- 735 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KUTSAL TOPRAKLARA YOLCULUK -4-
KUTSAL TOPRAKLARA YOLCULUK -4-
Halit Özdüzen (Araştırmacı- Yazar)
TARİHİ MEKÂNLARA İLGİSİZLİK
Cuma sabahı daha bir diri ve şevkle uyandık. Ezandan bir saat önce Mecid-i Nebiye yöneldiğimizde Cemaatin avluya taştığını gördüm. Görüntü o gün Mescidin oldukça kalabalık olacağının işaretiydi. Nitekim namaz çıkışı avlunun büyük bir bölümü doluydu; anlaşılan tatil günü olması nedeniyle civar kentlerden Medine’ye oldukça yoğun akınlar olmuştu.
O gün Medine şehir merkezinde toplu ve özel gezi programız vardı. Gideceğimiz yerlerin çoğu yürüyüş mesafesindeydi. Yeşil kubbenin karşısında Hz. Resulullah (S.AV.)’ı kafile olarak topluca selamladıktan sonra tarihi mekanlara yöneldik.
Gamame
Güney batıda Mescidi Nebiye yaklaşık 450 metre mesafede olan Musalla mescidi olarak da bilinen mescid, Peygamber Efendimiz (S.A.V.)’in Medine’yi Münevvere’deki ilk bayram namazını kıldırdığı yerdir. Vefatından önceki son dört sene bayram namazlarını burada kıldırdığı rivayet edilmiştir. Daha sonra Hz. Ebubekir(r.a)’in hilafeti döneminde bayram namazlarını kıldırdığı için, Gamame yanında Ebubekir Mescidi de denilmektedir. Efendimiz (S.A.V.) ve sonraki dönemlerde çevresi açık bir alan olan bu yerde, kalabalık bir cemaatle yağmur duası yaptığı sırada bir bulut gelerek Zat-ı Pakini gölgelemiş, bu nedenle buraya bulut anlamına “Gamame” denilmiştir. Rivayete göre Resulü Zişan Uhud Savaşına giderken orduyu burada toplayarak, savaş bölgesine hareket etmiştir. Sefer dönüşünde de aynı yerde kıbleye yönelerek, Rabbimize hamd ve şükretmiştir.
Dört Halife döneminden sonra, uzun yıllar atıl kalan yer, Emevi yönetimi döneminde Ömer bin Abdülaziz’in Medine valiliği sırasında, (H.91) yeniden Musalla olarak düzenlenerek, bir mescit inşa edilmiştir. Bilindiği gibi Ömer bin Abdülaziz, daha sonra Emevi Devletinin başına geçecek, dürüstlük ve adaletiyle şöhret bulacaktır. Fakat yönetimi kısa olmuş, bir saray darbesiyle şehit edilmiştir.
Osmanlı yönetimi döneminde I. Abdülmecit tarafından yeniden inşa edilen dikdörtgen şekli ve 32,5 x 23,5 m. ebadındaki Mescid, güney tarafında 12 m. yüksekliğinde bir büyük kubbe, kuzey tarafında ise bu büyük kubbeyle uyumlu beş küçük kubbe ile örtülüdür. Sultan II. Abdülhamit dönemi ve daha sonra Suudi yönetiminde 1990-2010 yılları arasında geniş bir onarımdan geçirilmiştir. İçi ve minaresi bazı değişimlere uğramışsa da, Osmanlı mimari tarzını korumaktadır. Baştanbaşa beyaza boyanmış olan mescit, yukardan bakıldığında beyaz bir bulutu andırdığı ifade edilmektedir. Ziyarete gittiğimizde onarımdan beri ibadete kapalı olduğunu öğrendik; musalla da otel ve iş merkezlerince parsellenmişti!...
