- 1276 Okunma
- 3 Yorum
- 2 Beğeni
Hiç'e Mektuplar
Sevgili Hiç,
Bugün yine karanlığı seçtim ve karanlıkta ışığın gösterdiği yerlere bakıp, seni düşündüm. Eve girdiğim an aklımda sana yazmak yoktu. Tabi ki benim gibi haylazlar için yazmak planlı bir iş değil. Bir türlü ‘olmasını’, ‘harekete geçmesini’ beklediğim ruhum mu bu ağır işin içine girmem için beni tetikliyor anlamış değilim. Zaten anlamak nedir ki hayatta? Herkes anladığını söylüyor. Ben de söylüyorum, söyledim de binlerce defa. Ama hayır, ‘anlıyorum’ dedikçe eksik kalıyor. İnsan anlarken kaybedebiliyor. Kimi zaman gözyaşını, cesaretini veyahut sözlerini… Kimi zaman da daha büyük şeyler kaybedebiliyor. Sevdiğini, sevilmeyi, hissetmeyi… Tinsel bahisler açmak istemiyorum. Yine de yaratıcının insanlar için çeşitli cezalar gönderdiğini söylemek mecburiyetindeyim. Eski zamanlarda yaşamış biri yaptığı hatalardan ve işlediği günahlardan dolayı düşünmeye başlıyor ve kendi kendine diyor ki:’ Allah bana hiç de anlatıldığı gibi bir ceza vermedi. O beni affetti!’ Birden gaipten bir ses işitiyor:’ Rabbin senden O’na el açıp yalvarmanı ve gözyaşını almadı mı?’ Bunu duyunca, başını öne eğiyor ve gerçekten de uzun zamandır ağlamadığını, el açıp yaratıcıya dua etmediğini fark ediyor. Bilmiyorum, belki de bağlamak istediğim o ince ve derin noktadan dolayı çok saçma bir bağlantı kuruyorum. Fakat bu hissi bana veren de O! Eğer sana yazmama izin vermeseydi, çıldıracaktım.
Karanlığın içinde sokak lambasından sızan turuncu bir ışık pencereden girip, odayı aydınlatıyordu. Elektrikler olmadığı için bu ışıkla yetinmek zorundaydım. Bacaklarıma bakındım uzunca. Bacağımdaki kıllar, sonbaharda sararan çimlere benziyordu. Göğsümdeki ter, dışarıdan yeni geldiğim için hâlâ kıllar içinde taze ve kesif bir kokuyla kurumayı bekliyordu. Kanepe boyunca bacaklarımı uzattım. Ayak parmaklarım geminin kıçı gibi çok uzaklardan görünüyordu. Ayağımın başparmaklarını her oynatışımda, gemi dalgalarla boğuşan yürekli bir deve benziyordu ve o geminin kıç kısmı dalgaları parçalayan cesur bir çeliğe dönüşüyordu. Sıkıldım ayaklarıma bakınmaktan ve ayağa kalkıp, tuvalete gitmek için yürümeye başladım. Yol karanlığın şiddetiyle beraber uzuyordu. Oysa kısacık bir mesafeden bahsediyorum. Ayaklarımın üzerinde taşıdığım vücudum gittikçe ağırlaşan çimento torbasına benziyordu. Sırtım yol uzadıkça iki büklüm oluyor, bacaklarımda asit birikiyordu. Ayaklarımdan nefret etmeye başladım ilkin. Büyüklerdi. Sonra nedense kadınları düşündüm. Kendi ayaklarından nefret eden bir erkek, kadınları o an neden düşünür ki? Elbette bir kadın güzel olmak, güzel görünmek ve bu yüzden çevresinde ona en yakın gelen canlı cansız her şeyden övgülü ifadeler duymak ister. Bu çoğu zaman eş, arkadaş da olsa, bazen kendi çocuklarından, bazen de yıkadığı Malezya yapımı porselen tabaklardan, cam bardaklardan veyahut gümüş kaşıklardan kendisine karşı övgü doluş sözcükler bekler. Ne kadar garip değil mi? Senin için bunların hiçbir önemi yok, ama yine de hiç de olsan, hiçte sayılsa yazdıklarım, kendimi yazmak zorunda hissediyorum. Deli miyim bilmem ama Rab benden ‘bir dileğini kabul edeceğim, dile benden ne dilersen’ deseydi, çevremdeki her insanı en azından otuz üç yaşına kadar yaşatmasını isterdim. Ya da otuz üçünü geçmiş insanların tekrar otuz üçüncü yaşındaki halini görmek isterdim. Deli miyim gerçekten de? Vitamin eksikliğinden dolayı son zamanlarda çokta unutkanım. Amerikan filmlerindeki gibi her türlü vitamini küçük plastik tüplerden alma zamanım geldi sanırım. Biliyor musun, çocukken bir ara füze deneyi yapmak için aylarca gittiğim her yerde boş ilaç tüpü aradım durdum. Ara sıra leblebi tozlarının koyulduğu ince plastik tüpleri denediğim de oldu. Hatta bir keresinde cam bir tüpü bile denemiştim. Ama istediğim gibi bir türlü füze deneyini yapamadım. Kibrit çöplerinin ucundan kesip tüpe koyduğum barutları cam tüp içinde denediğimde, oksijensiz eksikliğinden dolayı ateş pamuk içinde söndü, cam tüp füze gibi uçamadı. Diğer ince plastik tüpte ise, barut pamuk içinde yandıktan birkaç saniye sonra, ince plastik tüpü eritti ve böylece benim füze deneyi yapma hayallerimde tamamıyla sonlandı. Korkağın teki miyim ben yoksa çok çabuk mu vazgeçiyorum?
