- 1929 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
Maria'ya Mektup
Sevgili Maria,
Bu mektubu yazmadan önce günlerce düşündüm. Yaklaşık bir buçuk senedir birbirimizi tanıyoruz. Muhabbetimiz ve yakınlığımız itibariyle aramızda oluşan, tarifi zor sıcaklığın etkisi altındayım.
Söylemek istediklerimi açıkça ifade edememe korkusu taşıyorum. Ergenliğe girmekte olan çocuklarına, yetişkinliğin gerektirdiği bilgileri aktarabilmek için heyecan yapmış ebeveyn karmaşasıyla doluyum. Aramızdaki bağ her geçen gün artıyor ve biz buna ‘dur’ diyemiyoruz.
Karanlığın aydınlığı yok ettiği o menfur tahribatın korkusuyla, mum isinin yüzlerimizi aydınlatmaya yetmediği odadayız. Bu oda dünyamız. Biz istemiyoruz. Ayrı kalmak, bir gün olsun seslerimizi duymadan yaşamak bize zor geliyor. Çünkü sarılamadığımız her gün yalnızlığımızı bize hatırlatan acı yaprağı. Bu kelimeyi tam olarak anlayabilir misin ama ‘acı’, evet bir tür melankoli ve daha derini!
İstediğimiz her an telefonda ya da internette görüşebilirken, bu mektupta nereden çıktı diyebilirsin. Sözler ruhun aynası. Seni gördüğüm an kendim adına dileyebileceğim ve söyleyebileceğim söz kalmıyor ki!
İhtiyar sahibinin evinden kaçıp, kendini apartman boşluğuna bırakmış, ‘dokuz canlı dört ayaküzeri düşer’ tezini doğrulayamadan ölmüş kedi kadar çaresiz hissediyorum. Bu yüzden seni suçladığımı sanma! Böyle düşünmen bile beni kahreder.
Apartmanın boşluğuna düşene kadar neler görmüyorum ki! Seninle beraber bir dünya insan beni ziyaret ediyor. Bunu anlayabilmen pek mümkün değil. Çünkü sen de yalnız yaşayan bir insansın. Her ne kadar anılarının gerçekliğiyle baş başa da olsan, yalnız insan yalnızdır. Daha başka tarifi yok bunun!
Ezgiler bu dünyadan ayrılacağımızı hatırlatıyorlar. Bu aralar sana söylemiyorum ama müzik de dinlemiyorum. Kulağımın nemli yüzeyine kendi acılarını bırakıp, sonra da trafik polisinin olay yerinden ayrılışı kadar hızlı gitmelerine katlanamıyorum. Sokaklardan kulağıma çırılçıplak akan seslerle yetiniyorum.
Bu aralar mevsiminde etkisiyle kuşlar revaçta! Araba seslerini de duymayacağım bir yer aramalıyım. Bu işte en zoru! Yakın zamanda kitaplardan ayrı kalacağımı bildiğim içinde üzülüyorum. Elbette kısa süreli bir ayrılık olacak! Ama itiraf etmeliyim ki, kitaplarıma ait dünyanın anahtarı senin ellerinde.
Kurumuş nanenin kıvrımlarına benzeyen avuç içi çizgilerinin arasında geçmişin yanılgılarına ait yangınlar var ve anahtara senin sahip çıktığını bildiğim için de mutluyum. Buna pek mutluluk da denmez aslında, bir tür güven? Hayır, güven de olmaz! Daha çok incelik, bir tür inanış belki de!
Kuşları dinliyorum. Ara sokaklar arasından gelen kuş sesleri ruhu besleyici hazlardan olmalı.
Maria, bazen Tanrı’ya el açıyorum ve sırf yaşamla alakalı onunla konuşuyorum. Çok garip biliyor musun Tanrı’yla konuşmak! Ona nefret ettiğim insanlardan bahsediyorum kimi zaman. Susuyor, cevap vermiyor. İyi kullarından bahsettiğim zaman da aynı, yine susuyor. Çok susuyor Maria Tanrı’mız ve inan bana susmak kadar etkili bir cevap yoktur.
Kendinden hatırla! O’nun sevgisine akan nehirde yıkanmış bir kalbi seviyorum. Bu kalp ki, hem bedenin hem de ruhun merkezi. Ünlü şehirleri düşün! ‘Greetings from Londra’ yazılı kartpostalı attığında Trafalgar meydanına yakınım demiştim. Hayal kuruyorduk hani; Paris’te Concorde meydanına gittiğimiz zaman, Tuileries bahçelerinde gezinirken senin fotoğraflarını çekecektim. Meydanda gerçekleşmiş idamları düşünüp, ‘ağlayabilirim, ağlayabilirim değil mi? Ben hâlâ karanlıktan korkan bir kadınım. Benim sevdiğim Tanrı’m bana karanlık vermesin diye dua ettiğimde, geceleyin gözlerimi kapatmadan önceki zaman hep. Ağlarsam sinirlenmek yok, tamam mı?’ diye benden söz bile almıştın. Ya o garip, erkek teni, kadın kanı, kıllı ve bir ritüelin son sahnesini izleyenlere göstermeden önce verilmiş mola kadar zamansız çıplaklığın içinde izlenilmiş Fransız filmlerden çokça duyduğumuz Aziz Michel meydanı? İstanbul’da Taksim? Berlin’de Paris meydanına ne dersin? Bu kadar meydan içinde İtalya’nın San Marco’su atlanılabilir mi? Ama korkuyorsam, buna sebep şimdilik düşünmek istemiyorum.
