- 652 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
ÜRPERDİM SOĞUKTU ZAMAN
Akşamüstü yağmurdan seviyesi yükselmiş, sesi oldukça hırçın bir nehir kenarında yürüyorum. Ağustos sonunda yaz sıcağı bir kenarda bırakmış, rüzgârla ödüllendiriyor. Bu havada yürüyüş yapmak istedi canım. Büyük bir taş parçasının üstüne oturup, kuş seslerini dinliyorum.
“Tatil yapmak için bu güzel köyü seçtim, güzel günler geçirdim, mutluyum.”
“ Sabah sıcacık köy ekmeği ve değişik gelen köy peynirlerini seviyorum. “
Farklı köy reçelleri, yediklerime hiç benzemiyordu. Dinlenmiştim burada. Birkaç gün sonra insan kalabalığına ve gölgelerime dönecektim.
“Akşam eve dönerken gölgelerin içinden geçiyorum.”
Korku romanından fırlamış gibi ağızlarını açmış, kocaman dişleriyle bana doğru bakıyorlardı. Yanımdan geçerken, kendilerini bir arabanın altına atacak gibi. Anlaşılan yoğun çalışmalar travma yaratmıştı bende.
“Bazısı da aniden fırlatıyor kendini boşluklara.”
“Bir üst geçitten hızla geçerken, onların hayalet gibi beni aşıp yolun ortasına fırladığını düşünüyorum.”
“Gerçek değiller. Kendimde biliyorum.”
Bu bir nevrozdu. Sıkıntı Nevrozu.
Bakışlarımı diktiğim sudan kaldırdım gözümü. Köye geldiğimde iki gün boyunca büyük taşın üstüne oturmuş, hiç konuşmadan saatlerce suya taş atmıştım.
“Yorgun hissediyorum kendimi.”
Evin kapı komşusu Göze ile de arkadaş olmuştum. Annesi, peynirli, patatesli gözlemeler yaptı sacın üstünde. Sabahları kuş, inek, horoz sesi ile uyanmak gölgelerimden uzaklaştırmıştı. Evime, tekrar nevrozlarıma dönmek düşüncesi ürküttü.
“Gitmek zorundayım.”
İşim beni bekliyordu. Babam birkaç gün sonra beni alacak, birlikte dönecektik. Ama biraz daha kalma isteği kafama yerleşmişti. Tatilimin bitmesine daha vardı çünkü.
Eve doğru yürürken bir çıtırtı duydum. Çevreye baktığımda, köyün delisi ile karşılaştım. Hırpani yüzde kocaman gözler ürkütücü bir şekilde bana bakıyordu. Saçları yapış yapıştı. Elime bulaşan jöle kıvamlı bir siyahtı sanki. Hızlı adımlarla göz göze gelmemek için oradan kaçtım. Taş eve vardığımda yine akşamüstü saatleriydi. Korkmuştum. Adamın iri gözlerinde nevrozumun parça parça döküldüğünü duyumsadım. Gözler, yavaşça eriyerek gecenin siyahına karıştı. Tüm evreni boyadı. Evren, yerinden kalkmak istercesine hareketler yaptığında yer yerinden oynadı bedenimin derinlerinde.
“Bu güzel köyde yaşadıklarımı kâbusa çevirmeye hakkım yok!”
Rahatlamaya çalıştım.
Akşam olmak üzereydi.
“Güneş battığını nasıl haber verir?”
Koyu bir boyayla. Köy koktu.
“Geri dönmek fikri nevrozumu arttırdı.”