Hiç, önemi yok işte! Sonunda tuvalete girmiştim. Şekerlik tabağına koyduğum mumu yaktım ve kuru fayanslardan birinin üzerine tabağı koydum. Yanımda telefonumu, çakmağımı bir dal sigaramı da getirmiştim. Çakmak ve telefon uzağımdaydı. Cehennemin abı hayatı olan ateşi arzulayan sigara, dudaklarımın arasında yanmak için kıvranıyordu. Ateşli bir hatuna benziyordu, ama bir yerden soğuk rüzgâr da gelmiyor değildi. Mumu sigaraya doğru yaklaştırdığımda, bıyıklarımın altında birikmiş sinir hücrelerim bir ara sızlanır gibi oldular. Sigara usulca içime çektiğim nefesimle beraber yanarken, kör deliği hissetmemek için gözlerimi kapadım ve sabırla sigaranın sönmesini bekledim. İnsan kendine eziyet çektirmekten zevk duyar mı? Hiçim, ben duyuyordum işte! Saatlerce şarjının bittiğini garip sinyali ve sesiyle insanlara duyurmaya çalışan Çin işi bir cep telefonu gibi, bütün vücudum çamaşır suyuyla çok yıkandığından sararmış alaturka tuvaletin beyaz taşı üzerinde beynime komut gönderiyordu:’ Sıkıldım, bu boşaltım değil, daha çok topyekûn bizi geriyorsun beyin!’ Tekrar kanepeye uzanıp, bacağımdaki kılların aynı yerde durduklarını görebildiğim an itibariyle rahatlayıp, yeni bir sigarayı ucundan yaktım. Bu gerçekten zevk sigarasıydı. Ama bunu da kabul edemiyorum. Yani sigara içip, benden olmayan bir kimyasal ile duygularımı kontrol altına almak kulağa saçma geliyor. Hem kulağımdan niye sigara dumanı çıkmıyor ki? Bak şimdi meraklandım. Hiç, bunu da deneyeceğim. Füze deneyimi gibi olacağını tahmin ediyor olsam da, deneyeceğim.
Zevk sigarası da bitti ve mumun gittikçe eriyen halini seyrettim. Gözüm dalıp gitmişti. Bir başkası olsa sana yazdığım gibi rahat yazamayacağımı biliyorum, bu yüzden gözlerimin dalışı anında ne düşündüklerimi sana yazacağım. Dünya değişiyor. Yalnızca okumak ve yazmak istiyorum, ama buna izin vermeyen çok şey var. Eski gazetelerden biri gözüme ilişti. Halıya doğru eğildim ve onu yerden kaldırdım. Manşetteki haberi okuyunca kendimi niçin sınırlandırdığımı fark ettim. Bir soru muydu yoksa sorun mu? Hayır, sana okuduğum haberi yazmayacağım. Hayır, her gün aynı kötü haberlerle içimiz dışımız kötürüm olmuyor mu? Elbette kötü diye nitelendirdiğimiz bir hadiseyi ben de yaşayabilirim. İliklerime kadar hissedebilirim. O vakit geldiğinde hâlâ kalkıp tüm insanlığı aynı sevgi içinde selamlayabilir miyim?
