- 693 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
UZAKLAR…
“Bazen yüreğinde taşıdığın uzaktaki, yanında taşıdığından daha yakındır”. Bu cümleyi okuyunca ben de birçoklarınız gibi sözün sahibi bir edebi otorite aradım durdum. Ne bileyim şöyle ünü yeryüzünü tutmuş bir şair, Nobelli bir yazar, bir bilge, feylesof diye düşündüm. Bir arkadaşım Hintli bir derviş dedi, diğeri bildiğinden o kadar emin bir Budist rahip olduğunu söyledi. Bu arkadaşım bu sözün sahibini bu kadar emin bildiğine göre bize de inanmak düşerdi elbet. Tarih kadar geriye, ütopya kadar ileriye gidecek bir yeteneğimin olmadığının farkındayım. Her şey tesadüfen oldu.
“No pasaran” ve “Venceremos” u bir araya getirmeye çalışıyorum. “Faşizme geçit yok” ve “yeneceğiz”. Tarih kadar eski ve ütopya kadar uzak duygular bir aşk sarmalında aynı derinlikte buluşuyor, üst üste gelip çakışıyor. Üslup ve retorik fukaralığımı hoş görün. Ezeli ve ebedinin, tarih ve ütopyanın sınırsız evreninin bir aşka yenik düşmüşlüğüne tanıklık ediyorum.
“Tarih yanılmaz”… Tarihin, kendisini okumayı bilmeyenleri fena halde yanılttığı günlerdi, acımasız ve despot. İktidara eklemlenmiş, birbirine yapışmış mundar iki bedenin “aşk” adını verdikleri bir garabet ile, direnenlerin akıp giden lirik duygularının en olmaz en umutsuz günlerde olmazlığa ve umutsuzluğa direnişlerinden doğan aşk… Onlar ki tarihi yanlış okumuşlardı ve körlüklerinin, sağırlıklarının, vurdumduymazlıklarının bedelini ödeyeceklerdi. Onlar ki yanlış okumalara karşı çığlık çığlığa idiler ve direneceklerdi. Şeklen ve şemalen her birileri insan görünümündeydiler. Birileri ar ve hayâları ile insandı, birileri arsızlık ve hayâsızlıkları ile şaşırtıcı derecede insan görünümündeydiler. Oysa o söz “dünyanın neresinde olursa olsun bir mazlumun yüzüne vurulan tokadın acısını kendi yanağında hissetmeyen birisi komünist olamaz” henüz söylenmemişti. O yıl yaşanan, hayatlarını mazlumların yanağına tokat vurmak üzerine kuranların, “yakın ve yapışık” mundar iki bedenin “aşk” adını verdikleri tiksinti ile dünyanın herhangi bir yerinde mazlumlara vurulan tokadın acısını yanağında hissedenlerin ve bir araya getirmeye imkân bulamadıkları, bedenlerinde hissettikleri, beyinlerinde besledikleri ve kızıl bir kor gibi kalplerinde taşıdıkları bir uzaklığın, bir imkânsızlığın aşkıydı. Kanada nere, İspanya nere? O zaptedilemez duyguların kümelendiği bir beyin için coğrafyanın ne anlamı vardı ki… O uzaklar duyguları zaptedilemez bu insanlar için öylesine yakın, öylesine kardeş evi idi ki… İspanyol Faşizmine karşı uluslararası direniş örgütüne dünyanın her yerinden akın akın savaşmaya gelen gönüllüler ordusunun bir parçası olmaktan duyulan onur payesinin hesabı kitabı da yapılmazdı ya… Onlar da öyle yaptılar… İki bin Kanadalı genç komünist İspanyol yoldaşlarının yanında Franco faşizmine karşı savaşmak için Kanada’dan İspanyaya yelken açıp yola çaktılar. Ellerine hiç silah almamışlardı ve savaşmanın tekniğini bilmeden faşizme karşı savaşmanın insanlık borcunu ödemeye gidiyorlardı… Stop… Stop… Stop… Bu yazının gerçek insanlarla hiçbir ilişkisi yoktur ve tamamen hayal ürünüdür… Franco, Hitler, Mussolini, faşizm, kapitalizm, liberalizm… Bir cümle hepsi hayal ürünüdür ve insanlık dışı bu kavramların hiç biri tarihin tanıklık ettiği hiçbir dönemde insan yaşamında yer almamıştır… Zaten insanlık da bunların yaşamına izin verecek kadar bön ve aptal değildir.