Hz.Ebubekir Mescidi
Mescidi Gamame’ye oldukça yakın olup, yaklaşık 30-40 m mesafededir. Bu Mescidin bulunduğu alan, Hz. Peygamber Efendimiz (S.A.V.)’in bayram namazlarını kıldırdığı yerler-den biridir. Hz. Ebû Bekir (r.a.) Hilafet döneminde Efendimize uymak için, bazı bayram namazlarını burada kıldırması nedeniyle “Ebubekir Mescidi” adıyla da anılmıştır.
Gamame gibi ilk defa Ömer b. Abdülaziz tarafından inşa edilen mescit, 1838’de Osmanlı Padişahı II. Mahmud tarafından yenilenmiştir. Kapının hemen üzerinde II. Mahmud’un tuğ-rası bulunmaktadır. 1990-2010 yılları arasında köklü bir onarımdan geçen mescit , ibadete kapalı olduğu için dışarıdan ziyaretle yetinmek zorunda kaldık!
Hz. Ali Mescidi
Mescid-i Nebevi’den 300 m. uzaklıkta bulunmaktadır. Efendimiz, Gamame Mescidinin bulunduğu yerde bayram namazlarını kıldırmadan önce, burada kıldırmıştır. Diyanet hicaz albümünde belirtildiğine göre, “1662’de Medine’yi ziyaret eden Ebu Salim el-Ayyaşı, Hz. Peygamber’in muhtelif yerlerde bayram namazı kıldırdığını, bunlardan üç tanesinin meşhur olduğunu kaydeder. Bunlardan birisi de Mescid-i Ebu Bekir’in hemen kuzeyinde, Hz. Osman evinde isyancılar tarafından kuşatıldığında Hz. Ali’nin Medine musallasında Bayram Nama-zını kıldırdığı yerdir.”
İlk defa Ömer b. Abdülaziz tarafından inşa edilen Hz. Ali Mescidi, Osmanlı yönetimi döneminde I. Abdülmecit tarafından yeniden inşa edilerek ibadete açılmıştır. Mescit 1990- 2010 arasında yaklaşık 900 m2’lik bir alan üzerine eski tarzına benzer bir şekilde yeniden yapılmıştır. İbadete kapalı olan mescit İranlıların, “aşırı teveccüh göstererek, çevreyi rahatsız ettikleri” bahanesiyle askerlerce korunmaktadır. Bir tatsızlığa sebep olmamak için kafile başkanımız, “Hz. Peygamber, Hz. Ali efendimizle ve orada namaz kılmış müminlerin ruhuna Fatiha okuyarak, uzaktan ziyaret etmemizin daha uygun olacağını” belirttikleri için, bizde belirli bir noktadan sonra yaklaşmadık.
Hz. Ömer Mescidi
Mescid-i Nebevi’den yaklaşık 450 m. uzaklıktadır. Peygamber Efendimiz (S.A.V.)’in bayram namazlarını kıldırdığı yerlerden biri de Hz. Ömer Mescidinin yeridir. Hz. Ömer (r.a.) hilafeti zamanında bayram namazlarını Nebiy-i Zişana uymak amacıyla burada kıldırmıştır.
Hz. Resulullah ve Hz. Ömer’in hatıralarını yaşatmak üzere, Muhammed ibn Ahmet tarafından ( H.850 / M. 1446) burada bir mescit yaptırılmıştır. Kaynaklara göre mescidi yaptıran zat : Evliyanın büyüklerinden. olan Muhammed bin Ahmed Fergal’dir. 1456 (H.860) senesinde, Mısır’ın güneyindeki Sa’îd şehrinde vefat etmiş ve. Ebî Tic’deki dergâhında defnedilmiştir. Hz. Ömer Mescidi, Osmanlı Padişahı II. Mahmud tarafından Hicri 1411 yılında tamir ettirilmiştir.Yine 1990 ve 2010 yıllarında diğer mescitlerle beraber onarım görmüştür. Orası da birçok mescit gibi ibadete kapalı olduğu için, uzaktan Hz. Nebiyi Zişan , Hz. Ömer(r.a) ve bu mekana emeği geçenlerin ruhuna Fatiha okuyarak ayrıldık.
