yıl 1877
YIL 1877
Soğuk bir kış gecesi, uğuldayan rüzgâr tipiye gebe ve bir ölüm sessizliği hâkimdi. Ormanın içine kazınmış köyde her yer karla kaplı, sanki insanların yorulmuş yüzlerindeki soğuk gibi. Yerli yersiz beliren gaz lambalarının ışıkları altında birkaç evde köy halkı toplanmış ve hararetli bir tartışma içindeydiler.
İri gövdeli ağaçların arasından, ormanın bitiminde ve yamaçtan aşağıda olan köye bakan Mikail, birkaç evde yanan gaz lamlarına dikkat kesildi. Soğuğa inat buz tutan nefesini tekrar üfledi. Baltasını sıkıca kavradı ve yamaçtan aşağıya köye doğru yol aldı. Üzerindeki tüylü ve eski montu artık iyice yıpranmış ve vücudunda yer yer soğuğu hissetmesine engel olamıyordu. Kalın pantolonu yamalarla dolu, montunun altındaki gömlek ise neredeyse liflerine ayrılacak durumdaydı. Kafasındaki kalpak ise uzun saçlarını gizlemekle beraber iri kafasını ve alnını soğuktan korumaktaydı. Köyün girişine geldiğinde arkasına ormana doğru baktı. Kafasında yıllardır bu ormanın bağrına giden bir asker belirdi. Yıllarıdır bu orman bakmıştı ona ve köye. Tekrar ıssız köyün karla kaplı sokaklarında yürümeye başladı. Her ev, her hayat, her insan tanıdıktı. Çocukluğu, gençliği, arkadaşları ve aşkı hepsi bu sokaklarda yaşanmıştı. Küçücük bir hayatı olduğunu düşündü. Bu küçük köy ve bu koca orman, hayatı bunlardan ibaretti. Ama mutluydu ve evine dönebildiği için kendini şanslı sayıyordu. Biliyordu ki birçok arkadaşını almıştı bu orman, beklide bir diyetti, bunca zaman verdiğinin karşılığıydı bu ölümler. Ama taş gibi görünen kalbi her kayıpta biraz daha çatlıyor ve ufalanıyordu. Nemden kristalleşmiş sakalını hareketlendiren soğuk rüzgâr adımlarını hızlandırmasını hatırlattı. Ama donmak üzere olan ayak parmakları sanki gitmek istemiyordu.
Camdan sızan gaz lambasının ışığı odada hararetle tartışan bir gurup köylü ve yaşlı insanı zar zor görmesini sağladı. İri ve kalın tahtadan yapılmış kapıyı baltasıyla sertçe dövdü. Bir anda içeride bir sessizlik hâkim oldu ve sonrasın da bir ses “Kim o?” dedi. Derinden ve gür bir sesle “ Mikail” dedi. Odada bir telaş bir hareketlenme ve iri kapı gıcırdayarak açıldı. Kapıyı açan uzun boylu, zayıf, çakır gözlü olan İdris’ti. Mikail diye sevinçle bir nida attı. Odadan içeri giren Mikail yüzüne vuran sıcak havayı ciğerlerine doldurdu. Sanki her yeri buz kesmişti. Yavaş adımlarla yanan sobanın yanına yanaşarak, baltasını duvara daydı. Odadaki herkesin yüzü gülümsüyordu. Birinin daha geri dönmesinin sevinci vardı her yürekte. İdris hızla yaklaşıp Mikail’e sarıldı. “ Sonunda döne bildin.” Her şeye bedeldi bu sıcak sarılma. Yüzünde oluşan gülümseme odadaki herkesin yüreğini ferahlatmıştı. Sobanın üzerinde kaynayan çaydan bir bardak doldurdu kendisine, Reşat dede lafa başlamıştı tekrardan, döndü ve dinlemeye