- 706 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
TEKİN AKMANSOY
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
“Tiyatroyu çağdaş düzeye getiren
Atatürk kuşağının sahnedeki son temsilcilerinden...”
yatakta değil de ayakta ölmek isteyen,
Devlet Tiyatrosu sanatçısı
TEKİN AKMANSOY...
1974 yılında Türkiye’nin ilk yerli dizisi KAYNANALAR, TRT 1’de siyah beyaz olarak yayınlanmaya başlanmıştı. Anadolu’dan İstanbul’a göç eden Nuri Kantar ve Ailesi’ni anlatan efsane dizi KAYNANALAR...
Yaklaşık 40 yıl önce başlamıştı bu efsane dizi.
Benim lise yıllarına rastlıyor o yıllar.
Diziyi, konu komşu hep bir arada, birkaç aile seyrederdik. Çünkü televizyon tam anlamıyla yayılmamıştı; her eve girmemişti daha. Ya toplu olarak kahvelerde, ya da mahallede hangi evde televizyon varsa orada toplanırdı mahalle sakinleri. Tabii renkli de değildi TRT yayınları; siyah beyaz idi.
Hani “Uzay Yolu”, “Komiser Kolombo” ve “Kaçak” dizisinin olduğu yıllar.
Dizinin kahramanlarından Nuri Kantar ve Nuriye Kantar ve hizmetçileri Döndü, halk tarafından çok sevilmiştiler. Çünkü onlar da halkın konuştuğu gibi konuşuyorlardı. 90’lı yıllarda ise bu diziler videoya çekilmeye başlandı ve böylece Almanya’da çalışan işçilerimizin evlerine misafir olmaya başlamışlardı.
İşte, 70’li yıllarda, İstanbul’daki evimize misafir olan Nuri Kantar’a 2010 yılında, yani yaklaşık 40 yıl sonra ben misafir oldum.
70’li yıllarda Devlet Tiyatro sanatçısı iken, KAYNANALAR dizisiyle birden ünlenen TEKİN AKMANSOY’un Beşiktaş’taki evindeyim. Bir gün önce de dizinin kahramanlarından “Döndü” karakterini oynayan Defne Yalnız’ın misafiri idim.
40 yıl önce de ben onu evimde ağırlarken, o beni Küçükçekmece Devlet Tiyatro Sahnesi’nin fuayesinde ağırlamıştı. Keyifli sohbetimizden sonra da Tuncer Cücenoğlu’nun yazdığı, Serpil Tamur’un yönettiği “Kadın Sığınağı” adlı oyunda seyretmiştim seneler öncesinin “Döndü”sü Defne Yalnız’ı.
Evet, biz yine Beşiktaş’a; seneler öncesinin Nuri Kantar’ı TEKİN AKMANSOY’a tekrar geri dönelim...
Kapıyı yönetmen kızı Arzu Akmansoy açtı.
Arzu Akmansoy, İngiltere’de yönetmenlik eğitimi almış. Kaynanalar’ın son 15 yılının çekimlerini o yapmış. Ayrıca babası Tekin Akmansoy’un oynadığı “Sonradan Görmeler”, “Emret Muhtarım” ve “Bey Baba” gibi dizilerini de yönetmiş. Arzu Hanım beni ve abim Enver Dursun’u, Nuri Kantar, özür dilerim, babası Tekin Akmansoy’un olduğu odaya götürüyor. Yılların tiyatro, sinema ve dizi oyuncusu Tekin Akmansoy’la tanışıyoruz. Daha doğrusu 40 yıldan beri kendisini televizyondan tanıdığım Tekin Akmansoy’a kendimi tanıştırıyorum.
Görünüş olarak 40 yıl öncesinin Nuri Kantar’ı. Sadece dökülmeyen gür saçları beyazlamış. Uzun boylu, iri yarı. 87 yaşında olmasına rağmen dinç gözüküyor. Onu son oynadığı “İki Aile” dizisinde seyretmiştim.
1924 Denizli doğumlu. 17 yaşında iken Necip Fazıl’ın yazdığı “Para” isimli oyununda oynamış. O ara Halkevi’nde tiyatro kurslarına katılıyormuş. “Para” oyunundan para aldığı için ilk profesyonel oyunu sayıyor bu oyunu.