Bazen hiç derdi olmadan yaşamayı düşünüyorum. İnan bu da bana saçma geliyor. ‘Kendisi sıkıntı olan biri, nasıl olur ki sıkıntılardan kurtulmaktan bahsedebilir?’ Bu dünya öyle ya da böyle yaşanacak ve bitecek. Hiç derdin olmadan, sıkıntı çekmeden yaşamaktan bahsetmeyi bile günah olarak görüyorum. Hiçbir işim rahat da yürümese yine de şunu söyleyebilecek miyim kendime:’ Ben en yalın olanı yaşıyorum. Yalın olmayan her şeyi silip attım hayatımdan. Kenti, kalabalıkları, arabaları, lüksü, büroları, pahalı plastik sandalyeleri istemiyorum artık. Kırsal bir yerde oturup, dinlemek istiyorum ve tabi ki yazmak!’ Bu söylediklerime de kendim de inanmıyorum. Tamam, her şey böyle ilerlemeyebilir. Ben bir insanım ve insansız yaşayamam. Bu söylediklerim başka bir yazarın saçmalıkları. Ama kendimi kabul etmeyişim karşısında defalarca aynı ıstırabı çekişim normal mi? İtiraf etmem gerekli ki, ne zaman yazmak istesem, yazdıklarımı defalarca okumak istesem, hep bir engelle karşılaştım. Bu vazgeçmem için bir işaret mi sayılmalı? Ben böyle düşünmüyorum. Çünkü böyle anlarda sonu gelmeyen öykülerle uğraşıp duruyorum.
Mumun alevi sona yaklaştıkça daha kuvvetli! Bir arkadaşımın söylediklerini düşünüyorum da, sence o mu haklı? Şöyle demişti:’ Yazmanın canı cehenneme! Keşke hep iyi olsaydık da, hiç yazmasaydık! Bunu istemez miydin?’ İnsanın ağzı varken, midesinden boru yardımıyla gıda almasının mantığı olabilir mi? Ben de öyle düşünüyorum. İçimdekileri atacak en güzel yol bu iken, neden yazmaktan vazgeçeyim? Eskiden insanlar arasında hikâyeler uydururdum, insanları güldürürdüm. Ama ya şimdi? Anlattığım hikâyeler nerede? İnsanların umurunda mı bu? Farkındayım, birdenbire olmadı bu süreç ama günden güne çevrem eridi. İnsanlar, en yakın dostlarım bile az çok yabancı gelmeye başladılar. Çünkü kafamda başka şeyler vardı. O an kâğıt kalem ya da bir bilgisayar başında sessizce yazmak isteğim varken, çevreme adapte olmakta zorlandım.
Bu derin düşüncelerimi çoğu zaman da insanlarla paylaşmadım. Arayış içerisinde bulundum ve bana nasihat verecek birini aradım. Ama yok. Işık sönmüş gibi, her yer karanlıkken ve insanlar güzel sözcüklerinin çevresine diken ördükçe başkalarından duyduklarım bana hep battı. Bu elbette dertlerin, sıkıntıların, düş kırıklıkların, başarısızlıkların ve melankoliğin bitmeyeceğini sandığım dönemlerde daha feci hale dönüştü. Ama bir hiç de olsa, mucizelere inandığımı söyleyebilirim. Hayatımda ilk defa yazmak için bana biri ışık tuttu. Evet, hem de bütün kalbiyle ve aklıydı bu ışığı çok uzaklara tutup, benim hayallerimi besledi. Dış dünyaya karşı cesareti, enerjiyi ve sükûneti ondan öğrendim. Bir olay olduğunda artık onun gibi düşünüyorum. Meselenin en sıkıcı yanından gelişen olaylara bakmıyorum. Ciddi dertler içine öyle garip neşeler boğulmuş ki, tek yapmamız gereken o ciddiliğin içinde yüzmeyi öğrenip, neşeleri ciddiliğin arasından çıkartabilmek gerek! O bir barbizon ustası mı? Ressam mı? İskandinavlı mı? Ne önemi var ki! İnsan olduktan sonra, dünyada mutlu olmakta gerekli! Denemeli en azından, farkına varmalı!
Mum söndü ve üstümü giyinip, dışarı çıkma vaktim geldi. Aslında bir öykü yazacaktım sana. Belki hoşuna gider de, okursun diye. Ama daha fazla seni sıkmak istemedim. Bir daha ne zaman yazarım sana, ne zaman sana içimi dökerim hiç bilmiyorum. Daha çok okumalı, düşünmeli ve hayatı sevmeliyim! Okuyabilirim de, düşünebilirim de ama hayatı sevebilir miyim? İşte en zoru da hayatı sevebilmek! Umarım denerim ve umarım sevebilirim. Çocukken, henüz herkesi iyi tanıdığım zamanlardaki gibi!
…
YORUMLAR
öyle ihtiyacım vardı ki böyle bir mektuba... ya yazmalıydım ya da okumalı... okumak nasipmiş.
yer yer kendimi buldum yer yer bulunduğum yeri. bazen hiçbir şey bulmadım, çünkü istemedim. yalnızca anın akışıyla eşyayı ve insanı görme isteğim için yeterli oldu. hatta izole bile oldum okurken. yükseldikçe yükseldi duvarlarım.
yani oturup yazma isteğimi şuraya dökebilirim ama bu mektup bir söğüt gölgesi gibi.çekti beni.
var ol Hakkın Sesi.
yüreğine eline sağlık.