“ Müzik dinlesem. Belki klasik…”
İçeri girdiğim de her şey kımıltısızdı. Açtım müziği. Kendime müthiş bir akşam kahvaltısı hazırlamaya koyuldum. Birden pencerenin ardında bir yüz belirdi. Yüz siyahlaşmaya başladı. Gün ve gece, yüzün arkasında gizlendi. Korkuyla pencereye bakarken, adamın beyaz bir gömlek giydiğini fark ettim. Pencereden atladı. Milyonlarca kilometre uzunluğunda bir boşluktu pencere. Siyah yüzlü adam boşluğa bıraktı kendini. Sonra tekrar, sonra tekrar… Sinirlerim altüst oldu birden. Bıçağın keskin sızısı ile sıçradım. Parmağımı kesmiştim. Kan kesikten çıkarak, derimin etrafına yayıldı. Bir parça kâğıt mendil bastırdım üzerine. Şimdi kâğıt kızıla boyanmıştı. Ecza dolabından bir parça pamuk almaya gittiğimde, banyo kapısı aralıktı. Küçük banyo penceresinden gökyüzünde belirmeye başlayan yıldızları gördüm. Sonra… Gökyüzünün arkasında trilyonlarca kilometrelik uzunluk hızla üzerime geldi. Bağıramadım. Sesim çıkmadı. Ağzım kıpırdandı sadece. Sesim boşluktu. Hala ağzımdan ses çıkmasını bekliyordum. Boşuna. Sesim yoktu.
Canım sıkkın, parmağım acıyarak kendime yeniden bir şeyler hazırlamaya koyuldum. Kapım çalındı. Gelen ev sahibimdi. Tarçınlı çöreklerinden getirmişti. Mis gibi tarçın kokusu burnuma geldi. Ev sahibim suratımın beyazlaştığını fark etmiş ki;
“ Önemli bir şey yok ya!”
Dedi.
“ Yok”
Dedim.
“Parmağımı kestim biraz ve irkildim”.
Gülümsemeye çalışıyordum. Yaşadığım travmaları yansıtmayarak.
“ İçeri girsenize”
Oğlunun geleceğini söyledi, yemek hazırlayacaktı. Teşekkür ederek kapıyı kapattım. Çöreklerin birinden bir parça kopartıp ağzıma attığımda parmağımın kesik yerini acıttım. Tarçın ve kesik… Her ikisi de oldukça keskindi.
“Havaya karışıyor bu keskinlik.”
Sonra yalnızlık. Severdim. Büyülüydü yalnız olmak. Tarçın gibi keskindi ama onun baş döndürücü kokusu yoktu. Sarhoş edici karmaşaları vardı. Yalnızlıktan başım döndü. Kendimi girdabın gri bulutlarında buldum. Gri bulutlar toz kokuyordu. Aklıma açık olan penceremi getirdi. Toz ve toprak birbirlerine girmişler, içlerindeki çürümüşlüğü penceremden içeriye savurmuşlardı. Açık penceremden atlayan adam şimdi yorgun, bu küflü şeyin içinde onlara karıştı. Gülümsedim. Evin giriş katındaydım. Sadece yalnızlık beni küflü bir toprağa sarar, ilkbaharda rüzgârla savrulan tohumlar gibi oraya buraya savururdu.
Rüzgâr nehiri de taşımıştı pencereme. Hızlı debisiyle tüm iç seslerimin sesiydi. Birden üst geçitteki insanların nehire atladığını gördüm. Boğuşmaya çabalamıyorlardı suyla. Kendilerini bırakıp, sürüklenmeye izin vererek, önümden geçip suyun sesinde kayboldulardı.
”Kaybolmak, kaybolmak lazımdı.”
Atladım suya. Beni aşağıya çekti. Suda kayboldum. Sonra fırlattı geriye sessizce.
Oturma odasındaki küçük konsolun üstünde, annemin bana hediyesi olan aynam duruyordu. Ahşap sapında mineli oymalar vardı.
“Anneannemden kalan bu aynayı çok severim.”
Elime aldım. Kendime baktığımda cildimin parladığını gördüm. Solgun ışığın etkisi bile parlaklığı gizleyememişti.
“Dinlenmişim galiba.”
Aynaya yansıyan solgun ışık, küçük mineli sapta parlamalar yapıyordu.
“Parlamalar çok eskiyi hatırlattı bana.”
Oda kapladı düşüncelerimi. Onlar, hızla hareket ediyor, dışarı çıkmak için çabalıyorlardı. Kapıyı açtım. Şimdi bütün evdeydiler. Karalanmış bir tahta gibi silinmeyi bekliyordu ev. Siyah zemin üzerinde beyaz tebeşir izleri… Silinmeliydiler.
