- 483 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
MANZARA-İ UMUMİYE
İki bin on yılının Mayıs ayının yirmi ikinci gününü yirmi üçüncü gününe bağlayan gecenin saat dördü. Uykumu dağıtmak için birkaç kez yüzümü yıkadım, pencereyi açıp, başımı iyice dışarıya çıkararak bir baştan diğerine caddeyi izliyorum. Fırtınayla birlikte yağmurlu bir hava var, hafiften çiseliyor. Arada bir geçen araçların motor gürültüleri rüzgârın sesini kesiyor, araç uzaklaşınca rüzgârın yine acı tiz bir sesle çıkardığı ses yankı yapıp kulaklarımda çınlıyor. Yüzümü pencereden iyice uzattım, ışıklı panoların renklerine bürünen yağmur damlaları dalgalar halinde hücum ediyor. Gökyüzünde küme küme yıldızlar... Ay, büyümeye başlıyor. Ne üşüdüğümün farkındayım, ne gecenin. Günün telaşlı ve gergin koşuşturmasının ardından yağmur ve rüzgârın büyülü sesinin sürüklediği sonsuzluğun peşine takılıp evi, pencereyi, şehri, yağmuru ve yıldızları terk ediyorum... Her şeyi ve herkesi terk ediyorum... Ben herkesten ve her şeyden, herkes ve her şey de benden kurtuluyor... Benim de sizlerin de gözleri aydın olsun... Ben yokum, siz ve sizler de yoksunuz... Artık yoruldum, bütün gövdem bana karşı isyanda... Ayaklarım eskisi gibi "leb demeden leblebiyi" anlamıyor, yüzünü ekşitiyor, görmezlikten geliyor gövdemi... Oysa öylesine sadıktılar ki... Geceleri gündüzleri yoktu ve hiç yakındıklarına da şahit olmadım... Kolay değil, çocukluğumda, gençliğimde ve orta yaşımda menziline fırlatılan ok gibi rüzgâr hızıyla koşardı... Nice pusulardan çekip çıkardı beni, nice tuzaklardan. Ya bacaklarım... Ne söyleyebilirim ki, o da haklı kendince... Gagası pes etmiş, tırnağı körelmiş atmacayla alay eden serçe gibi alay ediyor benimle..."Buraya kadar" diyor, akılsız başının cezasını biz çektik, seçtiğin yolda yol arkadaşların kayış attı, bu inadın niye... Buruk bir veda ile terk ediyorlar bedenimi.
Omuzlarım, gereksiz ve fazladan bir yük taşıyor gibi kollarımdan bir an önce kurtulmaya bakıyor..."Senden bizi anlamanı bekliyoruz ama bu güne dek hiç oralı olmadın, kaldıramayacağımız yüklerin altına soktun bizi hep, yorulduğumuzu anlamadın, açlığımızı açıklığımızı görmezlikten geldin, merhamet ve acıma nedir bilmedin... Bize eyvallah..." Bakakalıyorum arkalarından, hey gidi günler hey...