Troçki’nin kurduğu uluslararası kızıl tugay tüm dünyaya, ilericilerin, sosyalistlerin ve komünistlerin İspanyol yoldaşlarının yanında faşizme karşı savaşmak için İspanyaya gelmeleri çağrısı yaparken Stalin steplerin dondurucu soğuğunda o gece kararını verdi… Kızıl ordu bütün gücüyle İspanyol Komünistlerinin yanı başına… Çağrıyı duyan Kanadalı genç komünistler işaret fişeğini almışlardır… Şöyle diyebilirsiniz… “Amma da romantiklermiş yahu. Bunların yaşları kaç ki daha. Kanada’nın yeşil gözlü uzun boylu kızlarıyla tam da haşna fişne olacakları yaşta kendilerini ateş hattına atmalarını pek anlayamadık…” Vallahi hakkınız var. Aslında bu denli yüce bir duygunun anlaşılmasındaki imkânsızlıkta sizinle aynı düşüncedeyim… Ama gel gör ki bunlar “Komünist” bir ruhun çerçevelediği bedenleriyle hareket ediyorlardı ve aslolan gerçekçi olup imkânsızı istemekti. Üstelik sadece “kendini faşizmin ateş hattına atan” Kanada’nın bu yirmili yaşlardaki komünistleri de değil… Dünyanın adını haritalarda bile gösteremeyeceğimiz bütün ülkelerinden akın akın genç, orta yaşlı, hatta yaşlı komünistler kendilerini faşizmin ateş hattına sürüyorlar… Vallahi açıklanması bir hayli zor, uzmanlık isteyen bir ruh hali… Üstüne üstlük hani şu 1984 romanının yazarı George Orwell, meşhur Amerikalı yazar Ernest Hemingway, dünyaca ünlü fotoğrafçı Robert Capa da bunların içinde… Ne bileyim ben de sizinle aynı şaşkınlığı yaşıyorum. Şu komünist olmanın ruh halini tanımlayabilecek psikolojik, sosyolojik ve daha bilmem ne olojik bir şeyler olmalı. Belki vardır da ben rastlamamışımdır. Belki de Che bundan esinlenerek mi “dünyanın en romantik insanları komünistlerdir” demişti…
Olaydan yetmiş beş yıl sonra Kanadalı Komünistlerin örgütleyicisi Peter Hunter’in o günlerde yazdığı bir mektubu kanada basının eline geçti… “Sevgili; ikimizde İspanyolca bilmememize karşın o çok sevdiğin ve sık sık dinlediğin İspanyol şarkının içinde geçen “Dolores” sözcüğünün melodisini dinlerken yüzündeki gülümsemenin derinliği hep gözümün önünde. Ne zaman “Dolores” sözcüğünü duysam bütün canlılığınla gözümün önüne geliyorsun. Ben “Dolores”in kim olduğunu biliyordum ama bu sözcüğün şarkıdaki ritminin yüzündeki aydınlık gülümsemesini izlemekten sana bu sözcüğü söylemedim. “Dolores İbarruri”… İspanyol Komünist partisinin lideri… Bu şarkıdaki “Dolores” de bu yiğit kadın… Ne bileyim belki içgüdüsel olarak, bir refleks olarak ve seni farkında olmadan gülümseten bu sözcüğün içindeki demiyorum, içeriğindeki sıcaklığı idi”… Peter’in yoldaşlarını seferber ettiği Franco faşizmine karşı savaşı örgütleyen İspanyol komünistlerinin başındaki Dolores İbarruri idi. Doğrusu bu şarkının bestecilerini daha bir ahde vefalı buldum. Ne bileyim kendi dilimizde dinlemediğim Behice Boran ananın da başka dillerde bestelenmiş ve eminim dinlediğinde yüzünde aydınlıklar oluşturan bir ezgisi mutlaka vardır. Tamamen hayal ürünü olan ve gerçek kişilerle hiçbir ilgisi bulunmayan bu senaryonun yazılı metninde şunlar da vardı: O yıllar sermaye gemi azıya almış, değişik sermaye grupları yaşamı ateşe verme pahasına dünyayı zapt u rapt altına