Uzaklaşmak için tavandan sarkan yabani otlara baktım şimdi.
“Otlar aşağıya uzanmadan kurtulmalıyım.”
Kokuları beyin hücrelerime yayılıyor. Keskin, içe işleyen toprak kokusuydu saran beni.
Bahçeye bakan pencerede bir karaltı gördüm sanki. Korkudan kapının üstündeki sokak lambasını açtım. Sonra tekrar pencereye koştum. Ortada kimsecikler yoktu. Ama bir sesle irkildim. Çıngırak sesi… Pencereden biraz geri durarak ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Geçen keçi çobanıydı. Birkaç keçiyle beraber geçiyordu yoldan. Karaltılar daha büyümüştü bahçede. Uykum yoktu. Gürültüler geliyordu. Kediler… Gecenin içinden hırıltılı sesleri geliyordu.
Suratıma çarpan rüzgâr beni kendime getirdi.
Karşımda duran sakin ve köhne köy evinin ölgün ışığında, sorguluyordum.
“Neredeyim ben?”
Gökyüzünün uçsuz bucaksızlığına bakınca, evrenin neresinde durduğum düşüncesi geldi.
“Dünyanın küçük bir köyündeyim.”
Korkunç rahatlamış olarak öylece seyrediyordum köy evini.
“Köhne duvarları yaşadığım zaman diliminin dışında bir yerlerde olduğunu söylüyor.“
“Duvarların seslerini duyuyorum.”
Sıvaları dökülmüş duvarlar bazen neşeli, bazen hüzünlü senfonik sesler çıkarıyorlardı. Karşımda yetmiş yıla yakın bir zamandır ayakta kalmış, vefalı, kahırlı bir köy evi vardı. Bu yaşlı ev yakınlarına ağlıyordu belki de… Ne acılara, ne sevinçlere, ne düğünlere tanık olmuştu. Şimdi içindekilerin yoksul yüzlerinde kaybolup gitmişti. Duvardaki sıvalar, kırgın insan yüzleri gibiydi. Dökülmüştü. Yeniden yapılanmak için;
“Merhamet”
Diye bağırıyordu.
Kaskatı kesilmişim. Bu duygular kaskatı yapmıştı her yanımı. Korkuyla karışık bir taş kesilmeydi bu. Ürperdim, soğuktu. Birden kapıda olduğumu fark ettim. Kapı beni içeri çağırıyormuşçasına açıktı. Ben kapıda dimdik durup, öylece bakıyordum köy evine.
“Buraya nasıl gelmiştim?”
“Hangi güç beni buraya sürüklemişti?”
Koşarak köy evininin duvarına kulağımı dayayıp, onu dinlemek istedim.
“Şişt! Zavallı bir ölü konuşacak şimdi”
“Parmağımı ağzıma getirip neyi susturmak istedim?”
“ Kendi iç sesimi mi?”
“Yankıları mı?“
“Sus, garip biri konuşacak şimdi”
“Belki konuşursa rahatlayacak, bir daha da evin duvarında ağlamayacak…”
“Konuş!”
Dedim.
“Konuş, bir daha seni kimse dinlemeyebilir.”
Oysa çökkün sessizlikle başbaşaydım yolun ortasında. Beni bir kuvvet oraya buraya fırlatmıştı. Yol, uçsuz bucaksız gökyüzü ile sürünüp gidiyordu. Asfaltın sıcaklığı gece soğumuştu. Gökyüzü yıldızla kaplı, berrak görünüyordu.
“Bir yıldızı oradan alıp buraya getirmek isterim.”
Yıldız, soğuk kütlesiyle kaplasaydı dünyayı, belki o zaman konuşurdu duvarda ağlayan yüzler. Öyle düşündüm asfaltın ortasında.
“Kâbus mu?”
“Düş mü?”
“Ortalarında neredeyim ben?”