Gözlerim, artık görmek bile istemiyor, "görecek ne kaldı ki" der gibi... "Daha dün" diye söze başlamadan sözüm ağzımda kalıyor... " Evet diyorlar, dün güzeldi... Güzel şeyler gördük, aşklara sevgilere tanıklık ettik ilan edilmemiş aşkların utangaç âşıklarında... Ceylan gibi kızların, dal boylu delikanlıların adanmış hayatlarına hayran olduk, korkusuz fedai ruhları mest etti bizi... İnsan gibi insandılar. Dümdüz, cakasız, fiyakasız, gösterişsiz... Ama içten, ama sade, ama vakur... El yazısı ile çoğaltılmış gizli bildirileri sokak lambalarının yarı aydınlığında okuduk gecekondularda, Mitinglerde buğday tarlalarında rüzgârda savrulur gibi savrulan kitlelerin mitingde ateşleyen Nazımın şiirleri satır satır geçti önümüzden... "Kocaman sakallıların" afişlere kazınan " Burjuvazi bizi kavgaya davet etmiş daveti kabulümüzdür" sözlerinin, kalpte uyandırdığı heyecanın, dudaklarda bıraktığı gülümsemenin mimarları bizdik... Bizdik çakal saldırılarına karşı işaret fişeğini yakan. Hangisini saymalı ki... Darağacında Julius Fuçikin direnciyle Keremin aşkını aynı karede yan yana getirdik... Tuvale Yunus resmedip, renk olarak insanı seçtik... Harikulade, göz kamaştırıcı düşler gördük. Meydanlar meydandı, caddeler cadde. Suyu çağlayanlarda sevdik, Başağı toprakta... Kendimizi alamazdık kocaman okyanusların köpüklü dalgalarından... Söze yüzümüz olmadı ama, kervanlarını yana çeken bedevilerdik selamlamak için okkalı eylemleri... Gösteriler, grevler vardı. Direnişler, işgaller renk renk gökkuşağına çevirirdi her yanı. Hayat buydu işte... Kaç zamandır bekliyoruz o günlerin heybetinden bir parça kırıntıyı, yok, yok, yok... Yılışık, yapışkan ve arsız bir yaşamın tanıklığına katlanamayız, evrimleşmiş soytarıların "düzgün insan görüntüsü" verilmiş fotoğraflarına bakmaya tahammülümüz kalmadı"...Bu gece güzelim gökyüzünü seyretme zevkinden mahrum bıraktılar beni, gittiler.
Beynim durdu. Farkındaydım, bir gün en olmaz yerde ve en önce o terk edecekti beni, terk etti... Bütün vaatleri yalanmış, en bağışlanmayacak, en alçakça yalanları da o söyledi bana... Nasıl da ustaca, hiç açık bile vermeden avuttu beni... En yakın yoldaşım, arkadaşımdı, gecemiz gündüzümüz birdi, beraberdik... Çaresiz kaldığımda ona danışırdım, başım sıkışınca onun kapısına koşardım... Galiba yalanlarını hemen fark etmeyeyim diye, bir an sessiz kalır, inandırıcılığından asla şüpheye düşmediğim bir edayla "İdris, bu yükün altından kalkmak elbette kolay olmayacak, ama bunu mutlaka başaracaksın, göreceksin her şey nasıl da güzel olacak... Hani hep dersin ya, doğanın bütün güçlerini ele geçirip simyacı olacağım, bütün mevsimleri bahar yapacağım diye... Başaracaksın ve bütün mevsimler bahar olacak, o günler çok uzak değil"... Beynim bana hep yalan söyledi ve bunca yıl aldatıldım ve kandırıldım... Oysa değil bütün mevsimleri bahar yapmayı başarmayı, bir tek mevsimi bile bahar yapamadım... Zavallı kalbim, "ahde vefa" örneği gösterip beni sırtında taşımaya devam ediyor, hem de hiç yakınmadan... Beni teselli ediyor, avutuyor. Galiba tek dostum, beni terk etmeyen tek vefa abidesi o... Şöyle bir "nasır gibi" olamadı. Örselendi hep. Açıkta olmayı tercih etti, hiçbir yanını gizlemeden, neyse olduğu gibi. Dışa karşı katıydı, ama " bizimkilere" karşı hassas ve özenli. Kendini korumaya hiç gerek duymadığından mıdır nedir, ha bire örselendi, can damarına dokunuldu kaç kez... Hep içine attı, yarasını eliyle dikti her defasında... Beklemediği yer ve kişilerden hak etmediği darbelere maruz kaldığında günlerce kanar, içine kapanırdı... En çok da bunlara üzülür, yalnızlaşır, kabuğuna çekiliverirdi. Bu gün, o vefalı dost yine benimle ve beni terk etmeyen tek arkadaşım, tek yoldaşım... Ona teşekkür borçluyum.