almak için ölüm kusan makineleriyle yeryüzünü cendereye almışlardı. Önce işin “siyasal iktidar” ayağını kotardılar. Söyledikleri yalan, yedikleri haramdı. Sahneye Cehennemin üç süvarisini sürdüler. Mussolini, Hitler, Franco. Daha sonra değişik ülkelerde bunların minyatürlerinden çokça imal edip pazarladılar. Latin Amerika, Asya, Orta Doğu bu minyatürlerin at koşturduğu ülke oldu. Tabi senaryo hayal mahsulü olduğu için bu yazılanların gerçek kişilerle hiçbir ilişkisi yoktur ama mitolojide ön Asya denilen ülkede de bunların fotokopileri az kan alıp az can yakmadı. “İnsan çeşit çeşit, yer damar damar” dı ama her ülke de birbirinden tarihiyle, coğrafyasıyla, gelenek ve kültürüyle farklı farklıydı. Faşist iktidarların İtalya ve Almanya ayağı, adlarında “ Sosyalist” sözcüğü bulunan faşist partilerin seçim yoluyla iktidara gelmesiyle sağlanırken, ispanya ayağında siyasal iktidar askeri faşist bir darbeyle gerçekleşecektir. İspanyadaki askeri faşist diktatörlüğün iktidarı zor yoluyla almasını anladık ama, Almanya ve İtalya’da seçimle nasıl iktidar olundu?. Meraklanmayın aynen şöyle oldu: Kendilerine liberal yaftası yapıştıranların desteği ile… Bu yazı bir hayal mahsulü olduğu için başka yerlere çekmeyin lütfen. Gerçek olaylarla ne işimiz vardır ne de ilişkimiz… Oysa ben bir “aşk” yazısı yazacaktım, beceriksiz kalemim, nerelere götürdü beni…
Şili… Büyülü ülke… Uçakların bombardımanlara, başkanlık sarayına ateş kusan mitralyözlere tabancayla karşı koyan Sosyalist başkan Allende ve omuzu apoletli Pinochet… Victor Jara ve Victoria…
Hitlere verilecek en ağır cezanın o’nu Yahudi çocuklarının gittiği bir kreşe öğretmen olarak atamak isteyen bir kız çocuğunun öyküsünden öğrendiğime göre Hitlerin, “ebedi ve ezeli(!) aşkı Eva ile birbirine yapışmış, ilericilerin, farklı etnik kökenden olanların kan ile yıkanmış mundar bedeni bir sığınakta komünistlerin kurşunlarıyla birbirinden ayrılmış, aynı akıbet Mussolini’nin yine ebedi ve ezeli(!) aşkı Petteca ile yakın temastaki bok çuvalı bedeni olması gerektiği gibi ve aynen anlayacağınız şekilde gideceği yere gönderilmiştir. Kanadalı genç komünist Peter’in Sylvia ile ve Kanada’dan yola çıktıkları teknenin Mussolini’nin savaş gemilerince batırılmasıyla bedenlerini okyanusların derinliklerinde bırakan altı yüz Kanadalı komünistin bedenleri birbirlerinden hep uzak kalmış aşkları “No pasaran” cephesinde bir anıt olarak yükselmekte… Yetmiş beş yıldır İspanyolların, Kanadalıların gıpta ederek andıkları aşk… Victor Jara’nın Victoria’ya olan aşkı “Venceremos”un ezgisinde, Victor’un kesilen parmaklarında ve koparılan gitarının tellerinde mavi önlüklü okul çocuklarının, delikanlıların, kadınların erkeklerin dillerinde mırıldandıkları bir ölümsüzlük şarkısı olarak yankılanmaktadır. Führer, İl Duçe, El Caudillo… Omuzları kalabalık apoletliler… Bugün çocukların gözünde sadece bir korku imparatoru, bir karabasansınız… Siz korkuttunuz, sizden korkuldu. Onlar hayatın ve akın gülümseyen yüzleriydi… Siz de unutulmadınız, onlar da… Unutmayacağız…
Bizden buraya kadar… “Aşk” mı?. Nasıl yaşadığınıza ve ne yaptığınıza kalmış…