70. Sanat Yılı’nı 2009’da Cemal Reşit Rey Salonu’nda yakın dostu ünlü tiyatro yazarı Dürrenmatt’ın “Göktaşı” adlı eserini sahneye koyup oynayarak kutlamış. Aynı oyunu 1966’da Devlet Tiyatroları’nda oynamış. Meddah geleneğinin en yaşlılarından biri olan, “Yatakta değil de, ayakta ölmek istiyorum” diyen bu usta oyuncumuzla yaklaşık iki buçuk saat sobetimiz oldu. Aşağıda okuyacağınız satırlar bu sohbetin sadece özeti:
Bana bulaşan tiyatro mikrobu...
Bana bu tiyatro mikrobu bulaşalı o kadar çok oldu ki, ne zaman, nasıl oldu, hatırlamıyorum.
Hatırladığım bir şey var ki, ben bana bulaşan mikrobu başkalarına da bulaştırdım.
Şu kadarını söylemek isterim: Ben hiçbir şeyin hesabını yapmam. Hep kendimi denerim, sınarım. Her şeyde; hiç tahmin etmediğim bir spor dalı, tenis, beni çok sevdi; müptelası oldum. Topa iyi vurmaya başladım, zevk aldım. Ancak daha ileri gidemedim. Çünkü mesleğim müsait değildi. Uğraş dalım tiyatro idi. Ben kendimi tiyatro sanatçısı olarak yetiştirecektim. Tiyatro sanatına olan ilgimi etkileyen faktörler olmuştur. En başta tiyatrolar. 1924 Denizli doğumluyum. Babam yedi kişiyi geçindiren bir yüksek devlet memuru idi. Deniz’liye gelen tiyatrolara bizleri götürürdü. Çok aydın ve zarif bir insandı. Bizlerin iyi yetişmelerini arzu ederdi. Daha ilkokul sıralarında tiyatro sanatı beni heyacanlandırıyordu. Her okulda olduğu gibi, bizim okulda da yıl sonu müsamereleri olurdu. Ne hikmetse, nedense hiç kimse beni dikkate almazdı, almıyorlardı da... İlkokul son sınıfıta idik. Çok iyi bir dereceyle bitirmiştim. Her sene olduğu gibi yıl sonu müsameresi yapılacak. Oyuncular seçildi. Ben yine her zamanki gibi oynayanlar listesinde yokum. Ancak oyunda oynayacak erkek arkadaşın ayağı kırıldı. Başka da erkek yok. Bir ben varım. Bana gelip oynamamı söyleyince çok sevindim. Rolüm başarılı bir fotoğrafçı idi. Hiç unutmam, okulun müdürü Murat Bey, nur içinde yatsın, oyundan sonra “oğlum sen tiyatrocu ol, okuluna git” dedi. Evdekiler de şaşırmışlardı. Bu nereden geliyor? Her mahallede olduğu gibi, biz de kendi aramızda evcilik oynardık. Ben hep tiyatro oynardım, oynatmaya çalışırdım.
Kültür yuvaları olan Halkevleri...
Daha sonra Ankara’ya taşındık. Sene olarak 1939 idi. Ankara’da ilk tiyatromuz Ankara Halkevi’nde Temsil Kolu’na yazılmıştım. Halkevleri kültür yuvalarıydı. Olağanüstü sporcular, devlet adamları ve sanatçılar hep bu Halkevleri’nden çıkardı. Çok aydın insanlar yetişiyordu Halkevlerinde. Ben tiyatro bölümündeki oyunlarda oynamaya başladım. Sene 1939, Ankara Halkevi’nde “Ayyar Hamza” adlı oyunda ilk oyunumu oynadım. 1941 yılında da Necip Fazıl Kısakürek’in yazdığı “Para” adlı oyunda oynadım. Bu oyundan para aldığım için bu oyunu ilk profesyonel oyunum sayarım. 1942’de de Feridun Çölgeçen Topluluğu’yla Strinberg (Baba) adlı oyunda oynadım. Bu arada da 1942 yılında Ankara Atatürk Lisesi’nden mezun oldum. Kulakları çınlasın, daha doğrusu Allah rahmet eylesin, Şehir Tiyatroları genç oyuncularından Ercüment Behzat Lav, çok güzel Türkçe konuşurdu. Almanca bilen, nefis şiir okuyan değerli bir kişiyle beraber olma şerefine erdim. Gerçek tiyatroyu, tiyatronun ne olduğunu ben ondan öğrendim. Bana, yeteneğimin olduğunu, bendeki bu yeteneğin zenginleşmesi için konservatuara gitmem gerektiğini söyledi ve bu konuda ısrar etti. 1947 yılında Ankara Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü’nü bitirdim ve aynı yıl Ankara Devlet Tiyatrosu sanatçısı olarak başladım. Askere gittim.
