- 538 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
KÜSMELERİN MÜZMİN TARİHİ-1
Kuşları neden severim, bilir misin?. Sesleri, rengârenk tüyleri, şu benim paçalı güvercin gibi yere çakılır gibi takla atmaları… Bunlar güzel şeyler, hoş şeyler ama benim kuşlara olan yakınlığımın asıl nedeni bu değil ki. Çocukluğumda bir avlu dolusu güvercinim vardı, anamdan az kötek yemedim işten güçten kaytarıp güvercinlerimle uğraştığım için. Onları barındıracak bir kümes bile yoktu da çalı çırpıdan damın içinde bir bölme yapmıştım anamdan gizli gizli. Gündüz gökyüzünde, akşam olunca buraya tünerlerdi. Sabah malın maşatın çekilmesini, anamın babamın tarlaya bağa gitmesini, ortalığın sakinleşmesini dört gözle beklerdim. Ortalık sakinleşsin ki meydan bana kalsın. Damdan güvercinlerimi avluya çıkarıp birbirleriyle yarışırcasına ötmelerinin, kanat çırpışlarının dayanılmaz coşkusuyla komşumuz Musa abiye koşup, “Gel, gel. Kimin güvercinleri daha güzel ötüyor, daha güzel takla atıyor gör” demenin dayanılmaz heyecanıyla delirirdim. Musa abim… Hacerin Musa… Hacer bibim benim sütanammış. Beni kaç yaşına kadar o emzirmiş. Zarif, nazik bir kadındı… Musa abim de kuşlarını bizim avluya salar, ortalık güvercin cennetine dönerdi. İki güvercinime ad koymuştum: “Şahan ve Ayvaz” İkisi de paçalı… Avluya salıverdiğimde diğerleri kürek mahkûmları gibi volta atarlarken onlar gelir omzuma konardı… Benim iki paçalı güvercinimle Musa abimin kuşları yarışırdı. Aynı anda salardık gökyüzüne… Şahan bir başka uçar, bir başka kanat çırpardı. Benim paçalılar yayından fırlamış ok gibi delerdi gökyüzünü… Ta ki gözden kayboluncaya kadar gözümü ayırmadan izlerdim onları… Benim güvercinlerimin adı “güvercin”di, Musa abimin güvercinlerini adı “Kuş”. Güvercinler akşam geç vakit dönerlerdi avluya arkalarında komşu köylerden peşine takıp getirdikleri bir sürü güvercinle. İçten içe sevinirdim benim paçalıların peşine takıp getirdikleri komşu köylerin kuşlarına da uçmayı öğreteceklerini düşünerek… Avlumuz etrafı yüksek duvarlarla çevrili, pek geniş olmayan, kıyılarında birkaç tane ağaç serpiştirilmiş bahçemsi bir yerdi. Etrafta birilerinin olduğu zamanlar pek oralı görünmezdim ama kimselerin olmadığı zamanlarda güvercinlerimi bahçeye toplar onlara “uçuş” ve “saldırı” dersleri verirdim. Kendisine saldırmayı bekleyerek savunma yapan güvercinlerimi sert ve tok bir sesle uyarır, “Sana saldıracaklarını biliyorsun ve onların saldırmalarını bekliyorsun… Olmaaazzz… Önce sen saldır, hazırlıksız yakala ve üstesinden gel… Üstelik nerede işini bitireceksen orada saldır, hangi yanı zayıfsa oradan saldır… Bir daha sakın sana saldırmalarını bekleme, tamam mııı…”. Bu öğüdü dedem vermişti bana. “Önce sen saldır”… Köyümüzün çocuklarıyla kavga etmiştik de birisi attığı taşla kafamı yarmış, ağlaya ağlaya dedeme gelip şikayet etmiştim. Dedemin “ah yavrum, vah yavrum, elleri kırılasıcalar vay” yollu şefkatini beklerken kulağımın dibine bir tokat ta ondan yemeyeyim mi?. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Dedem “Bir daha şikâyete gelirsen eşek sudan gelinceye kadar döverim seni, benim torunum şikayet etmez, sen onları döv onlar seni şikayet etmek için gelsinler” demiş, kükremişti.