Amberiye/Hamdiye Camii ve Medine Tren İstasyonu
Toplu gezide mescitlerle ilgili son durağımız Amberiye Camii oldu. Hamidiye Camii de denilen mescit, Medine Tren istasyonunun tam karşısında bulunmaktadır. 1908 yılında Osmanlı padişahı II. Abdulhamid, Hicaz Demiryolu yapımı sırasında tren istasyonu ile beraber yaptırmıştır. Tek kubbe ve iki minareli cami Osmanlının son dönem mimarisinin örneklerinden biridir. Tren istasyonu gibi Cami de siyah kesme taşlardan yapılmış olup, mimari stiliyle oldukça estetik bir görünümdedir. Diğer mescitler gibi onarılarak restore edilmiş fakat ibadete açılmamıştır.
Tren İstasyonu ile cami arasında 80 metre civarında bir mesafe bulunduğu için, ikisi beraber bir külliye oluşturmaktadır. Fakat aradan geçirilen cadde bu görüntüye zarar vermiştir. Eğer kasıtlı yapılmadıysa, bilinçsizce yapılmış bir çalıma olduğu aşikardır. Son yılarda açılan yol eğer istenseydi, o bölgede yer altı geçidi şeklinde planlanarak bütünlük bozulmazdı.
Tren İstasyonu ön tarafındaki revaklarla oldukça muhteşem bir görünüm sergilemekteydi. Ziyarete kapalı olduğu için orayı da gezme fırsatı bulamadık. Edindiğim bilgilere göre bina baştan aşağı restore edimmiş, lokomotif ve yolcu taşıyan vagonlar aslına uygun olarak yeniden yapılıştı. Bir lokomotifin de ortadan kesiti yapılarak raylar üzerinde sergilenmiştir.. Ancak bu kadar masraflı onarım ve restorasyondan sonra neden ziyarete açılmadığını anlamak oldukça zordur?! Bu sorunun cevabı, İstasyon binasının üzerindeki Osmanlı arması ve Arap harfleriyle yazılmış “ Hicaz Demiryolu 1317” kitabenin sökülmüş olmasında saklıdır. Tren istasyonunun lojman, idari bina ve birçok kompleksi ile geniş bir alanı kapsadığını gözledim. Yoksa “buraya da mı lüks bir konaklama oteli yaparak, yönetime yakın birilerini zengin etmeyi planlıyorlar” diye, muzip bir soru aklıma geldi. :Umarım; ben yanılırım!..
Toplu ziyaretler 1,5- 2 saat kadar sürmüştü, grubun bundan sonraki durağı Medine Müzesiydi. Müze ile aramızdaki mesafe yaklaşık 2 km. civarındaydı. Gidip –gelme ve müze ziyarete yaklaşık 2 saat alabilir diye düşünerek o yorgunluğu göze alamadım. Benim planım önce Medine Kütüphanesi, ondan sonra da Medine Müzesiydi. Bu gezilerin, “ikindi sonrası serin havada yapılmanın” daha uygun olacağını düşündüm. Biz gruptan ayrılarak otele dönerken onlar Müzeye doğru yola koyuldular.
Medine merkezideki tarihi mescitler gezdiklerimizle sınırlı değildi. Ayrıca Cenet’ül Bakinin kuzeyinde Nebiyi Zişan döneminde yaptırılıp, II Mahmut ve Abdulmecid dönemlerinde imar edilen İcabe Mescidi, Mescid-i Nebinin 900 m. Kuzeyindeki Ebuzer Mescidi sayılabilir. Hz. Ebuzer mescidin yerinde Hz. Resulullah (S.A.V)’ın Hz. Cebrail’den aldığı bir müjde nedeniyle, uzun bir süreli secde ettiği için, buraya Secde Mescidi de denilmektedir. Ayrıca Medine Tren İstasyonunun arazisi içerisinde bulunan Sukaya Mescidi, Hz. Peygamber(S.A.V)’in Bedir Savaşına giderken orduyu denetlediği yerde Ömer b. Abdulaziz tarafından yaptırılmıştır. Tren İstasyonunun onarımı sırasında da Osmanlı tarzında yeniden inşa edilmiştir.. Gönül isterdi ki bu mekanları da gezebilelim, ancak sayılı günlere sığan gezilerde sınırlı olmaktaydı.