Kulaklarım öncesinden beri sinsice davrandı hep, duyulmayacak şeyleri duydu, nispet yapar gibi bana... "İnanamıyorum" dediğimde arsız " bir bıyık altı sırıtmasıyla cevap verdi... "Ben sana duyduklarımı aktarmakla yükümlüyüm"... Neleri duymuyordu ki... Yok, bir zamanlar "cennet ülkesi"ne yolculuğa çıkanların, kılavuzlarının kendi aralarında konuşurken "yolcuları gaza getirdik, o gün öyle gerekiyordu, bugün de böyle" diye laf etmelerini mi dersiniz, çakal sürülerinin gelincik bahçelerine kin kusup, "bırakın yağmalasınlar" dediklerini mi dersiniz, benim, bir zamanlar toz kondurmaya kıyamadığım bazı kişilerin her sofranın mangalcıbaşısı olduklarını mı dersiniz, bir zamanlar meydanların ağır sıklet güreşçilerinin aslında birer "şişirme" olduklarını mı dersiniz... Ohoo!... Nelerde neler... Sanki benim inadıma inadıma konuşmak hoşuna gidiyor, üzülmeme içten içe seviniyor gibi bir pişkinlikle durmadan sayıp sayıştırıyor...
Ya dilime ne dersiniz... Beni el içine çıkarandı, ismimi cismimi tanıtandı... Doğrusu, kelamını eylerken -belki haddini aştığı zamanlar olmuştur- şimdiye değin eğilip büküldüğünü, bin dereden su getirdiğini görmedim... Biraz sivriydi, bu yüzden başına epeyce şeyler de geldi ama yakınmadan hem katlanmasını bildi, hem de bildiğini okumaya devam etti... Kendi çekti ama benim de başıma az şeyler getirmedi. Ben de ona hiçbir zaman " Dilim seni dilim dilim dilerim" demedim asla... Şimdi sadece susuyor...
Midem hassaslaştı... Bulanıyor durmadan.
İki bin on yılının Mayıs ayının yirmi ikisini yirmi üçüne bağlayan gecede, benim kendimi ve sizi terk edip, rüzgârın peşine takılıp bırakıp giderken geride kalan manzara-i umumiye budur. Bu manzara bütün yeryüzüne şamildir, Adını hiç duymadığımız, yerini haritalarda bulamayacağımız bütün yer yüzüne... Bütün insanlara şamildir, kadın erkek, yaşlı genç, siyah beyaz... Bütün doğaya da şamildir, canlı cansız bütün doğaya... Ovalara, göllere, denizlere, kurda, kuşa böceğe.... Olan ve görülen manzara budur....
Hani adettir ya, bir makalede okura "sevgili okur" diye seslenmek... Umarım benden böyle bir hitap beklemiyorsunuzdur... —Ki gerçekten beklemeyin-... Her biriniz yaşamın içindesiniz ve benim sorunum aslında " bizim" sorunumuz... Ayaksız, bacaksız, kolsuz kanatsız "insan" görünümlü yaratıklar olmanız sizin umurunuzda değil mi yoksa... Valla siz de benim umurumda değilsiniz o halde... Görüyorsunuz, benim peşine takılıp gideceğim bir rüzgârım, mekân tutacağım bir gökyüzüm var... Ya sizin?
YORUMLAR
Eh aynı gökyüzünü paylaşanlar, aynı dünyayı, aynı coğrafyayı
aynı türkülerde ağladık, aynı filimler güldürdü belki farklı şehirlerde
aynı rüzgar savurdu saçlarımızı, aynı güneş kavurdu
farklı baktık çok zaman, farklı düşündük
ama her gece paylaştığımız yıldız aynıydı
aynı vatan için attı yüreğimiz
küstük çok zaman ama toparlandık ve devam ettik.
güzel günler gelecek diyeydi dualarımız değilmi