Bir bahar ayıydı. Hava kasvetli, bulutlar üzüm salkımı gibi sarkıyor, neredeyse evlerin çatılarına değecekler. Şahanı ve Ayvazı fırlattım gökyüzüne… Kendilerine yakışır bir kanat çırpışıyla ok gibi fırladılar. Gözüm onlarda. Bir çift, iki çift kanat… Birbirleriyle el ele tutuşmuş gibi yan yana, omuz omuza uçuyorlar… Yükseklikleri arttıkça tek bir vücut görünümü alıyorlar. Onların hızına öyle alışmıştım ki, birkaç dakika sonra gökyüzünde görünmez olurlardı… Bu kez görünebilir bir yükseklikte yalpa yapıyorlar… Şimdiye değin çoktan gözden kaybolmaları gerekirdi. Bir tuhaflık olduğunu anladım… Yükselmeleri gerekirken aşağı aşağı geliyorlar. Birbirlerinden ayrıldılar… Üçüncü bir kuş peydah oldu, Şahan ve Ayvazdan daha iri. “…Akbaba…” Şahan ve ayvaz akıl almaz manevralarla akbabayı kendilerine çekiyorlar, aşağı pike yapıyorlar, ayrılıyorlar, birleşiyorlar, ok gibi yukarı fırlıyorlar, yan boşlukları dolduruyorlar. Akbaba ne yapacağını şaşırıyor. Biri yorulunca diğeri akbabaya şaşırtma verip akbabanın önüne düşüyor, akbaba onu kovalamaya başlıyor. Diğeri yorulunca öbürü… Epeyce boğuştular. Musa abim “Kuşları akbaba kovalıyor, öldürecek” dedi… Yüreğim ağzıma geldi, korktum. Hızlı, zeki, atak manevralarla akbabayı epeyce aşağı çektiler. Musa abim “Koş çifteyi al gel” dedi. İyi atıcıydı, sektirmezdi. İlk atışta akbabayı yere düşürdü… Şahan ve ayvaz ürktüler… İkisinin de gelip omzuma konacağını bekledim heyecanla… Onları okşayıp gagalarından öpecektim. Oysa bana aldırmadan ve hiçbir şey olmamış gibi yine omuz omuza verip fırladılar gökyüzünün derinliklerine… İkisine de küsmüştüm… Biz öylesine yakın arkadaşlardık va onlar saldırıya uğramıştı, ama beni bu dar anlarına ortak etmemişlerdi. Oysa arkadaşlar sevinçlerini de, üzüntülerini de paylaşmalıydı… Ben onları heyecanla kucaklamalıydım, onlar da gelip benim omuzlarıma konmalıydı… Öyle yapmadılar… Hiçbir şey olmamış gibi uçup gittiler…
O akşamüstü Hacer bibim “Oğlum anangil şimdi gelir ırgatlıktan, şu malı maşatı içeri al. Şimdi ben laf duyacağım” diye önce içten sevecen bir sesle, aldırmadığımı görünce de ses tonunu yükselterek yarı azarlar şekilde çıkışırdı bana. Küsmeyi öğrenmiştim. Hacer bibimin beni yarı azarlar ses tonuna karşı küsmüştüm ve bunun sessiz bir karşı koyuş olduğunu hatırlıyorum. Kaç yaşındayım ki… Beş, bilemedin altı… Daha okula bile gitmiyorum… Sonra gönlümü almaya çalışır “Amaaan yavrum, kuş dediğin nedir ki, iki telek bir kuyruk, o da başına buyruk”… Diyerek gizlice beni paylamanın üzüntüsünü yaşar, o an buzlarım çözülür, içimdeki sular ısınır, gider sarılırdım ona… Gecenin geç bir vaktinde avlumuz bembeyaz oldu… Şahan ve Ayvaz “seferden” dönmüşlerdi ve bir sürü “ganimeti” bahçeye yığmışlardı gene… Evden bahçeye fırlamamla anamın güvercinlere koştuğumu anlaması bir oldu… Biliyorum, ardımdan kötek gelecek… Fırsat vermeden köteğin ulaşamayacağı mesafeye, bahçenin girişine kadar koştum… Anam “Hayat”tan bana sesleniyor. “Oğlum güvercinler kaçıyor mu, gel sofraya otur, aşını ye”…anam söylenedursun, onca güvercin içinden gözüm Şahan ve ayvazı aradı… Musa abimin sesi duyuldu… “ Bu gün kötek var”… Musa ağabeyime laf yetiştirirken birisi sağ omzumda, diğeri sol omzumda… Onlar yine omzumdaydı ya, kötek kimin umurunda… Gece yarısına doğru yabancısı olmadığım o ses babamın adını ünledi… Pencereden baktığımda kasketli, yün çoraplarını potur pantolonlarının üzerine çekmiş üç kişi bahçe giriş kapısından içeri, avluya girmişti bile… Beni şikâyet ettiler,
“Oğlunuzun güvercinleri bizim güvercinleri getirmiş yine, oğlunuz mahsus yapıyor bunu, paçalılarını salıp bizim kuşları getirtiyor, komşu köylüyüz, ayıp ayıp” dediler… Anam her zaman yaptığı gibi “Komşum çocuk o, neden kasıtlı yapsın, kuşlarınız hangisiyse alın gidin”. Bir taraftan da “Ben sana gösteririm” der gibi kafa sallıyordu bana. Komşu köylülerimiz bahçeye dalıp “Şu benim, şu benim diyerek” kuşlarını ayırırken içlerinde birinin bana “piç” dediğini babam duymuş… Aslında güvercinlerle böylesine uğraşmama babam da pek hoş bakmazdı ama anam gibi de köteği alıp yürümezdi. Babam ansızın parladı. “Siktir olun gidin ulan, siz de adam gibi güvercin yetiştirin de başka güvercinlerin peşine takılıp gelmesin. Sizin ki güvercin değil mi, güçleri yetiyorsa bizimkilerini götürsünler”. Anam kavga çıkacak diye müdahale ettiyse de babam anamı dinlemedi, komşu köylülerimizin güvercinlerini vermedik, arkalarına baka baka gittiler. Babam kucakladı beni o sevecen gülüşüyle.