başladı. “Bu gidişat iyi değil evlatlar. Osmanlı her geçen gün zayıflamaktadır. Ruslar ise Ermenilerle iş birliği içerisindeler.” Sıcak çayı her yudumlayışında Reşat dedenin anlattıkları üzerinde kafa yormaya çalışıyordu. Bunca zaman sonra bir savaşın yaklaşması onları nasıl etkileyeceğini düşünmeden edemiyordu. Birkaç ev uzakta olan evinde onu bekleyen karısı ve oğlu aklında yer etmekte olmasına rağmen, zor birkaç gece geçirdiği ormandan döner dönmez burada Reşat dedenin anlattıklarını dinlemek ve gelecekleri hakkında bir karar vermek zorunda oluşu kendisini kötü hissetmesine neden oldu. Kırışmış yüzü hiddetle bakan yaşlı adam ise devam etti. “ Ey kardeşlerim, nerede ve kimin yanında olmamız gerektiğine bir karar vermek ve hayatta kalmak zorundayız. Bu harp Osmanlının aleyhine gitmekte ama bu devlet yıllardır bize adaletli davranmakla yetinmeyip her birimize kadın, çocuk, adam hepimize huzur verdi. Peki, şimdi biz ne yapacağız, nasıl davranacağız? Ruslar bu savaşı kazandıkları zaman onlara karşı durduğumuz için bize yapacaklarını bir düşünün…” Mikail gerilmişti. Yaşlı dedenin konuşması hiç hoşlanmadığı bir yöne akmaya başlamış olmasına dayanamadı ve… “ Reşat dede ne demek istiyorsun? Bunca yıldır bize sahip çıkan bu devlete sırtımızı mı dönelim?” oda birden sessiz kalmıştı. Mikail bir asker değildi. Ormancı olarak doğmuş ve ormanda büyümüş, ormanda yaşlanmıştı. Tıpkı bütün ailesi gibi, dedesi, babası ve kendisi oysaki orman onu bir savaşçı olması için hazırlamıştı. Korkmuyordu savaştan, ama devletine sırtını dönmeye de hiç niyeti yoktu açıkçası varsın gelsin Rus ordusu, varsın işgal etsin köyü, baltasını duvar dibinden kavradı. “ Ey güzel kardeşlerim bu topraklar bizimdir, bizim olmaya devam edecektir. Değil Rus, değil Ermeniler buna engel olamayacaktır. Gerekirse bu baltayla karşı duracağım onlara, Osmanlı benim devletim olmuştur ve öyle kalacaktır.” Odada yerli yersiz sevinç nidaları yükselirken, bir kesim ise homurdanmakla meşguldü. Mikail odada olan her yüze dikkatlice bakıyor ve onların gözlerindeki korkuyu görebiliyor ve kendiside korkmadan yapamıyordu. Kalbi kararsız bir gelecek için endişe içinde çırpınıyordu. Kapıya yöneldiği bir sırada Reşat dede seslendi. “ Mikail bir karara varmadık nereye gidiyorsun?” Omzunun üzerinden kirli sakalı ve kalpağının arasında kalan geniş yüzü dedeye doğru döndü. Aslında kalmak istiyor ve bu soruna ışık tutmak gerektiğini biliyor olmasına rağmen zor geçen birkaç gecenin ardından ailesine kavuşmak ve biraz olsun dinlenmek istiyordu. Çünkü bir ormancı hiçbir zaman dinlenemez ve rahat yatağında uzun süre uyuyamazdı. Birkaç günün ardından tekrar ormana yol alması gerekecekti. “Yorgunum dede, hem de çok…” Yaşlı adam bir buz gibi kesildi. Çünkü biliyordu ve kafasını öne eğdi.