Kalakalmıştım. Kımıldamadan zamansız. Zaman, yanımdan hızla ilerledi. İlerledi, ilerledi… Bir yüzyıl geçmiş gibi... Elimde ucu mineli tahta ayna vardı şimdi.
“Korkuyorum.”
” Gerçekleri göreceğim şimdi, ne olursa olsun.”
Aynayı yüzüme tuttum.
“Yüzüm, yüzümü göremiyorum.”
Yoktu.
“Yüzüm nereye gitmişti?”
Kaybolmuşluğun derinliğindeydi yüz şimdi. Fırtına çıktı. Aynayı şiddetle fırtınanın içine doğru savurdum. Nefret etmiştim. Oysa nostaljiydi benim için. Mineli tahta saplı aynam geçmişe gidiyordu. Kayboldu fırtınanın içinde.
“Ya ben?”
Saçlarım darmadağın, gözlerim dolan tozdan açılamaz bir halde eve doğru koştum.
“Ev beni karşılamaya hazır.”
Kapıyı kapattığımda nehirin sesini duydum. Alamamıştı beni.
“Kapının dışında sinirli sesle akıyor.”
Her yanım tozdan görünmüyordu. Banyoya gittim musluktan nehir akıyordu. Vazgeçmemişti. Israrla beni çağırıyordu. Musluğu da kapattım. Ellerim kirli öylece kaldım bir süre. Ne kadar geçti bilmiyorum. Musluğu tekrar açtığımda berrak su aktı. Suya kavuşmuştum. Bedenimi attım suyun altına. Gözlerimi kapattım.
“Su ve ben!”
Huzurlu bir şeyler duyumsadım bedenimde. Gözlerimi açtığımda ayaklarım yosunla kaplandı. Tavandan sarkan yabani otlar... Havluya sarınarak, dışarıya çıktım. Kendi kendime;
“Kâbus bunlar!”
Kâbus ayaklarımdı. Hızla bedenimi kaplıyordu. Bağırmak istiyordum. Ama beni kimse duyamazdı. Gözlerim fal taşı gibi açtım. Bedenimi izliyordum. Yeşil griye dönüşüyordu. Gri her yerimi kapladı. Bir dumandım şimdi. Boğulmuştum galiba. Yüzümü görmek fikri ödümü patlattı.
“Boğulmuş bir suratı kim görmek ister ki?”
Bir kâbus tarafından ele geçirildiğimi düşünmeye zorladım kendimi. Düşünmek sildi tüm bedenimdekileri. Artık gördüklerim yoktu. Rahatlamıştım.
“Saat kaçtı?”
Duvardaki saate baktım. Sabaha karşı dörttü ve ben hiç uyuyamamıştım. Yatağım öylece duruyordu. Yorganın içine girdim. Grip olmuş gibi hafif ateşim vardım. Uyuyakaldım.
Sabahın çığlıklarıyla uyandım. Güneş odamı doldurmuştu çoktan. Kâbuslarımın penceresine ve karşımda tarih olmuş köy evine baktım. Hepsi geceyi unutmuşa benziyordu. Sükun vardı duruşlarında.
Kapı komşum beni sabah kahvaltısına davet etmek için kapıdaydı. Onlarla kahvaltı etmek için hazırlanmaya başladım. Yarın babama beni alması için telefon ettim. Bu gece evde değil, komşuda kalmak istiyordum. Kahvaltıdan sonra valizi hazırlayacaktım.
“Gitmeye çabuk karar verdim.”
Burada kalsam ne fark edecekti ki? Kabuslar devam ettikten sonra…
YORUMLAR
Vücut sıcaklığımız 37 derece olmalıydı yanlış anımsamıyorsam. Ya ruhumuzunki? Ürperten ondaki soğumalar hep ve bu ani ısı değişimlerini gayet alımlı bir biçimde aktarmış yazı.
Çok şey söyletebilecek kadar donanımlı, dolu ve yalındı kelimeler. İçimizde büyüyen kim? Bu soruyu tekrar ettirdi kerelerce, yanıtsızlığı bile isteye. Kutladım.