Almanya’da oyun seyrettim; utandım...
1958 ve 1962 yıllarında olmak üzere iki kez bilgi ve görgümü artırmak için Devlet Tiyatroları tarafından Almanya’ya gönderildim. Gittiğimde, orada, yani Almanya’da Moliere’den “Cimri” oyununu seyrettim. Bu oyunu seyrederken küçüldüm, ufaldım. Kısacası utandım... Çünkü ben böyle oynayamıyordum. Muazzam bir oyun oynanıyordu sahnede. Başka bir gün başka bir tiyatroya gittim. Bu sefer “Nedir bu, ben bundan daha iyi oynarım” diye düşündüm. Yani, kendini, oyunculuğunu imtihan ediyorsun yurtdışında. Bazen küçülüyorsun, bazen cesaret geliyor kendine. Geri geldiğimde Devlet Tiyatrosu’nda “Cimri” oyununu kendi yorumumla oynadım. Almanya’da seyrettiğimle alakası olmayan bir yorumdu benimkisi; benzerliği yoktu. Kendime has bir yorumla oynamıştım. Sene 1958-59; Cimri oyununda sıra bana geldiğinde, hıçkırıklarla ağlaya ağlaya oynamıştım. Çocuklarına bir şey olsa umurunda değil. Ancak parası çalındığında bütün hayatı sönüyor. Cimri’ye getirdiğim bu yorumum büyük yankı getirdi. Bu olay beni tiyatroya daha da önem vermeme ve daha heyacan ve şevkle sarılmama sebep oldu; “Daha da başarılı olacağım!..” dedim.
Şive bilmeyen oyuncular...
Bu arada sadece Avrupa’yı değil, Anadolu’yu da gezip dolaşıyordum. Orada da diyalektlere çok dikkat ediyordum. Bu çok önemlidir biz oyuncular için. Düşünün, okulda diksiyon ve fonetik derslerinde Türkçemiz bozulmasın diye dikkat edilirdi. Fakat mezun olan bir oyuncu bir köylü rolünü nasıl oynayacak!.. Şive bilmeyen bir oyuncu köylü rolünü nasıl oynar?.. Köylü mü, şehirli mi olduğu belli olmayan cümleler çıkar ağzından. Ben, gerçek ağızları kullanmaya gayret ediyorum. 1988 – 2002 yılları arasında TRT’nin yapmış olduğu “Meddah” dizisinde tek başıma birçok tip oynadım. Bütün bunların sonunda, 1969 yılında Bakanlar Kurulu beni Kıbrıs’a bir Türk tiyatrosu kurmakla görevlendirdi. Orada Kıbrıs Türk Tiyatrosu olan “İlk Sahne’yi kurdum.
Dostum DÜRRENMATT...
Cüneyt Gökçer tarafından ikinci kez Almanya’ya 1962 yılında staj için gönderildim. Bu gidişimde de ünlü İsviçreli yazar, oyun yazarı ve ressam Friedrich Josef Dürrenmatt ile tanıştım. Onunla dost olduk; buraya geldi. 40 yıl önce, 1966 yılında, onun “Göktaşı” adlı oyununu oynamıştım. Aynı oyunu 2009 yılında, 70. Sanat Yılımda Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda oynadım. Maalesef kendisini 1990 yılında kaybettik. Onu üne kavuşturan 1956’da yazdığı “Yaşlı Kadının Ziyareti” adlı oyunudur. Daha sonra “5. Frank” ve 1962 yılında yazdığı “Fizikçiler” geniş yankı yapmıştı. Eserlerinden bazıları: “Bir Gezegen’in Portresi”, “Bay Korbes’in Daveti”, “Göktaşı”, “Şüphe” ve “Babil Kulesi”... gibi.
