7
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
946
Okunma
Hepimizin; ama, hepimizin bildiği, fakat bir kesimimizin kabullenmediği, kabullenemediği erkek egemen bir dünyada yaşıyoruz. Çin’den, Maçin’e; Amerika’dan, Avusturalya’ya bu durum sosyolojik bir gerçektir...
Tarihin derinliklerini elyordamıyla yokladığımız da; kadın egemen bir dünya hiçbir zaman olmamış. Kadınların öne çıktığı, küçük sosyolojik odaklardan sözetmek belki mümkün.
Eskinin tarih yazıcıları, tarihi kahraman örneklerle bize tanıtırlar, bu tanıtılan kahramanlığın simgesi yalnızca güçtür-iktidar. Bu güç simgeleri içerisinde, kadın savaşçılar, kadın melikeler görmemiz mümkün. Aslında kadında şanssızlık, tarih sahnesine çıkışla başlar. Adem, Havva’dan önce yaratılmıştır. Hiç bir kıral ve kıraliçe; melik ve melike onlar adına mücadele vermemiştir.
İnsan; bizden biri, içimizden, tamda yarımız ama, tarih boyunca toplumlarda hep bir öğe-unsur-eleman, olmaktan öte yer bulamamıştır. O da yetmemiş, fitnenin kaynağı kabul edilmiş; gerek varlığıyla, gerek davranışlarıyla, gerek yüklendiği değerler bakımından kadın tarih boyunca bu ayıbını ! Hep ensesinde hissetmiştir.. Erkek egemen dünya, kadını, kontrol edilmesi gereken bir unsur görerek davranışlarını belirlemiştir. Bütün bunlar olurken de, ya hu, acaba şu kadınlar kendileri hakkında ne düşünürler, denilmemiştir. Denilememiştir...
Yine tarihin akışı içerişsinde bunlar olurken, şunun da farkına varılmıştır; doğurganlık-annelik özelliği ve güzellik unsuru-öğesi olarak da hep ayrı bir yer vermek suretiyle, bu anlamda değerli kılındığı an ve zamanlar olmuştur. Bu boğulmakta olan bir insana, nefes alma fırsatı verilmesi gibidir. Bu da hiçbir medeniyette geneli kuşatma imkanı bulamamıştır. Biz, kıraliçe, ece’den çok; cariyeyi biliriz. Tarih kölelerin isyanıyla doludur. Salt kadınlara ait bir isyan sözkonusu değildir.
Demek, bu olup-bitenlere kadınlar içlerinden öykünselerde, davranışları ile bu duruma rıza göstermişlerdir.
Bütün kültür coğrafyalarında, farklı çıkışlar, farklı sonuçlar doğurmuştur. Bunlar zannedildiği kadar biribirine de çok benzemezler.
Uzun yıllar içerisinde oluşan bu bakış açısı, biçilen rol ve kadının bir öğe-unsur olma durumu geleneklere, törelere dönüşerek, kadınların bir başına aşamayacağı normlar haline gelmiştir.
Yine kadın, tarihin hiçbir döneminde kendini emniyette hissetmemiştir. Kadının devamlı güven sorunu olmuştur. Bu işi keseden erkekler üslenmiş, kadın da bundan çok muzdarip gözükmemiştir. Kendisin de, kendi varlığını koruyacak, emniyet altına alacak gücü bulamamıştır. Toplumların da buna pek imkan tanıdığı söylenemez. Ayrıca bu durum bütün kültürlerde namus kavramı içerisinde değerlendirilmiştir. Yer yer nüans-algılama farkları olsa da...Kadının bir tür paylaşılması sözkonusudur. Kadın kendi iradesini kullanmaktan yoksun bırakıldığı içinde, kapağı bir tarafa atmak suretiyle işten sıyrılmayı yeylemiştir. Öyleki, 1933 Dünya ekonomik krizinde sadece Londra’da 40.000 Fahişenin varlığı söylenmiş, yazılmış ama, yanında ve karşısında kaç bin erkeğin olduğu hiç önemsenmemiştir.
Konu, esasta çok kapsamlıdır, insanlığın, dünyamızın tam da yarısından sözediyoruz. Yani biraz kendimizi anlatıyoruz. Dolayısıyla realite olarak bir adım arkada da olsa, hayatın her alanında kadın var, hayatımızın... Kültürler bakımından kadın, coğrafya açısından kadın, sanayide kadın, dinler bakımından kadın, edebiyatta kadın gibi, kitaplık çapta konular olarak işlemek, düşünmek mümkün.
Sahi hangi kadın?