- 1418 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SEMİHA BERKSOY
Atatürk’ün kültür ve sanat devrimlerinin ilk ışıklarından olan yaşayan bir tarih:
SEMİHA BERKSOY...
Aylardır Türk işçilerinin Almanya’ya göçünün 40. Yıl Kutlamaları (her ne demekse!..) yapıldı durdu. Nutuklar atıldı, konuşmalar yapıldı. Oysa daha 1936 yılında bir sanatçımız Atatürk tarafından Berlin Yüksek Müzik Akademisi’ne müzik eğitimi yapması için gönderiliyor. Hiç Almancası olmayan bu genç hanım sanatçımız bu okulu birinci dereceyle bitiriyor. 1939’da da Richard Strauss’un 75. Doğum Yılı Festivali’nde sergilenen bir operada başrol oynuyor. Afişleri ile Berlin sokakları donatılıyor. Yani Berlin halkı 60’lı yıllarda işçi göçü ile tanışacağı Türklerden önce bir sanatçımız ile tanışıyor. Bu sanatçımız dünyanın ender seslerinden birine sahip; yüksek dramatik sopranomuz Semiha Berksoy. Alman sanat eleştirmenleri o’nun için kişiliğinde tüm sanat kollarını (opera, tiyatro, resim, film, edebiyat) toplayan anlamına gelen " Gezamtkunstverk" diyorlar. 7. Diyalog Tiyatro Festivali’nin en ilginç konuğu olan, Türkiye’nin yaşayan tarihi ile kaldığı lüks otelinde 2 buçuk saat yapmış olduğum bu tarihi sohbetimi sizlere sunmanın gururunu taşıyorum. Bu yazıyı hazırladığım sırada da Almanya’nın ARD televizyon kanalında ünlü sunucu Alfred Biolek’in de konuğu oluyor ve temiz Almancası ile sohbet ediyor, arkasından da yine Almanca bir arya söylüyor. Kendisiyle 100. yaşının ilk söyleşisini de yapmak umuduyla; 93 yaşına girmesine birkaç hafta kalmış olan bu büyük sanatçımızla yapmış olduğum değerli tarihi sohbetime geçiyorum:
Nasıl bir ailede doğdunuz ve büyüdünüz?
1910 yılında İstanbul’un Çengelköy’ünde doğdum. Çok kültürlü bir ailede büyüdüm. Annem heykeltraş ve ressam Fatma Saime Hanım, babam Ziya Cenap Berksoy ise şairdi ve sesi de çok güzeldi. Dört yaşlarımda annemden jestlerle şiir okumasını, şarkı söylemesini ve resim yapmasını öğrendim. Bende sanatla ilgili ne varsa annemle babamdan aldım. Amcam Kemal Cenap Berksoy, fizyoloji dalında Almanya ve Fransa’da incelemeler yapmış; dünya literatürüne girmiş. Büyükbabam Cenap Efendi ise Bektaşi dervişlerinden olup mezarı Karacaahmet’tedir ve halen mezarı ziyaret edilip iplik asılarak dilekte bulunulur.
Sanat yaşamınız nasıl başladı?
Daha ilkokul sıralarında hikayeler yazar, yazdıklarımı resimlerdim. Şiirler okur, kendi kendime operalar söylerdim. Daha çocuk yaşımda davudi resimle dikkat çekmiştim. Sanat ve bilim aşkı, annem babam dahil tüm aile fertlerinde vardı. Sanatçı ruhu bana onlardan geçti. Kadıköy Ortaokulu’nu birincilikle bitirdim ve liseye Şehsadebaşı’nda İstanbul Kız Lisesi’nde başladım. Çünkü orada bir konservatuar açıldığını duymuştum. Nimet Vahit Hanım sesimi beğendi ve ücretsiz olarak oraya da başlamıştım. Babam her iki okula birden gitmemi istemiyordu. Ona yazdığım bir mektubumda şöyle yazmıştım: "Benim ruhumu sürükleyen, bende alev haline gelen bir şey var; o da sanat aşkıdır." Aynı yıl, yani 1928’de Wagner’in ’Lohengrin’de oynadım. İlk konserimi 1929’da verdim.
Ya ressamlığınız?