“... Çetin Altan "Sahnede 70 yıl.. Bu bir dünya rekorudur" dedi..
Hemen ardından Yaşar Kemal "Ama kimsenin haberi yok" diye ekledi..
Tekin Akmansoy.. Koca Tekin Akmansoy.. 85 yaşında hâlâ sahnede dimdik duran ve hâlâ "Oynayan" adam 70’inci sanat yılını kutluyor.. Ve Türkiye’de yer yerinden oynamıyordu..
Jübile dediysek..
Hayır.. Sahneyi bırakmıyor Tekin.. Büyük Tekin.. Öyle "Bırakma" maçı diye dandikten beş dakika forma giyip sahalardan çekilmiyor..
Jübile, sahnedeki 70’inci yılın anması.. Ve Tekin Akmansoy, 70’inci yılını, bir Dürrenmatt’ı başından sonuna oynayarak, oyunun sonunda ayaktaki seyirciler tarafından dakikalarca alkışlanarak kutluyor.. İçi buruk benim gibi.. Ama yüzü gülüyor.. O gece ona sevgilerinden ve sanata, sanatçıya saygılarından oraya koşanları üzmemek için güler gibi yapıyor belki de..
Tekin, bu ülkeye Tiyatroyu çağdaş düzeye getiren Atatürk kuşağının sahnedeki son temsilcilerinden.. Türk Tiyatrosuna imza atmış devleri yetiştiren Carl Ebert’in artık sayıları hayli azalan, artık birer nadir pırlanta gibi üzerilerine titrememiz gereken son öğrencilerinden..
Benim hayatımda özel yeri var..
50’li yılların başlarında, Kilis’te, Antakya’da Pazar sabahları Uluç ailesini bir araya toplayan, bir arada güldüren, Uluçlara aile sıcaklığını yaşatan adamdı o.. Pazar ve de bayram sabahları skeçler yayınlardı Ankara Radyosu o yıllar.. Tekin o skeçlerde Anadolu şivesi ile koşuşan bir Orta Oyunu tipini canlandırırdı. Sadece sesi yeterdi aileyi radyo başına çivilemeye...” HINCAL ULUÇ / 4 Nisan 2009 SABAH
Sınıf arkadaşım Yıldız Kenter...
Konservatuardan aklımda kalan tek isim Yıldız Kenter’dir. Bence tek isimdir o!..
Bence değil, tüm Türkiye’de o; Yıldız Kenter. Türkiye’de olduğu gibi; dünyada da o...
O, okuyan, araştıran ve yeteneği, oyunculuğuyla Türkiye’de çok büyük işler yapmış bir sanatçımızdır Yıldız Kenter.
Ben onun sınıf arkadaşı olmaktan gurur duyuyorum. O da sanıyorum benim yaptıklarımla gurur duyuyordur. Biz sağlam temellerden geldik. Carl Ebert gibi bir insan hocamızdı. Hangilerini sayayım; Cüneyt Gökçer ilk hocalığına bizim sınıfta başlamıştır. Onunda bize gösterdiği çok güzel şeyler var. Nur içinde yatsın. Sanki dünyaya tiyatro yapmak için gelmiş nadir insanlardan biriydi. İlk yönetmenlik denememi 1968 yılında “Zoraki Tabib”i bana verdiğinde, ben “daha erken galiba” demiştim. ”Sen erken diyorsan, hiçbir zaman evlenemezsin” demişti bana.
Okullu ve alaylı oyuncu...
Konservatuarlı, yani diplomalı, alaylı gibi laflar fuzuli... Hiç kimse alaylı olmaz. Dünyaya açılan bir sürü penceremiz var. Devamlı öğreniyorsun. Eğer alaylı kaldıysan yeteneğin yok demektir. Yeteneğin olmuş olsa, zaten sen elindeki televizyonların, bilgisayarların vasıtasıyla dünyayı ayağının altına getiriyorsun, seyredersin, yaparsın, görürsün, kendini kıyaslarsın; o ne yapmış, ben ne yapmışım diye. Çünkü benim mesleğim bu diye bir şey yok. Ben üç kişiden ayrı ayrı Hamlet’i seyrettim. Her üçü içinde “bu benim aradığım Hamlet” dedim. Devlet üniversiteleri dışındaki özel konservatuarlar yılda on bin, on beş bin dolar gelsin diye açmışlar; hocaları da var. Ancak bunlar nasıl hoca?.. Öyle işte... Dünyanın tek ülkesi var; tiyatro açılırken, tiyatroya ait hiçbir şey sorulmayan; o ülke de Türkiye!.. Türkçe bilip bilmediği bile sorulmaz. Diploması var mı? O da sorulmaz. Sabıkanın olup olmadığı bile sorulmaz. İstersen okuyup yazman olmasın; sormazlar ki zaten!..