Artık anam da alışmış mıydı, ne? Eskisi gibi hırçın davranmıyordu. Bir avlu dolusu güvercinim olmuştu… Babam damın yanına kerpiçten bir kümes yaptı, artık güvercinlerimin bir evi de olmuştu… Üstelik benim güvercinlerimin sayısı köydeki güvercinlerin toplamından daha çoktu… Avlumuzdaki güvercinler kısa sürede birbirleriyle kaynaştılar, kümeste, bahçede birlikte dolaşıyorlar, birlikte yem yiyip, birlikte suya iniyorlar. Kümes, damın içi, bahçemizin tenha köşeleri güvercin yuvasıyla dolup taşıyor. Ağızları pembemsi yavruların yumurtadan çıkışını izledim… Anaç güvercinlerin yavrularını beslemelerine tanık oldum… Akıl almaz bir dayanışma… Bütün güvercinler yem ararken ortak hareket eder, buldukları yemleri ortaklaşa paylaşırlar. Hiç birisinin bir eksiği olmadığı gibi gereksiz bir fazlalıkları da yok… İhtiyaçlarını ortak üretirler ve ortaklaşa paylaşırlar. Gökyüzüne fırladıklarında bir animasyon gösterisi yapıyorlarmışçasına uçuşta ve dalışta ustalıklarını sergilerler. En hayran kaldığım gösterileri de toplu gösterileridir. Gökyüzünde ayrı bir renk, ayrı bir cümbüş…
Büyüdükçe, aklım yetmeye başladıkça aşina olduğum “Özgürlük” kavramıyla güvercinleri özleştirdim hep… Onları böylesine kaygısız, böylesine içten ve yalın kılan, dayanışmacı ruhlarının altında acaba “mülkiyetsizlikleri” olabilir miydi?. Acaba uçmalarının altında yatan sebep de bu muydu?... Koyunlar niçin uçamıyordu, koyunlara kanat taksak uçmak akıllarına gelir miydi?... Çocuk aklımla hep bunları düşünmüştüm de bizim koyunların hımbıllığını gördükçe güvercinlerimi daha bir sever olmuştum. Koyunlar çoban Ziyanın değneğine öylesine alışmışlardı ki, adeta bu değneğin sırtlarından eksik edilmemesi için çoban Ziyanın bacaklarına dolaşırlar, değneğin kalkmasıyla sırtlarını değneğe çevirirlerdi. Çobansız yapamamaya alıştırılmışlardı. Koyunlar kanatsız oldukları için uçamıyorlar değildi, uçmayı bilmedikleri, akıllarına getirmedikleri için kanatları yoktu. Güvercinler, kanatları oldukları için uçmuyorlardı, uçtukları için kanatları vardı.
O akşam Şahanla Ayvazı görmedim, gelip omzuma konmadılar. Ertesi gün köşe bucak onları aradım, yoktular… Günlerce çıkıp gelmelerini bekledim… Yok, yok, yok… Bir daha hiç dönmediler… İkisine de küstüm. Yolda görsem başımı çeviririm. Bırakıp gittiler beni… Yokluklarında hep dağların doruklarında, uçsuz bucaksız ovaların üstünde kanat çırptıklarını hayal ettim… Uçmak onlar için hayattı, özgürlüktü. Hayat ve özgürlük uçmayı bilenler içindi ve onlar ne kendilerini ne de ruhlarını hiçbir yere bağımlı kılmayacak kadar özgürdüler.
Not: Öykü Uzun olması nedeniyle bölüm bölüm yayınlanacaktır. Devamı gelecektir...