Hayır, vazgeçtim şehir merkezlerini saymayı. Hepsi yıkılabilir, hepsi bir bombayla mahvolabilir. Yıkılmış şehirleri insanlık istediği kadar değiştirip, eskisi yerine yenisini koyabilir. Ama ya anılar? İnsanın bir ara en güvendiği ve sevdiği dostlarından bile sadık anıları yok olabilir mi? Bizi yaşatan da, bizi öldüren de sahip olduğumuz anılar değil mi? Sessiz ve bir o kadar da ciddi Tanrı’dan bizim için ‘sahip olabileceğimiz, sayamayacağımız kadar çok anıların’ olmasını istiyorum. Bir dua mı? Antlaşma var mı? Anılar bir o kadar da, anıları var edeni hatırlamamıza yardımcı olmaz mı?
Ah Maria, senin de Tanrı gibi sustuğun anlar o kadar çok ki! İkinizi de daha çok susturabilirim. Bunu yapabilirim. Daha çok susabilir Tanrı’m ve sen! Hayır, en azından sen konuşmalısın. Neyse ki bazı şeyleri abartmaya dahi gücüm yok! Mektubumu bitirmek istiyorum. Tabi ki mektubumu sana yazma sebebimle beraber!
Bir an için durdum. Gözlüğümü çıkarıp sağ bacağımın üzerine koydum. Kollarımla gözlerimi ovuşturdum. Alnım kaşınıyordu. Dökülen saçlarımın yerine tahtını koyan Güneş sakindi. Güneş senin bana son bakışın gibi sahipleniyordu göğü. Oysa rengini bilemediğim gök, nemli göğsünün arasında duran buluttan ibaretti. Dışarıdan sesler geliyordu. Kuş sesleri ve jeneratör sesleri… Nasıl da uyumsuzlar, kuş ve jeneratör sözcük olarak yan yana geldiğinde bile rahatsız edici! Sağ bacağımın üzerinde hareketsizce duran gözlüğümü alıp, kulaklarıma doğru ayaklarını uzattım. Gözlerime geçici ışıklar sunan gözlüğün şekli, bir Budist’in bağdaş kurmadan önce, ayaklarını Nirvana’ya uzattığı ana benziyordu. Bunların hiçbirinin önemi yoktu Maria. Sağ bacağım ellerimle beraber boş kaldı. Maria, tutkulu bir kadın olmasaydın seni sevebilir miydim? Işığın sıcaklığına şahit olduğum karnın, var oluşunun dünyada sahip olduğu santimetrekarelik yerle birleşince bacağımın üzerine oturup, aynı sigarayı paylaştığımız düşe soyundum. Sıcak yerlerimizin birbirimize daha yakın olması, uzaklığı yok eden yakınlıkla açıklanması mümkün olmayacak bir yakınlıktı. Ah Maria, deliriyorum!
Sana teşekkür etmek istiyorum. Çünkü dün gece e-maillerimi kontrol ederken, senin gönderdiğin fotoğrafı spamlar arasında gezinirken rast geldim. Nasıl olur da gönderdiğin mail spamlar arasına girer? Neyse, günler sonra çektiğin o resmi görmenin mutluluğunu yaşıyorum. British Museum’e gidip, Madam Eloui Bey’in Rilke ile beraber çekindiği resmi bulup, cep telefonunla çekmişsin. Mail attığını niye söylemedin ki? Bir buçuk haftadır bu konu hakkında hiçbir şey demedin. Sürpriz olmasını istemişsin, ancak her işimizde olduğu gibi bu işimizde de şansızlık yaşamışız. Spamlar arasında mailini göremeseydim eğer, nasıl bilecektim ki bana Rilke’nin fotoğrafını gönderdiğini?
Neyse ki geç oldu her şey, ama sorun yok! Madam Eloui Bey’in hikâyesini anımsadım da, onun kadar tutkulu kadın var mı diye düşürdüm eskiden. Senle tanışmadan önce… Tabi sanat üzerine bahsediyorum. Kleopatra arzusunu saklasaydı, bugün adı duyulur muydu? Rilke’de zarif bir kadın için bahçeden gül toplamaya çıktığında, eline bir diken batar ve dikenin battığı yerden kan akar. Ama bu akan kan, acısı artık dinmeyecek bir ağrının habercisidir. Lösemi olduğunu öğrenir ve ömrünün son iki ayı bir dikenin acısını ölüme tamamlar. Ömrü tamamlamaktan ve ölmekten bahsediyorum. Komik değil mi? Yaşamamış biri için ölüm hiç de korkunç gelmiyor. Sen korkuyor musun ölümden? Mektup eline ulaştığında, telefondan cevap vereceğini umuyorum bu soruma. Korkman gerekiyor, çünkü ben henüz korkmuyorum. Aklıma gelen Afrika’da ve Güney Amerika’da yaşayan dev böceklerin toprağın içine girip etlerimizi yemeleri… İlk gözlerimizden başlarlar gibime geliyor. Sahi ölüm bu kadar manasız olabilir mi? Bir ineğin yaşamı ve ölümü kadar manasız olmamalı insan ölümü.