Kaynanalar...
Kaynanalar, Türkiye’nin ilk yerli dizisidir. 1973 yılında başladı, 2004 yılına kadar sürdü. Türkiye’ye 70’li yılların başlarında ilk televizyon geldiğinde, Kimbel, Kolombo, Uzay Yolu filan olduğu yıllar... Merakla seyrediyoruz. Bir gün “yahu ben de yapamaz mıyım?” diye sordum kendime. Ankara Radyosu’nda her Pazar “Bizimle Oynar mısınız?” diye diye bir muzikal komedimiz vardı. Macide Tanır, Ümra Uzman, Jale Birsel Ayata... gibi oyunculardan oluşan kadromuzla aramızda oyunlar oynardık. Televizyon olmadığı için kağıda bakıp oynuyorduk. Televizyon çıkınca ilk deneme olsun diye Erol Günaydın’la beraber “Cabbar’ın Kahvesi” adı altında oynadığımız ikili oyun çok tuttu. Ancak devam edemedik. Nihayet “Kaynanalar”ın daha genişletilmiş bir şekli olan oyunu verdim TRT’ye kabul edildi. Çok ta tuttu. Ancak bizde, Türkiye’de her zaman olduğu gibi, her başarılı işe çelme takanlar bana da engel olmaya kalktılar. Güya kaynanaları rencide ediyormuşum... O ara TRT Genel Müdürü İsmail Cem. Ona beni şikayet etmişler. “Çağırın bana gelsin, görüşelim” demiş. Ben gittim. Merdivenlerden genç bir adam çıkıyordu. “Nereye gidiyorsun?” diye bana sorunca, “Genel Müdüre” dedim. “İstanbul’a gidiyor. Bir arabaya binersen yetişirsin” dedi. Kim olduğumu sorduğunda “Ben Tekin Akmansoy” dedim. “Ben de TRT Genel Müdürü İsmail Cem” dedi. Edilen şikayetin doğru olmadığını, dizide kaynanaların küçümsenmediğini kendisine söyledim. “Sayın Akmansoy, çekimlere devam edin. Harika bir şey yapmışsınız. Sizi öpebilir miyim?” dedi. Ve böylece Kaynanalar dizisi 30 küsur yıl devam etti. Bu kadar uzun süren bir dizi maddi olarak bana bir şeyler kazandırdı tabii. Uzun yıllar tek kanalda yayınladık. Çünkü başka kanal yoktu TRT’nin dışında. O ara Star Tv başlamıştı. Ancak o da fazla vermiyordu. Ne zaman kazandık biliyor musunuz? TRT’den kopup, Kanal D’ye gittik ve hergün oynadığımızda. Fakat her şey para demek değil bir sanatçı için. En güzel şey sanatçının topluma mal olması... Seneler sonra bile olsa, gittiğim her yerde ayağa kalkıp beni öperler. Başı kapalı, üstü çarşaflı insanlar dahil koluma girip resim çektirirler. Siz bu sevgiyi kaç milyara alabilirsiniz?
Ben kıskançım...
Ben kendi mesleğimde kıskançımdır; hiçbir okulun açılmasını istemiyorum. Okulu açsınlar, memnuniyetle. Okulun bir yasası olmalı. Tiyatroda da aynı. Şartları olması lazım. Tiyatro açacak olan kimse her şeyden önce konservatuar mezunu olmalı. Konservatuar bitiren de en az dört sene tiyatroda çalışmış olacak. Konservatuarlı değil de alaylı ise; onun da en az bir tiyatroda 15 yıl çalışmış olması gereklidir. Ve devlet bunlardan vergi almayacak. Bir de destek vereceksin. Anadolu turnelerini de şart koşacaksın. Halka tiyatroyu götürsünler. Şimdi yapılan ne? Beş kişi toplanıyor; eldeki birkaç milyarı aralarında taksim ediyorlar. Olmaz öyle şey!.. Sen darülaceze müdürü değilsin yardım dağıtacak!..