Evet, daha ilkokuldayken resim yapmaya başlamıştım. Yazdığım kısa hikayeleri resimleyerek başladım. Annem heykeltraş ve ressamdı; küçük yaşımda ilk hocam o oldu; bana çok şeyler öğretti. Ben kişiliğimde ve ruhumda tüm sanat kollarını toplamış bir insanım. Sanat zoraki olmaz, insanın kendisinde, ruhunda vardır. Şimdi zorla sanatkar olun diyorlar; olmaz!.. 1929’da yapmış olduğum resimleri koltuğumun altına sıkıştırıp Güzel Sanatlar Akademisi’nin kapısını çaldım. Namık İsmail Bey resimlerimi çok beğendi ve yine ücretsiz olarak Güzel Sanatlar Akademisi’ne başladım. Resim yapmadan duramam. Resim yapmak benim için yemek yemek kadar önemlidir. Resimlerim, "Avan-gard dedikleri modern türdendir.
Ve tiyatro yaşamınız?
1930’da gazetede Muhsin Ertuğrul yönetiminde tiyatro okulunun açıldığı haberini okudum. Gittim ve kendisiyle görüştüm. Bana Shakespeare’in ’Hırçın Kız’ından bir bölümü ezberleyip oynamamı söyledi. Beğendi ve böylece İstanbul Belediyesi Konservatuarı’nın Tiyatro Bölümü’ne de başlamış oldum. Yani Şan Bölümü, Tiyatro Bölümü ve Güzel Sanatlar’ın Resim Bölümü. Zaten yaptığım tablolarda da operayı, tiyatroyu ve yaşamı buluşturdum.
Atatürk’ün huzurunda oynadığınız günü anlatır mısınz?
1934 yılında Atatürk’ün emriyle ilk Türk operası "Özsoy"da başrolü Ayşim’i oynadım. Operalarımızın önüne Atatürk’ün heykeli dikilmelidir. Harf, Kıyafet ve Şapka Devrimleri’ni yapan Atatürk, sanat devrimi de yapmak istiyordu. Şöyle düşünüyordu: "Operada reform yapmakla bütün sanatlarda reform yapmış olurum." İşte ben, ömrüm boyunca Atatürk’ün yüksek sanat görüşünün temsilcisi olmaya gayret ettim. O’nun önderliğinde yön alan kültür ve sanat evriminin ilk ışığıyım. 1934 yılında ilk Türk operası olan "Özsoy"u prova ettiğimiz bir gün Atatürk’ün gelip provayı izleyeceği haberini verdiler. Gazi geldi ve locasından provayı seyretti. Hepimiz heyecanlıydık. Oyun bitince "bravo" diye bağırdı. Gece ise saat bir buçukta Çankaya Köşkü’ne davet etti. Ben 24 yaşında heyecandan korkuyor ve tir tir titriyordum. Köşke gittiğimizde Gazi, İnönü ile bilardo oynuyordu. Sarışın, heybetli çok yakışıklı bir insandı Atatürk. Bana hangi okulda okuduğumu sorup şarkılarımı okumamı istedi. Ben de Madam Butterfly Operası’ndan bir arya okumak istediğimi belirttim. Hemen emir verdi, piyanoyu ve ses alma cihazını açtırdı. Sesimi plağa çektiler. Piyanonun yanında benim başımda beni dinledi. Tebrik etti, büfeye gidelim dedi. Masa üzerinde her çeşit içki ve yiyecekler vardı. Gazi bana "Ne içersin?" diye sordu. Utangaç ve titrek bir sesle "şurup efendim" diyebildim. Şurup yoktu. Garsona şurup getirmesini söyledi. Garson pembe bir şurupla döndü. Atatürk garsonun elinden şurubu alıp bana uzattı. Teşekkür ettim. Çok yakışıklı bir insandı. Gözleriyle bana bakıyordu, bense utanıyor; başka yerlere bakmaya çalışıyordum. İşte o arada olan ilginç bir olayı daha aktarmak istiyorum: Atatürk birden "defoll!.. defolll!.." diye bağırdı. Göbekli bir adam geriye doğru giderek kapıdan dışarı çıktı. Bu Senfonik Orkestra Şefi Zeki Güngör Bey’di. Atatürk, ilk Türk operasını oynatmak istediği için kıskanıyorlar ve mani olmaya çalışıyorlardı. Zeki Bey’de provalara türlü türlü bahanelerle engel oluyordu. Şah Rıza Türkiye’ye gelecekti ve Atatürk’te bu Türk operasını hazırlattırıyordu. Zeki Bey’de bunu istemiyordu. Bunun üzerine onu kovup, Adnan Saygun’u şef yapmıştı. 1934 yılında Ulusal operamız olan "Özsoy"u İran Şahı ve Atatürk’ün huzurunda oynadım.
Bir de ilk sesli Türk filminde oynadınız...