Mescid-i Nebide Cuma Namazı
Cuma namazı için erken yer bulmak amacıyla 2 saat önce mescide yöneldik.. Doğuya doğru ilerledikçe avlunun başka günlerde olduğundan çok daha fazla kalabalık olduğunu gördük.. O saatte cemaat o kadar fazla olursa, “Cuma Namazında yer, yurt kalmaz” diye düşündüm; nitekim de öğle oldu.
Miladi takvime göre 20 Nisan 571 tarihinde doğan Hz..Peygamber(S.A.V)’in doğum yıldönümünün o gününe rastlamış olmasının da toplanan cemaatti çoğaltmıştı. O gün Mekke, Riyad, Cidde ve Taif gibi pek çok şehirlerden Müslümanların yoğun şekilde Medine’ye gelmişti. Otellerde yer kalmadığı için sabah namazı sırasında pek çok insanın valizleri yanlarında Mescid-i Nebi’nin bahçesinde konakladıklarına şahit olmuştuk.
Baki Kapısı’na yakın avluda bir yer bulabildiğime şükrettim. Cemaatten çoğu Cuma saatini beklerken Kur’an okumaktaydı. Gerek Mescid-i Nebide, gerekse de Mekke’deki Haremi Şerifte, Ku’an-ı Kerim ve Zemzem oldukça bol bulunmaktadır. Kur’an her bölümdeki raflarda sıra sıra diziliydi. Suudi hükümeti. Medine’de sürekli çalışan bir matbaayı sadece Kur’an basımı için görevlendirmişti. Kitabı alıp incelediğimde, yazıların gözlüksüz okunabilecek irilikte ve satır aralarının açık, kenarların motiflerle süslenmiş olduğunu gördüm; oldukça da kaliteli kağıda basılmıştı. Zemzem de her köşede 25’er litreli özel termoslarda normal ve soğutulmuş olarak hizmete sunulmuştu.
İki hizmet için de özel görevliler 24 saat çalışmaktaydı .Bu konuya değinmişken her iki mekanda ki temizliğe de değinmeliyim: O hizmetler de standartların çok üzerindeydi. Mescid-i Nebi ve Haremi Şerifin gerek içerilerde gerekse de avlu kısmında eskilerin deyimiyle “ yağ dökülse yalanabilir” nitelikteydi. Sabahleyin ziyaret ettiğimiz mescitler ve çevresi de aynı düzeyde bakımlıydı. Bunlar o ülkenin hanesine yazılacak artılar, fakat ne Bedir’de , ne Uhut’ta ne de Mekke’de ziyaret ettiğim pek çok önemli kutsal mekanlarda bu titizliğin zerresini göremedim. Bunlarda hanelerine yazılan eksiler olacaktır, yeri geldiğinde onlara da değineceğim.
Müezzinin yanık “Bilali” sesiyle okuduğu ezan, yeri, göğü titretmeye başladı. O atmosfe-rin insanda bıraktığı letafet o kadar yüksekti ki: Sanki sizi alıp maveraya “Kalu Bela” ya götürüyordu Ezan Medine semalarını çınlatarak dalga dalga tüm yeryüzüne dağılırken, evrensel şahadeti mekânsızlığa taşımaktaydı.
