep arka planda kalan unutulmuş bir coğrafyada yaşanan bir toplumun trajik hayat sahnesidir bir bakıma tüm bunlar...
Aynı yönlü iki mıknatıs gibi birbirinden itilgen bir hayat sürerler. Bir yastıkta iki mutsuz fakat mutlu görünen iki talihsiz kurbanın portesi yaşam aynasına akseder.
Mutluluk kavramı, taş devrinde teknolojiyle tanışmak kadar lükstür, hayat üçgeninde, doğ, evlen ve ölmektir, bir bakıma hayatın tanımıdır burada apaçık yaşananlar…
Burada el yapımı kaderler çizilir! Boy boy, renk renk! Çizgilerden her çeşit… Eşler bir birlerin elini tutamaz ve çiçek alıp veremez kadar yadırgayıcı bir hüküm altındadır ve nerdeyse fısıldamak bile korkunç bir ayıptır. Her evlilik yıldönümünde birbirlerine hediye vermek yerine her yıl bir can çoğalır. Aile nüfusu katlandıkça yoksulluk bir o kadar artar. El güdümlü kaderlerinde emekli olmak asla yoktur. Acılar, tüm acımasızlığıyla işlenir yüreklerine.
Dişi kuzular evde, er kuzular evden işe, işten eve rutin bir hayat içindeler. Dışarıda evin ihtiyacını karşılayan erkek bazen sigortasız bir işte bazen de gündelik işlerinde harcanırlar. Bazen de pisi pisine yaralanır veya ölürler, hakkını arayacak birileri de hemen hemen hiç olmaz. Çocuk yaşta evlendirilen “Öyle bir yer” coğrafyanın gençlerin hayatı darmadağın ve kesif bir dramasıdır.
Her şeye rağmen vakar bir duruşları da vardır. Üzerlerine çöreklenen habis gerçeklerin yer yer yüreklerine nasır gibi işlenir. Onların hayat sancıları andıran paylaşımları çoğu kez köleleşmeğe doğru götürdüğü gibi bazen de intihara kadar götürebiliyor; iftira, namus belası, düşmanlık gibi… Ve tüm bunlar binlerce zincirin halkalarından birkaç tanesidir, bu çağ dışı hayatın. Yazdıkça hatırlanan, deştikçe kanayan yaraların artık kabuk bağlaması çok arzulanan bir keşkedir.
Günlerin bir tokat gibi enselerinde hissedişleri; kimliği, inancı, hayatı ve en çok mutluluklarının aşındırırdı. Ayaklarında ve ellerindeki nasırları çok çalışmağa yorulabilirdi fakat kederin binbir hasretin, özlemden yoksun bıraktığı çorak yüreklerindeki nasırlarına tanım bulmak nerdeyse imkânsız
Cahil bırakılmışlığın beraberinde getirdiği yalnızlığı, korkuları, utangaçlığı ve mahcupluğu hangi dille irdelenebilir? Bu yörede çemberi kırmak çok zordur veya çok zaman alacağa benziyor.
Bununla beraber yıllarca tüm korkunçluğuyla yaşamış bu topraklarda ansızın mülteci veya azınlık sayılması! Bunun bilimsel bir tanımı yoktur…
Zamanında elini uzatamadığın, ülkenin en ücra köşesinde yaşayan ama hep unutulan insanlara yaklaşmanın ne denli zor olduğu bilinir. Hor görmenin ve ötekileştirmenin yarattığı derin izlerin silinmesi bir o kadar da zordur.
Düşünün:
Bir çocuğun kendi çocuğuna “bebeğin canlı bir oyuncakmış” gözüyle bakmasının nedeni hep ilkelleştirme projelerin ürünü değil midir?
Unutulmuş, ötekileştirilmiş insanlara, geç kalınmış bir el uzatmak acı vermez mi?
Vefasızlığı, unutmuşluğu talihsizlikle yorumlamak da başka bir acıdır!
…
Artık bırakalım, her insan istediği gibi insan gibi yaşasın. Tüm söylencelerimiz, Türkülerimiz birer bahar harmonileriyle söylensin, seslerimiz dağlarda yankılanıp aşk dursun, sevgi dursun ve en çokça birlik ve beraberliğin tadı kalsın damaklarımızdan.
Kendimiz için ne istiyorsak, başkaları için de istemeliyiz. Masrafsız bir duygudaşlıkla (empati) yaklaşmak kime ne zararı olur ki?
Tüm siyasi muhabbetleri bir yana bırakıp, yıllardır olduğu gibi birbirimize kardeşçesine sarılmalı, düşmanları çatlatmalı ve özelikle dış(ecnebi) güçlerin sevinçlerini kursağında bırakıp artık dünyada bizim de var olduğumuzu kanıtlamalıyız.
Öyle bir yer artık X bir yer olarak bilinmesin....
"Çözümde görev almayanlar, problemin bir parçası olurlar’’ Goethe
DEMAN POYRAZ/ ÇIĞ ALTINDAKİ DÜŞLERİMİZ-DENEMELER