Her adım daha zor geliyor, her nefes sanki onu boğuyor ve köyün dar ve kar kaplı sokağı uzadıkça uzuyordu. Geçtiği her evin belki de yakında yıkılıp yok olması olasılığı kafasında gezinmekle birlikte kendisinin ve oğlunun da bu savaşta rol alacağını bilmesi dayanılmaz olan sıkıntılarını bir kat daha arttırmıştı. Delikanlı olan oğlunun ne zor şartlarda büyüdüğü geldi aklına. İlk defa balta tutmasını o öğretmiş, ilk defa avcılığı gene o öğretmişti. Sarı saçları, mavi gözleriyle yağız bir delikanlıydı Cemal. Kimi zaman yerinde duramaz, kimi zaman ise sakinleşen bir nehir gibi mızıkasına üflerdi. Aynı babası gibi uzun boylu, iri omuzlu, sağlam bir delikanlıydı. Köyün en güzel kızları onun köy meydanından geçişini sabırsızlıkla beklerler ve onunla konuşmak için çeşitli bahaneler üretmekten kendilerini alı koymazlardı. Oysa örnek aldığı dağ gibi adam olan babası gibi davranır, gördüğü her kızla fink atan ela avuca sığmaz bir genç olmaktan kaçınırdı. Mikail’in aklına birden Cemal’in bir anısı geldi. Çocuk henüz on sekiz yaşına yeni basmıştı. Köyün her delikanlısında olduğu gibi onda da tek başına ormana meydan okuma hevesi ile bir askerin sefere çıkması gibi ormana gitme isteği vardı. Toy beyin hata yaparak kimseye haber vermeden ormana dalmış ve bir hafta haber alınmamıştı. Mikail sesli düşündü. “ Tıpkı babası.” Bütün köy bir hafta onu aramış ve hiçbir ize rastlamamıştı. Orman böyleydi bir diyet daha almış gibi geliyordu köy halkına, her köşede, her yerde insanlar onunla ilgili hatıralarını paylaşıyor ve sanki bir ölünün arkasından tutulan yası tutuyorlardı. Oysa Cemal bir haftanın sonunda köyün üzerindeki ormanın bittiği yamaçta belirdiği gün, tüm köy halkı bir bayram havasına girmiş, erkek olmamın guru ile elindeki ayı postuyla köy meydanında macerasını anlatmaya başlayan Cemal ise bu bayramın başkahramanı olmuştu. Mikail bu düşünceler eşliğinde evinin kapısının önüne kadar ulaşmış kapıya baltasıyla vurmaya hazırlanıyordu. Arkasından gelen bir sesle irkildi. Cemal bağırıyor ve sevinç çığlıkları atıyordu. “ Baba sonunda gelebildin.” Yanına gelen Cemal sanki yıllardır görüşmemişçesine öyle bir sarıldı ki Mikail’e, bu sarılış bir iki dakikadan sonra kahkahalara dönüştü. “ Hey gidi koca babam artık bırak bu ormana gitmeyi bak anam senin her gidişinde kahroluyor sanki dönmeyecekmişsin gibi davranıyor, ama sen hala inat ediyorsun…” Mikail oğlunun sitemkâr yaklaşımına karşı ensesinden kavrayarak susturdu onu ve bu iki dev adam karda çocuklar gibi itişmeye kakışmaya başladılar. Mutluluğun çokta uzakta olmadığını anlayan Mikail kendini şanslı saydığı birçok anlardan birini yaşmaya devam ediyor ve birkaç zorlu gecenin, soğuğun, tipinin ve yabani hayvanların tedirginliğini üzerinden atmaya başlıyordu. Bir ormancı ancak bu şekilde dinlene bilir ve yaşamaya devam edebilirdi.
Buz tutmuş camdan ikide bir dağa ormana bakan Hatice, tipinin artması ile endişesinin katlanmasını geçici avuntular ile gidermeye çalışıyordu. Hava şartları nasıl olursa olsun biliyordu ki yiğit kocası her şekilde ve her hava şartında ormandan dönebilecek kadar güçlü ve tecrübeliydi. Başındaki örtüsünü düzelten Hatice ocakta kaynayan yemeğe yöneldi. Orta yaşına rağmen hala güzel olan kadın, beyazlarla kaplanmış saçlarını kına ile boyayan, mavi gözlü, ince ve tombul yüzlü bir Kafkas kadınıydı. Yemeğin başında istem dışı olarak devamlı camadan, havaya bakar, aynı zamanda kapının ne zaman sertçe dövüleceğini beklerdi. Çünkü kapı sesi onun için evinin direğinin dönmesi anlamına geliyordu. Zor bir hayattı, ama o mutluydu. İlk zamanları sadece kocasını beklerdi. Fakat daha sonraları oğlunun da ormandan dönmesini bekleyen bir kadın olmuştu. Küçücük dünyası onlardan