Mescid-i Nebide Cuma namazı kılacağım için oldukça heyecanlıydım. İmam, Fatiha’nın arkasından birinci ve ikinci rekatta Ku’an-ı Kerim’deki Hz. Resulullah(S.A.V)’la ilgili ayetleri okuması, atmosferi daha da yükseltmeye yetti. Hele Fatiha Suresinin sonunda yüksek sesle tüm cemaatin hep beraber “Aaamiiiinn” demesi,yaşanan huşuya başka bir letafet katıyordu. Ezan başladığında sessizce dökülen yaşlar, bazı saflarda yerini hıçkırıklara bıraktı… İmamla kılınan her namazda cemaatle uzatılarak söylenen Amin, kutsal topraklarda olduğumuz sürece ibadetlerde yaşadığımız huşunun simgesi olarak devam etti..
İmam, Hutbenin konusu olarak “Müslümanların Kardeşliği” temasını seçmişti, oldukça uzun ve akıcıydı. Önce açık -seçik Arapçasıyla, Kur’an’daki bu konuyla ilgili, bazı ayetleri okudu, daha sonra da Hadis Külliyatındaki birkaç hadis yorum yapmadan sergiledi.. Hutbenin dua kısmında Suriye ve Filistin halklarını anarak hutbeyi tamamladı. Cemaat imamı huşu içerisinde dinledi. Yetersiz Arapçamla hutbenin önemli bölümlerini anlayabilmiştim. Namaz bitikten sonra, “neden hutbe ve vaazların cemaatler tarafından sadece dinlendiğini fakat hayata geçirilmediğini” düşündüm! Evet Müslümanlar kardeşti, bunun en güzel örneği tarihte bu beldede Ensarla- Muacirler arasında yaşanmıştı. Ama neden daha sonra kardeşler birbirlerinin hakkına tecavüz etmişlerdi, bu nasıl kardeşlikti? Eğer Müslümanlığı sahabeler temsil etti iseler, bizler neydik?!. Yarın kıyamette yaptıklarımız yüzümüze vurulduğunda, O Yüce Peygamberin ve Sahabelerin yüzüne nasıl bakacaktık!…
Medine Arif Hikmet Bey Kütüphanesi
İkindi namazından sonra eşimle beraber, Mescid-i Nebinin batısında bulunan kütüpha-neye doğru yöneldik. Mescide oldukça yakın mesafede, dış cephesi mavi renge boyanmış, güzel bir bahçe içerisinde üç katlı ,sade bir binaydı. Medine’de kütüphane faaliyetleri Osmanlı padişahı II Mahmud zamanında başlamıştı. Kaynaklara göre, Padişah kurduğu kütüphaneye 4569 cilt yazma eser bağışlar. İstanbul’dan gönderilen diğer kitaplarla beraber 7000’in üzerindeki yazma eserle “Medine Mahmudiye Kütüphanesi” çağının en büyük kütüphanelerinden biri olarak açılır. Daha sonra Osmanlı padişahi Abdulmecid, Medine valisine 1600 civarında kitap göndererek, kendi adına bir kütüphane kurmasını ister. O kervana katılan önemli isimlerden birisi de, son dönem Şeyhülislamlarından Arif Hikmet beydir. Kitaplığından 5400’ün üzerinde Arapça, Farsça ve Osmanlı Türkçesi ile yazılmış kitap gönderip, adına vakfiye oluşturarak, mülklerinin gelirinin önemli bir bölümünün buraya vakfetmiştir.
Şeyhülislam Arif Hikmet beyin amacı bir an önce emekliye ayrılarak Medine’ye yerleşip adına kurdurulan kütüphanede hem başkanlık yapmak, hem de ilmi ve kültürel çalışmalarda bulunmakmış. Fakat yaşanan siyasi olaylar bunu gerçekleştirmesine elvermeyince, yedi yıl Şeyhülislamlık yapmak zorunda kalmıştır. Tanzimat süreci onun şeyhülislamlığı sırasında başlayarak gelişmiştir. Emekliye ayrılıp Medine’ye gitme hazırlığında iken, ömrü vefa etmeyerek 1858 yılında İstanbul’da 72 yaşında vefat etmiştir. Kaderin cilvesine bakınız ki yıllar önce alim, şair, yazar, bilim ve din adamı Arif Hikmet beyin kurduğu kütüphanenin başına geçmek nasip olmamış, fakat yıllar sonra onun kadar şöhretli büyük bir ismi olmasa da, benzer özellikleri taşıyan Ali Ulvi Kurucu hocaya nasip olmuştur.
