- 717 Okunma
- 6 Yorum
- 1 Beğeni
ANNA...2
ANNA...2
İlginç bir şehirdi Poti.
Sarp sınır kapısına 80 km mesafede, Batum’dan, oldukça dik ve aşılması hayli zor bir dağ sırası ile ayrılmış, (şu anda o dağa bir tünel inşa edilmiş) kocaman bir ovanın içinde kaybolan küçük bir çocuk gibi, masum, çaresiz ve sessizdi.
Yoksuldu o, gösterişsizdi öylesine, belki tehlikeliydi, hatta dünyanın yitik bir coğrafyasında unutulmuş gibiydi ama, bir o kadar da sevimliydi işte.
Kafkas dağlarının doruklarını yurt edinen beyaz örtünün eteklerinden sökülüp gelen Rioni Nehri ile, hırçın Karadeniz’in birleştiği noktaya kurulmuş olan bu küçük kent, kış mevsiminde hüküm süren sert soğukların kucağındaki kasvetli görünümün aksine, bahar geldiğinde tarifi zor bir güzelliğe bürünüyor.
Tüm fakirliğine, tüm mahzunluğuna, tüm sessizliğine rağmen, insanı kendine bağlayan, hatıraların en müstesna bölümlerine özenle kurulmasını çok iyi bilen, ilginç bir şehir burası.
İşlerimizin biraz rahatladığı, şantiye şefimizin de sanırım Türkiye tatilinde olduğu, Anna’nın yüzünün güldüğü, mutluluğunun güzel gözlerinden okunduğu, problemsiz, sevimli, sakin bir bahar günü, bir Cumartesi öğleden sonrasıydı galiba.
Anna, bizimle çalıştığı zaman zarfında, tüm iş arkadaşları ile ilgili yeterli bilgiye sahip oldu ama, kendisinin özel hayatı nedendir bilmiyorum hep gizemli kaldı.
Sanırım çekindik hepimiz sorup soruşturmaya, anlatamayacağı bir sırrı olur da ,utanmasına vesile oluruz, üzeriz garibimi diye düşünmüş olmalıyız.
Ama o gün, o kadar hoş bir atmosfer vardı ki ofiste, fırsatı kaçırmak istemedim işin doğrusu, tüm cesaretimi topladım, yapıştırdım soruyu.
- Anna!... Sen bizleri tanıdın. Her birimizin nereli olduğunu, evli-bekar oluşumuzu, hatta çocuklarımızın sayısı ve isimlerine kadar her bir şeyleri öğrendin ama, bizlere kendinden hiç bahsetmedin. Oldu mu şimdi bu?
- Haklısın!... dedi gülümseyerek...
- Haydi sor o zaman merak ettiklerini!...
- Anladığımız kadarı ile sen Gürcü değilsin.Burada, bu küçük sahil kentinde ne arıyorsun?
Soruyu duyunca, Anna’nın gülen yüzü ciddileşti, bakışları donuklaştı, o bakışlardan genelde hiç eksik olmayan heyecan kaybolup gitti.
Bakışlarını, Karadeniz’in lacivert suları ile, mavi gökyüzünün öpüştüğü ufuk çizgisine çevirdi.
- Babam!... dedi oldukça hüzünlü bir sesle...
-Babam, bir deniz subayı idi benim. Ben küçükken ölmüş. Kendisini hayal meyal hatırlıyorum. babam Ukraynalı idi, annem ise Belarus’tan...Tek çocuklarıyım ailemin. Annem ve anneannem var, başka kimsemiz yoktur. babamın görevi gereği, sahil kentlerinde yaşamışız hep. Poti, eskiden çok güzel bir tatil yöresi imiş. Bu nedenle babam burada bir ev, biraz da arazi satın almış zamanında. Ailem burada yaşamaya başlamış ve ben de burada dünyaya gelmişim. babam, bir kaza sonucu vefat ettikten sonra, devlet bize maaş bağlamış, çok sıkıntı çekmeden yaşamışız.