Foto Finiş...
Yaklaşık 50’ye yakın oyun yönettim. Ben, zor oyunları seviyorum. Şimdi bir oyun yöneteceğim ve oynayacağım; “Foto Finiş”. 1960’lı yıllarda Yıldırım Önal oynamıştı. Ben Almanya’da staj yaptığım sırada, bir şeye kızıp oyunu bırakmış. Dolayısıyla o bırakınca benim üstüme kalmıştı. İki ayrı yorum; çok ilginç olmuştu.
“Foto Finiş müthiş bir oyundu. Baş rolündeki Yıldırım Önal da müthiş bir oyuncu.. "Ancak bu kadar oynanır" diyorlardı, uzmanlar. Yıldırım hastalandı bir gece.. Prova bile yapmadan Tekin çıktı sahneye "Perde kapanmaz" kuralı gereği.. Bambaşka bir yorumla, ama dillere destan oynadı onu da..
İşte öylesine bir sanatçı, öylesine bir oyuncu, öylesine bir komedyendi, Türkiye’nin nerdeyse tamamının Kayserili tüccar Nuri Kantar olarak tanıdığı Tekin Akmansoy!.. “ Hıncal Uluç / 4 Nisan 2009 SABAH
Ah, biz sanatçılar, zor insanlarız...
Sanatçılar eleştiriye açık olmalı denir hep. Ancak hiçbir sanatçı da eleştiriye açık değildir; ben de dahilimdir. Her ne kadar eleştiriyi kabullenip, doğrudur dememe rağmen. Sanat ta oldum diye bir şey yok!.. Sanatın sonu yok. Sanatçı yatakta değil, ayakta ölür. Sanatçı toplumun malıdır. Topluma çok değer verecek; kendini de toplumdan koruyacak. Çünkü biz sanatçılar, uğraşılması zor insanlarız. Olmamız lazım gelir. Neden? Çünkü seni bir sembol, bir ilah gibi görür. Düşün bir Hamlet oynuyorsun, bambaşka bir insan oluyorsun. Seyirci seni bir Hamlet gibi görecek. Bu sanatı seveceksin. Sen onu seversen o senden hiç ayrılmaz. Fakat biz hala kaba çizgilerle uğraşıyoruz.
Beni yaşatan mesleğimdir...
86 yaşındayım. Devlet beni emekli etti. Mühim olan Allah emekli etmesin. Bilim ve hekimlerden yararlanarak vücutça ayakta kalabiliyor insanlar. Beni asıl yaşatan, ayakta tutan mesleğimdir. Mesleğimde bir yere gelebilmek, tutunabilmek, hayatın inişleri, çıkışları içinde kaybolmamak, yıkılmamak amacım. Bırak alem ne yaparsa yapsın!.. Benim kimsenin parasında pulunda gözüm yok, olmadı da. Öyle paralar dağıtılıyor ki şimdi, “vah zavallılar” diyorum. Bana göre de hak etmiyorlar. Ancak veriyorlarsa alsınlar. Sonuçta tiyatrocular, alsınlar. Alsınlar da, adam gibi muhafaza etmesini, kullanmasını bilsinler. Hemen lüks arabalara yatırıyorlar; beni eden bu görüntüler.
“Onunla aynı bayrağın altında, aynı vatanda yaşamak yeterli gururken, bir de dostum, arkadaşım, ağabeyim Tekin Akmansoy!..
Ne mutlu bana..
Ne mutlu sana Büyük Tekin.. Ne mutlu sana.. 85 yaşında hâlâ sahnede ve hâlâ bir Dürrenmatt oyununu başından sonuna, hem de nasıl oynayacak güçte ve dinçliktesin..
Sahnedeki 70 yılın için, 70 bin teşekkür Büyük Tekin!..
Seni sevgiyle kucaklıyor, saygıyla selamlıyorum!.. “ HINCAL ULUÇ / 4 Nisan 2009 SABAH
ADEM DURSUN
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.