Medine’nin yönetimi Suudilere geçince, kütüphane vakfiyesi uzun yıllar vakfiye olarak mütevelli heyeti eliyle yürütülmüş; 1957 yılında vakfiye hükümleri hiçe sayılarak kütüphane Hac ve Evkaf Bakanlığına bağlanmıştır. Ali Ulvi Kurucu’nun ayrılışına kadar Türk müdürler tarafından yönetilmiştir. Hocanın 1985 yılında emekliğe ayrılışıyla beraber bu uygulamaya da son verilmiştir..
Kütüphaneyi ziyaretimdeki en büyük amacım, yazma eserler görmek ve hatta izin verirlerse videoya almaktı. Kütüphanede eşimle beraber çalışacaktık, Arapça ve Osmanlı Türkçesini ben biraz konuşuyor, o da okuyabiliyordu; birbirimizi tamamlayacaktık. Meğerse hanımların kütüphaneye girişi yasakmış! “Türk olduğumu, Ankara’dan geldiğimi, yazar olduğumu, araştırma yapacağımı” söyleyince, eşimi nazikçe zemin kattaki bekleme salonuna aldılar. Müracaattaki görevlilere Müdürle görüşmek istediğimi söyledim. Cuma günü olduğu için kütüphane müdürü yokmuş, telefonla konuyu anlatarak beni üst kattaki Müdür yardımcısının yanına çıkardılar.
Odasına gidince beni kibar bir bey karşıladı. İsteğimi yarım yamalak anlatınca, “yazma eserler bölümünün doğrudan müdürün sorumluluğunda olduğunu” söyledi. O bölüm güvenlik nedeniyle kilit altında tutulmaktaymış. “Eserlerin elde bir dökümünün ya da kataloğunun olup olmadığını sordum?” Yardımcı“ onların da müdürde olduğunu” söyledi; “eğer istersem kütüphanenin tamamını gezebileceğimi Arapça ve İngilizce olarak bilgisayardaki tasniflere ve bilgilere ulaşabileceğimi” belirtti.
Fakat benim amacım o değildi. Üzüldüğümü görünce, “Pazartesi günü gelirsem müdürle görüşebileceğimi “söyledi. Mecburen oradan eli boş olarak ayrılmak zorundaydım. Ayağı kalkıp, veda için elim uzatırken, “Rahmetli Ali Ulvi Kurucu hoca da burada hizmet verdi” dedim. Birden görevlinin gözlerinin içi güldü, “Rahmetullah Şeyh Ali Ulvi” dedi. Belli ki Kurucu hocanın personel üzerinde halen dahi etkisi bulunmaktaydı. Müdür Yardımcısı benimle beraber girişe kadar inince, beni yolcu etmek için indiğini sandım . Müracaatın arkasındaki bir bölümü göstererek, “Hz. Resulullah(S.A.V.)’ın sanduka örtülerinin sergilendiğini” söyledi. “Eşini de çağır, beraber ziyaret edebilirsiniz” diyerek, tokalaşıp ayrıldı
Gökte ararken yerde bulmuştuk. Sandukanın örtüleri, çerçeveli cam muhafaza içinde, iki büyük tablo gibi duvara asılmıştı. Uzun uzun o altın sırmayla işlenmiş, Kur’an ayetleriyle bezenmiş örtüleri inceledik. Örtülerde Zatı Paki’nin evladı Hz. Fatıma ve iki torunu Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’in isimleri yazılıydı Görevlilere ,”hangi döneme ait olduklarını” sorduğumda, “antik olduğunu” söylediler ; belli ki Osmanlı döneminden kalmıştı. Bu örtüleri yapımında emeği geçenleri ve oraya getirerek sergileyenleri şükranla anarak kütüphaneden ayrıldık.