Ben 14 yaşında iken Gürcistan birlikten ayrıldı. Gürcü olmayanlar, aile reisleri sağ ise, onun nezaretinde taşınmazlarını sattılar ve memleketlerine göç ettiler. Biz, kadın başımıza yapamadık, zaten gidecek yerimiz de yoktu. Burada, çaresiz kala kaldık öylece...
Zaman geldi, fukaralık, işsizlik, sefalet, kanunsuzluk, zulüm başladı buralarda. Aç kaldık, soğukta kaldık, üşüdük...Fırsatçılar türedi, ahlaksızlık kol gezmeye başladı, mazlumlar ezildi, zalimler baş tacı yapıldı. Sadece yaşayabilmek için, sadece karınlarını doyurabilmek için, sadece çoluk çocuğuna bir kaç dilim ekmek getirebilmek için, yapabilecekleri her türlü fedakarlığı yaptı bu yöre insanları. Yine de aç kalan, kötü yola düşen, zamansız bu hayata veda eden çok oldu.
- Peki!... Siz nasıl yaşadınız kadın başınıza, hayatın zorlukları ile nasıl mücadele ettiniz?
Bu soru karşısında, bakışlarını genellikle bizimkilerden uzak tutmayı tercih eden Anna, uzun uzun gözlerimin içine baktı. O an, bu güzel gözlerin, bu güzel bakışların arkasında ne büyük acıların, ne büyük sıkıntıların, ne büyük çaresizliklerin yaşandığını, yaşı küçük ama , aslında hayat tecrübesi bakımından bizlerden fersah fersah ilerde olan bu iyi kalpli insanın, yaşama mücadelesindeki var olma savaşını, ne büyük bir azim, gayret ve inatla sürdürdüğünü fark ettim.
İçim ürperdi, üzüldüm. Tüm benliğimi büyük bir acıma hissi kapladı.
Bu gibi durumlarda insanın elinden bir şey gelmemesi, hayatınızın geri kalan bölümünde, bir vicdan azabı olarak yakanıza yapışıyor ve bir daha asla bırakmıyor.
Yaşınız ilerliyor,seneler su misali akıp geçiyor ama, siz, aklınızın bir köşesi ile o ana, çaresiz kaldığınız zaman dilimine takılı kalıyorsunuz.
- Önce babamdan kalan aylığımızı kestiler ki, tek geçim kaynağımızdı o bizim. Perişan olduk... Komşular, tanıdıklar yardım ettiler bir süre ilkin...Sonra, onlarda da kalmadı...Türkiye sınır kapısının açıldığını söylediler, dileyen gidip ticaret yapabiliyormuş. Eşyalarımızın bir bölümünü dostlarımıza verdik, götürüp oralarda sattılar, parasını bize getirdiler. Bir müddet de böyle idare ettik.
Her gelen yeni gün, güneşin her doğuşu, bir önceki günü aratır oldu. Gün geldi, bıçak kemiğe dayandı, elimizde avucumuzda ne varsa hepsi gitti. Nasıl bir çaresiz durumda kaldık anlatamam sizlere burada.
Zavallı anneciğim, tek yavrusuna, biricik kızına ve yaşlı annesine bakabilmek için, çalmadık kapı bırakmadı, yapmadığı iş kalmadı.
Bu gün olduğu gibi, o günlerde de buralarda iş bulmak imkansız gibiydi. İnsanlar sadece karınlarını doyurma uğraşında idiler, başka hiç bir faaliyet yoktu.
Anna, hikayesinin bu kısmına gelince sustu, bakışlarını limana girmekte olan Türk bandıralı yük gemisine çevirdi.
Nazlı nazlı dalgalanan ay yıldızlı kırmızı bayrağı, dudaklarında gezinen belli belirsiz bir küçük tebessüm eşliğinde uzun uzun seyretti.
Sonra başını yavaş yavaş bana doğru çevirdi ve;
- hayatta en çok istediğim şey nedir biliyor musun? diye sordu...