1931’de Muhsin Ertuğrul’un çektiği ilk sesli Türk filmi olan "İstanbul Sokaklarında" başrolde hancının kızı Semiha rolünü oynadım. Benden başka Şehir Tiyatrosu sanatçılarından Hazım Körmükçü, Bedia Muvahhit ve Vasfi Rıza Zobu vardı. Bizde sesli film stüdyosu olmadığından, film İpekçi Kardeşler tarafından Paris’te çekildi. Uğraşlarımın içine bir de film oyunculuğu girmiş oldu. Bu film çok büyük yankı yaptı.
1936 yılında Berlin’deki eğitiminiz...
Carl Ebert ve Paul Lohmann gibi uzmanlar tarafından yapılan imtihanı kazanınca burslu olarak Berlin’e Devlet Yüksek Müzik Akademisi Opera Bölümü’nü okumaya gönderildim. Hiç Almancam yoktu. Sesimle bu okulda ünlendim. 1939 yılında bu okulu birincilikle bitirdim ve Richard Strauss’un 75. doğum yılı festivallerinde, Berlin Akademisi eski Apollon Operası’nda üstadın Ariadne auf Naxos operasında başrol Ariadne’yi oynayarak 60 yıl önce Avrupa’da ilk kez opera sahnesine çıkan ilk Türk Sopranosu ünvanını aldım. Berlin’de kalmam için teklifler geldi. Fakat ben kalamadım Türkiye’ye döndüm.
Yeniden ressamlığınıza dönersek: 1969’da Berlin’de bir sergi açtınız...
Berlin Lutzovhaus’da büyük bir sergim oldu. Resimlerim fenomenal olarak değerlendirildi. 1972 yılında da Paris’te, 1974 yılında ise Türkiye’de ilk resim sergim oldu. En son 1997 yılında Kunst Museum Bonn’da yüzyılın en önemli sanatçılarını bir araya getiren "Zeitwenden 2000" sergisine katılan tek Türk oldum; birinci seçildim.
Birkaç sene önce bir kalp ameliyatı oldunuz...
1997’de yani 87 yaşında iken İstanbul’da açık kalp ameliyatı oldum. 93’e gireceğim. Fakat ben kendimi 25 yaşında gibi hissediyorum. Doktorum Deniz Şeker’in de dediği gibi; 87 yıl sanat aşkı ile çarpan kalbim, by-pass ameliyatı ile alevlendi ve ve genç ruhumu da alevlendirdi. Ve bu yenilenmiş yürek bana New York’da Wagner söyletti.
Siz bir söyleşi de "Do sesini verdim, ölümü yendim" diyorsunuz...
Müziğin ilk ve esas sesi "Do"dur. Aynı zamanda "Do" sesi en yüksek sestir. Bu sesi vermek çok zordur. Ben bunu başardım. Bağırarak verdiklerini sananlar da vardır... Bunu doğru verebilmek için zeka ve duygu gereklidir. Ben bunu buldum; dolayısıyla da bütün sesleri doğru veriyorum. "Ölümü yendim" demekle de: insan bir şey de muvaffak olunca ölümsüzleşir; ölümden korkmaz!.. Ölsem de gam yemem; beni ölüm korkutmuyor artık!..
Nazım Hikmet’le yakınlığınız üzerine neler söyleyebilirsiniz?
Nazım Hikmet’le aramızdaki aşk çok derin; platonik bir aşktı. Bana, sesime ve kabiliyetime tutkundu; hayrandı bana... Bana olan hayranlığını bana yazdığı sayfalar dolusu mektuplarda belirtmiştir. Realist ve humanist bir şairdi. O’nun büyük şairliği hep kıskanılmıştır. Şiirlerinin dışında güzelliği ve yakışıklılığını da kıskandılar. Benim de sesim hep kıskanılmıştır. Kıskanan insanlar aptaldırlar. Nazım ve ben zeki olduğumuz için onları hep yenmişizdir. Nazım’ın şiirleri, zekası, benimse sesim ve zekam onları hep altetmiştir. Nasıl ki Nazım’ın şiirleri yıllardır hep okunuyorsa, ben de 92 yaşımda hala sahnedeyim ve opera söylüyorum...
2002 Diyalog Tiyatro Festivali’nde Nazım Hikmet’in "Bu Bir Rüyadır" operetinde 92 yaşında Tosca’yı yorumladınız. Yeni projeniz var mı?
Nazım’ın 100. yıldönümü nedeniyle o’nun Çankırı hapishanesinde benim için Türkçeye çevirdiği profesyonel anlamda ilk opera gösterisi olan Tosca’yı Türkçe olarak Berlin’de okumak istiyorum. Büyükelçimiz ile görüştüm; uygun gördüler. Sanıyorum Nazım’a layık bir anı olur düşüncesindeyim. 2002 kış sezonuna yetiştirmek istiyorum; tabii ölmez sağ kalırsam...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.