Müze
Kütüphaneden çıktıktan sonra müzenin bulunduğu yeri sorduk, bizi kuzey batıya doğru yönlendirdiler. Uzun bir yürüyüşten sonra, bir inşaatın önünde tekrar sorduğumda, genç biri öne çıkarak İngilizce nereli olduğumuzu sordu? Türkiye deyince gözlerinin içi güldü, başladı Türkçe konuşmaya. Meğer Filistinliymiş,eğitimini İstanbul Teknik Üniversitesinde alarak İnşaat Mühendisi olmuş, Medine’de önünde bulunduğumuz o iş merkezi inşaatında çalış-maktaymış. Sanki çok yakın akrabasını görmüş gibi bize ilgi göstererek yolu tarif etti..
Batı Şeria’dan olduğunu öğrendiğim gence, “İnşaallah yakında Filistin devleti kurulur “ dedim. Ümitsizce başını salladı,.”Gazze ile birleşmeden, Filistin Devleti hayal” dedi. “İnşaallah birleşirler” dedim. Genç,“oldukça zor” dedi. Daha fazla zamanını almak istemiyordum, Allahaısmarladık derken içime önemli bir kurt düşürmüştü. Demek ki işler Türkiye’den bizim gördüğümüz gibi değildi.
Tarif edilen “Medine Araştırmalar Vakfı”nın önüne gelmiştik; meğerse Medine Medeniyet Müzesi (Methafu’l-Medîneti’l-İ‘lâmî) o vakfın bünyesindeymiş. Alt katta olduğunu söylediler, oraya doğru yöneldik. Kapıda ne bir görevli ne de karşılayan vardı, anladığım kadarıyla burada her şey “self servis” yürümekteydi. Kapıların birinden bir grubun çıkarak, bir başka kapıya yöneldiklerini gördük. Grubun çıktığı kapıdan içeriye baktığımda yarı karanlık loş bir ortam, sıra sıra dizili sandalyeler ve karşı duvardaki perdesi ile küçük bir cep sinemasını andırıyordu.
Anlaşılan çıkan grup, “burada bir film ya da video izlemişler” demeye kalmadan, perdede 10 dan geriye sayan rakamlar belirmeye başladı. Hemen sandalyelere oturduk, “iki kişiye bile gösteri sunacaklar” derken, tanıtım filmi başladı. Anladığım kadarıyla yarı belgesel dokümanter bir gösteriydi, yaklaşık onbeş dakika sürdü. Biz içerde bulunduğumuzda ne başka bir izleyici ne de içeriye bir görevli girdi. Video gösteriminde, biraz sonra gezeceğimiz müzedeki resimler kronolojik bir sıra izleyerek akıyordu.Arka planda bir ses de izleyiciyi bilgilendirilmekteydi..
Gösterim bitince, kalkarak çıkış kapısı ve oradan da o ikinci kapıya yöneldik. Oldukça geniş ferah, birkaç salonun iç içe birleştiği bir yapıdan oluşmaktaydı. Bir salonda antik eşyalar sergilenirken, bir başka salonda da Hz. Resulullah(S.A.V.)’in Medine’ye gelişinden itibaren Mescid-i Nebi ve şehrin geçirdiği gelişme evreleri maketler ve büyük duvar pano resimleriyle sergileniyordu. Bir başka salonda ise Cennet’ül Baki Mezarlığının maketi ve duvardaki panoda mezarlıkta metfun bulunan zat-ı paklerin isimleri yazılıydı. Müze içerisindeki yazılarda Arap ve Latin harfleri kullanılmıştı. Bir başka salonda da ziyaretçilere satılmak üzere hediyelik eşyalar sergileniyordu.