-Nedir?
-İyi kalpli, efendi, dürüst bir Türk ile evlenip, Türkiye’de yaşamak!...
Sonra, utanılacak bir şey söylemi gibi, mahçupça başını önüne eğdi. yanakları kızardı ve bir süre konuşmadı.
- Hiç Türkiye^ye gittin mi sen?
- Gitmedim ama, bir kaç şehrini biliyorum!...
- Nereden biliyorsun?
- Daha önce çalıştığım ve Türkçeyi öğrendiğim şirket sahiplerinden!...
- Hangi şehirlermiş o bildiklerin?
- İstanbul, Mersin, İzmir!...
- Bu arada, hikaye yarım kaldı ama!...
- Bu gün Cumartesi. Biraz erken çıkıp, pazara, annemin yanına gideceğim. Biraz yardım etmeliyim ona. Kusura bakma, sonra anlatırım, olur mu?
- Söz mü?
- Söz!...
Fazla üstelemedim. Annesinin ne sıkıntılar çektiğini, evine bakmak için neredeyse hiç uyumadığını biliyordum zira.
Beraber çıktık o gün Anna ile iş yerinden. Onu, pazar yerine, annesinin yanına bıraktım.
Ben ise evime, çoluğumun çocuğumun hasreti ile yaşamaya, henüz bir yaşını doldurmamış oğlumun fotoğrafı ile sohbet etmeye doğru yola çıktım.
Poti’de bir bahar günü daha bitmek üzereydi.
Güneş, Karadeniz’in ufuklarından, memleketimin semalarına doğru, o doyumsuz sıcak renklerine bürünerek inişe geçmişti.(Devam edecek)
B.T.H.26.07.2013 Azerbaycan
YORUMLAR
Anna!
Biz yazarlar;
yazarken empati yazarız
ve
okur da ona göre okumalı deriz
ama
bazen
kalem sahibi yazıya duygularını çok katar ve o zaman okur karıştırır
neresi empati
neresi gerçek
bu yazı bana onu hatırlattı.
yazar;
kalemini kullanırken
sanki ısrarla kendini çıkarmaya çalışıyor yazıdan
öyle olunca da
kalem özgürce yol alamıyor
bu düşüncem detayların bir ikisi için geçerli
yoksa
yazı
ve
hikaye
bence
bu sitede yazılan en güzel yazılardan biri
tebriklerimle
Herkesin bir hayat hikayesi var,rumuzunuz gibi..Bir tutam hayat..Cefalıysa yaşanan hayat,yaşayana uzun yıllar gibi gelebilmekte .Kimilerine göre de çok kısa..Bu dünyada herkes bir sınavda..yokluk, açlık ve sefalet nedenleriyle kavrulan Anna'nın hayat hikayesi çok güzel çizilmiş bu güzel yazı eşliğinde. Poti'yide yaşadım inanın
öncelikle kalemin dili çok güzel, sürüklüyor. Hayat hikayelerini bilmem ki neden imge bataklığında yazarlar bazı kalemler. Bir satırını bile okumaya imtina ettiğim bu tür yazılar okuyucusunu kaybetmekte, bu da çok yazık tabi ki..oysa ki yazılar çok çok okuyucuya ulaşmalı bence, bunu da açıkça söylüyorum, kimse de kusura kalmasın ... Beyin cimnastiği sayılmaz karmakarışık yazılar,dalgalarla boğuşmaktır adı. Bu güzel yazınız da her kelimesini yaşadım görmüş gibi ..Teşekkür böylesi kaleme ve Topraklarıma selamlar, o ki Türk'üm Edirne'den Azerbeycan'a bütün topraklar benimdir. yani Türk'ün ayak seslerinin olduğu yerler,vatanımızdır..
kalemin daim olsun saygılar ve selamlar
GÜLESEN SANCAR tarafından 7/27/2013 8:01:10 AM zamanında düzenlenmiştir.