‘Malte Laurids Brigge’nin Notlar’ kitabına ben de yakında başlayacağım. Altı çizilesi ve uçup gitmesini istemediğim çok cümle var. Acımasız yaratıklarız. Kendimize bile tahammül edemezken, çocukken adından ötürü kız bildiğimiz Rilke’nin yazdıklarına kıymet veriyoruz. Ama bu sanat, bu kaybolan güneş, oturağı arkasına on binlerin imza attığı misafirhane… Ünlü bir kadına sormuşlar:’ Tutkulu bir öpücük size neyi anımsatır?’ Hiç düşünmeden o ünlü kadın cevap vermiş:’ Süt dişlerim düşmeden önce yaladığım şekerlere!’ O şekerler hâlâ dünyada var. Bizim süt dişlerimiz, masumiyetimiz olmasa da, var olanı yok saymak aptallıktan başka bir şey olamaz. Okumalıyız, okumalıyız ki biz de okunabilecek kadar yazalım. Bu alış veriş değil, böyle düşünmeni istemiyorum. Okuduğumuz kadar yazacağımızı da sanmam. Bu imkânsız. Fakat düş kur diyen, düşünden ayrılma ve ‘sahip değilsen, sahip olmayı iste, sahip olmayı istemezken nasıl sahip olabilmek için konuşabilirsin ki’ diyen de sensin!
Ah Maria,
Misafir utangaçlığı üzerimde,
Sağa sola kaçışan insanlar
Kendi dizesiyle vuruluyor şu kısa ömür de
Bir o kadar da uzun geliyor
Hangi ezgiye bakınsam
Tapındığım uzun bir çukur var ediyor
İnandığım çıkış için merdiven
Sevdiğim güneş
Merhaba diyen çocuk sesleri
Ben hiç çocuk olmamış gibi oynamayı seviyorum
İnanmayı,
Tapmayı,
Sessizlikten büyük manalar çıkarmayı
Elimde desenli çay tabağı
Dilim kahverengi şeker yalayan adam
Utanmayı ve onanmayı beklediğim anlarda saçların
Islakken toprağın, kuruyken benim oluyorlar
Oysa sahip olduklarımız daha çabuk ayrılıyorlar bizden
Sözlerimiz, bakışlarımız ve terimiz
Hangisi olduğunu unutuyorum böylece
İçime karışan sıcak çay
Bacağımda tekrar gözlük, bu defa sensizliğin yerine
Bir önceki, bilmiyorum
Güneş, sanatı öldürüyor, sabah palavra böylece
Ah Maria,
Çok kısasın anlatmak için
Yazmak için de uzun
Aldırma bana
İstediğin zaman çayı doldur, sahibim ol meydanına
İçimden geldiği gibi…
Rilke’nin mezar taşını hayal ediyorum şimdi:’ Gül, ey saf çelişki, nice gözkapağının altında/hiç kimsenin uykusu olmamanın/ sevinci.’
Kimin umurunda ki? Sesler duymaktan nefret ediyorum Maria’m! Uzattım her zaman ki gibi, bir paragraf tutmayacak, belki telefonda bir dakika sürmeyecek teşekkürüm yüzünden sayfalara zihnimden kara harfler aktı.
Uzatmıyorum artık; seninim,
Seninle daim…
YORUMLAR
Ben kafamı yormadan okumayı seviyorum. Yorulmalı der şimdi biri çıkıp. Yazı tek konu olsada beni biraz dağıttı merak etmeyin sonunda toparlandım. Şu an kendi psikolojimi gözden geçiriyorum. Yazıda emek vardı. "Kurumuş nanenin kıvrımlarına benzeyen avuç içi çizgilerinin arasında geçmişin yanılgılarına ait yangınlar var " işte kafamı karıştıran güzel bir cümle !!Tebrikler.
"Her ne kadar anılarının gerçekliğiyle baş başa da olsan, yalnız insan yalnızdır. "
cümlesi takıldı boğazıma..ama yazı bütün itibariyle çok güzeldi. her şey var içinde. sanki çok kıymetli bir yazarı okudum ben bu yazıda, yıllanmış bir yazar...
günümün yazısıydı...söyleyecek çok şey var ama öyle çok şey söylenmiş ki zaten "evet, susmak en güzel cevap"
susuyorum...
tebrikler Sayın yazar...