Diğer müze ve sanat galerilerinde uyguladığım gezi planını burada da uygulamaya koydum. Önce galeriyi baştan sona fazla ayrıntıya dalmadan gezdik. Daha sonrada ilginç bulduğumuz mekanlar ve tabloları tekrar görüp inceledik. Cenet’ül Baki mezarlığının sergilendiği salonu gezerken Hz. Ali Bin Ebu Talibin ve Hz. Fatima(r.a) Annemizin metfun bulunduğu parselde en önde yazıldığını görerek dona kaldım! Salondaki görevlilerden İngilizce olarak bir rehber veya yetkili istedim. Çünkü daha önce Arapça ve İngilizce rehberlik hizmeti verildiğini görmüştüm. Yetkililer İngilizce hangi milletten olduğumuzu sordular, Türk olduğumuzu söyleyince de Türkçe bilen bir rehbere bizi teslim ettiler.
Rehberimiz Türk bir ailenin çocuğu olarak Medine’de doğmuş genç bir delikanlıydı.Önce diğer salonlardan başlayıp anlatarak bizi gezdirdi. Cennet’ül Bakiye geldiğinde mezar parsellerinde metfun bulunanları sayarken Hz. Fatima Annemizin parselinde Hz. Ali (r.a)’yi de saydı. Ben Dördüncü halife Hz. Fatıma’nın eşi mi? Dediğimde evet dedi. İtiraz ettiğimde, “burada yapılan çalışmaların bir bilim kurulu tarafından yürütüldüğünü, bu bölümü hazırlayanında bir tarih profesörü olduğunu” söyledi.
Bunları anlatırken de söylediklerinden de hiçbir şüphesi olmadığını belirtti. Bu güne kadar itiraz eden olup- olmadığını sorduğumda ? İtiraz eden “olmadığını” söyledi. Ne kadar yaşarsam yeni bir şeyler öğreniyordum. Bu kadar zamandır okuduğum İslam Tarihi kaynaklarında Küfe’de şehit olan Hz. Ali (r.a)’nin mezarının Cenet’ül Bakide olduğunu belirtilmemişti. Medine’ye götürüldüğüne dair zayıf bir rivayet vardı, ;ancak o rivayetin sonu bir efsane ile bitmekteydi..
Tarihi kaynaklara göre: Siyasi sebepler nedeniyle, Hz. Ali’nin Kabri Şerifi uzun yıllar gizli kaldı, daha sonra Abbasi halifesi Harun Reşit, “bugünkü Necef’teki yeri rüyasında gördüğünü” belirterek bir türbe yaptırdı; zamanla orada Necef şehri kuruldu. Yıllar sonra Sultan Sencer, Afganistan’daki kuzeyde bir şehirde Hz. Ali adına bir türbe yaptırarak mezarının orada olduğunu söyledi. Böylece o şehirde “Mezar-ı Şerif” olarak anılmaya başladı. Şimdi yeni bir yer tesbiti daha yapılmaktaydı.
Bu konuda Necef ve Mezarı Şerif’teki kabirler nasıl sembolikse, başka yerle ilgili iddialarda sembolik olmaktan öteye geçemez. Çünkü hiç birisi hakkında somut delil bulunmamaktadır; fakat “Velayet Makamı”na ermiş zatları hangi temiz mekanda çağırırsanız ruhu orada belirir. O nedenle pek çok veli gibi, Hz. Ali(r.a)’nin de Kabri Şerifi sevenlerinin kalbindedir. Hz. Mevlana, “ Yeryüzünde kabrimizi aramayınız, sevenlerin gönlü türbemiz bizim” derken bu konuya değinmektedir!
Yine de olumlu düşünmeye çalıştım, acaba tarih profesörü,”Cenet’ül Bakide metfun bulunan Hz. Hüseyin’in oğlu Ali Ekber( Zeynel Abidin Hz.)’ini Hz. Ali zannederek mi mezarının orada olduğunu söylemiş”! Bu güne kadarda müzeyi ziyaret eden binlerce insandan hiçbirisi neden buna itiraz etmemiş” dedim. bilmediklerinden mi, yoksa itirazlarının bir işe yaramayacağından emin olduklarından mı? Nasıl değerlendirelim ?
Dördüncü Bölümün Sonu
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.