- 570 Okunma
- 6 Yorum
- 1 Beğeni
Mehtaptaki kırmızı balonlar...
Kulağında sahilde dinlediği ispinozların kısık melodisi, alnında eski savaşlardan kalma derin çukurlu kırışıklıklarla, kendisini her zaman ki gibi sadık bekleyen komşusuna başıyla selam verdi. En az kendi kadar yorgun olan yosun tutmuş ahşap kapıyı açıtığında dizlerindeki son dermanıyla kendini içeri atacaktı ki,orta yaşlı komşusu Eleni’nin her seferinde söylediği " bir seyciklere ihtiyazınız olursa sekinmeden söleyeseniz..." sözlerine karşı minnettarlık dolu gülümsemesiyle cevap verebilmişti. Kapının paslı menteşelerinden ikinci kez gıçırtılar dar koridorun duvarlarında yankılandığında Nataşa içeri girmiş, Eleni ise komşusunun hayaletine dalgınca bakıyor gibiydi.
İçeri girer girmez ilk işi kumsaldan toplayıpta doldurduğu midye torbasını, rengi solmuş sehpanın yanına koyup, sehpanın üzerindeki birkaç ilacı buruşmuş avcunun içine yerleştirmek oldu. Yarım bardak suyla elindeki hapları yutkunurken, genzini yakan acı yüzünü buruşturmasına sebep olmuştu. Dizlerini dirseklerine destek edip yanaklarını ellerin içine aldıktan sonra tek kişilik yatağından; nem kokan, yer yer duvarlarında küçük çatlaklar olan daracık odanın içinde gezdirdi gözlerini. Dışardan gün batımı ılık temmuz rüzgarı açık pencereden içeri salınırken, beyaz rengini çoktan yitirmiş perdeyi hafifçe oynatırken yerde de boylu boyunca raks eden gölgeler oluşturuyordu. Nataşa yerde oynaşan gölgelere aldırış etmeden duvarda asılı duran, savaş sırasında Moskova’da bir gün batımı çekilmiş fotoğrafa dalıp gitmişti. Asırlık suskunluğun ruhunu daraltıp dehlizlerin içinde kaldığı anlardı bu anlar. Bir çift kırmızı balon kızıla çalmış mehtaba karışırken, iki gülemseyen yüz Moskova’nın soğuğuna inat güneşi ısıtıyordu. Dışarıdan içeri sızan birkaç martı çığlığı Nataşa’nın bakışlarını aralık olan pencerenin kıyısından gökyüzüne çevirmesine sebep olmuştu. Yanağından ellerini çekip yerinden doğruldu. Ağır adımlarla cama yaklaşıp batan güneşe bir de yüksek binaların arasındaki yarımyamalak görünen denizin mavisine baktı. Seğirdi gözleri. Bir anlığına kurumuş dudakları kıpırdar gibi oldu. Sanki eski bir rus şarkısının notaları boşluğa sızacak gibiydi ama olmadı. Uzak bir martının kanatlarında rüzgarla bir olup uzaklaştı kurumuş dudaklarındaki o şarkı.
Kapının tıkırtısı üzerine irkildi.Gelen Eleni idi. Her akşam olduğu gibi küçük bir tepsinin üstünde bir kase sıcak çorba, bir parça ekmekle karşısındaydı Nataşa’nın. Eleni’in elinden tepsiyi alırken bithap düşmüş göz kapaklarını aşağı indirerek sevgi ve teşekkürlerini sunmuştu Nataşa. Eleni de samimiyeti başını hafifce indirip kaldırarak yapmıştı.
Elindeki küçük tepsiyi odanın köşesindeki masanın üzerine bırakarak yeniden tek kişilik yatağına yöneldi. Yatağın başköşesinde duran etejerin çekmecesinden rengi solmuş üç beş mektup çıkardı. Rus alfabesiyle yazılmış mektuplardan ancak ikisini okuyabilmişti. Geçen onca acı dolu yıl onun gözlerinden de bir şeyler alıp götürmüştü. Oysa satır satır ezberindeydi okuduğu bu mektuplar. Sadece eski sevdiklerinden kalma el yazısın görmek ve hissetmek onun için mühimdi.
İştahsız gözlerle masanın üstünde duran tepsiye baktı ama masanın yanına bile gitmek istemedi.Oyalanmak için sahilden topladığı midyelerin kabuğunu önüne döktü. Kimisini deldi kimisini yapıştırıcı sürerek bir şeylere iliştirdi. İşi bittiğinde elindekileri etejerin üstüne koyduğunda hava kararmış, yerde raks eden gölgeler çoktan çekilmişti odanın kırmızı halısının üstünden. Sokak lambalarının loş aydınlığı azda olsa içerideki karanlığı emiyordu. Odanın köşesinde duran masaya yaklaştığında elini cebine sokup bir kiprit kutusu çıkardı. İkinci çakışında kiprit alevlenirken Nataşa’nın alnındaki çizgilerde derin karartılar oluşurken, elmacık kemiklerinde de bir o kadar parlaklık oluşmuştu. Masanın üstündeki mumu yaktıktığı anda annesinin ona bir zamanlar anlattığı kipritçi kız masalı geldi. Yağmur yüklü hatıraları kurutmasaydı gözlerini iki damla yaş bile süzülürdü belkide gözlerinden.Sonra eliyle önündeki tepsiyi duvara doğru sürükledi. Masanın diğer köşesindeki kalem ve kağıdı alıp iki satır yazdı. "Eleni’ye minnet ve sevgilerimle...Bu Suzan için..." Eleni’nin kızında kendi çocukluğunu görürdü her zaman. Elindeki kağıdı sehbanın üzerindeki midye kabuklarının üstüne koydu. Zaman bir nehir olup yelkovanın arasından geçerken İstanbul’un en vazgeçilmez ezan dinletisi bir ninni gibi gelmişti Nataşa’nın kulaklarına. Mumu söndürmeden önce kapısının sürgüsünü komşusuna açar gibi açtıktan sonra yatağına uzandı.İnce bir çizgiden geçip düş ülkesine girdiğinde Moskova’nın mehtabında annesinin onun eline verdiği birkaç kırmızı balonla güneşin kızılında dolaşıyordu. Kulağında annesinin sesi en güzel rus şarkılarını söylüyordu ve rüzgar ikisininde saçlarını savururken paslı gökyüzü yerini en güzel maiye bırakıyordu. Ki en güzel mavi hep annesinin gözlerinde olurdu işte bu yüzden hep denize bakardı Nataşa.Artık denize bakmanın bir anlamı yoktu annesinin yanındayken...
Sabah Eleni açtığında Nataşa’nın kapısını yatağında gülümseyen gözleri kapalı yorgun yüzlü kadını gördü. Bir de Suzan için sehbada duran midyeden yapılma bir oyuncak...
"paslanmış bir gök bir de yüzü vardı " bir de "kırmızı balon vardı mehtapta"
-kipritçi.kız- "suskun" şiirini okurken birden aklımdan geçen öyküydü.ben de içimden geldi yazdım. ona itaf ettim kipritci.kıza....
YORUMLAR
ağlasam mı gülsem mi üff bilemedim ,,
çok mutlu olduuumm ,,
çok güzel olmuş bu yaa ,, ellerine kalemine yüreğine sağlık ,,
anlatmaya kelime bulamam ben buna şimdi kiiiiii ,,
yazabilsem de bende satırlara mukabil bişeyler yazsam ama nerde bende öyle iş,, keramet de gösteremem veli değilim alim değilim ,,
çok teşekkür ederim harikaydı ,,