birinin acı haberi ile yıkılabilirdi ancak, anaydı, eşti. Yaklaşan savaş onu da diğerleri kadar tedirgin ediyor ve düşündürüyordu. Biliyordu bir savaş olursa ilk koşacaklardan birisi, oğlu ya da kocasıydı. Bu durumdan ötürü gurur duyuyordu onlarla ama ya geri dönmezlerse ya savaşta şehit düşerlerse, bu savaştı. Diğer kadınlarla bu konu hakkında birçok kere konuşmuşlar ve de tartışmışlardı. Çünkü bir kısım köylü halkı Rusların himayesini kabul edip rahat etmek taraftarıydı. Bu iki görüş arsında gidip gelen birçok köylüde karasızlığını taraf belirtmeden sürdürmekteydi. Bu karmaşık köy halkı, bütünlüğü sağlayamazsa sonların felaket olacağını idrak edememişlerdi. Hatice’de bu durumu gördüğü için bütün kadınlarla bu konuda konuşmuş birlik ve beraberlik için mücadele etmiş sayılırdı. Ama ölüm korkusu çok farklı bir duyguydu ve birçok köylü bu duygunun esaretinde koşulsuz teslim olmayı ve yaşmayı tercih ediyorlardı. Onursuzca yaşanıla bilirimiydi diye düşündü Hatice. Tekrar cama doğru mavi gözlerini kaçırdığı sırada kapı sertçe dövüldü. Birden heyecanlanan Hatice kapıya koştu. Gıcırdayarak açılan kapının hemen önünde kocası ve oğlu nefes nefese durmaktaydı. İçeri buyur ederken gözlerinden bir damla yaş döküldü. Bunu gören Mikail “ Hayır ola hatun?” dedi. Aslında içinde kopan fırtınaları tahmin edebiliyordu Mikail ama gene de sorma gereği duymuştu bu soruyu. Hatice yüzünü hafifçe kaldırarak baktı. “ Sevinç gözyaşları.” Diye bildi. Baba oğul itişerek odaya geçtiler Cemal hemen ocağın başına geçti ve kaynayan yemeğe baktı. Mikail ise yer minderlerinin üzerine kurularak üzerindeki kalın montu çıkardı. Ayaklarını ovuşturmaya başladı. Soğuktan nerdeyse donmak üzere olan parmaklarını ısıtmak istiyor ve sızlamasının dinmesini diliyordu. Hatice kapıyı kapatır kapatmaz sofra hazırlıklarına başladı. “Köy meydanında Reşat dedenin evine uğradım.” Hatice ve Cemal dikkat kesildiler. Mikail devam etti. “ Ruslar daha da güçlenmişler, yakında Osmanlı’nın elindeki her parça toprağa saldıracak gibi duruyorlar. Ama bizim köy halkı kör gibi göremiyor olanları. Reşat dede bile Rus’ların yanında yerimizi almamız gerektiği düşüncesinde. Oğul sen ne dersin bakalım bu konuda?” Cemal biraz öfke ve hiddetle ayaklandı. “ Bu Rus belası tahmin ettiğimden yakın zamanda geldi baba. Ama Allah’ın izniyle bunu da def edeceğiz başımızdan.” Mikail hoşnut olmuştur bu cevaptan nede olsa oğluyla fikir ayrılığı yaşmak istemezdi. Tanrım ne yapardım Rusların tarafında olsaydı diye düşündü. Bu konu üzerine sofra hazırlanırken uzunca sürecek bir fikir alışverişi başladı. Hatice yemeği hazırlarken oğluna ve kocasına baktı ve bir damla daha gözyaşı döktü.
Yoğun tipinin ardından cam gibi net bir gündü. Öğle güneşinin bembeyaz karın üzerinde kristallerden yansıması, bazen göz alıyordu. Mikail evinin bahçesinde elinde baltasıyla bu güzel günü değerlendiriyor ve dağdan indirdiği kütükleri yakılacak ebatta parçalıyordu. Cemal ise birkaç arkadaşı ile bu güzel havda ormanın yolunu tutmuş birkaç günlük bir kesime gitmişti. Hatice kocasının kestiği ağaç parçalarını kuruluğa taşıyor ve orada onları istifliyordu. Mikail her balta darbesinde ayrılan kütükleri bir çocuğun heyecanı ile izliyor ve yenisine geçiyordu. Bu bitmez tükenmez tutkusu onu ve ailesini geçindirmesini sağlıyordu. Bir sesle irkildi. “ Koca adam nedir bu bitmez güç böyle söyle bakalım?” Baltayı iri kütüğe saplayan Mikail sese yöneldi. Karşısında duran orta boylu, tombul yüzlü, iri elleri olan kardeşi Aslan’dı. İsmiyle hep tezat oluşturduğunu düşünen Mikail kardeşinin üşengeç, vurdumduymaz, bütün gün rahatını düşünen bir adam olduğunu düşündü. Neden ismine yakışan bir adam olmadığını anlamakta zorluk çekiyor ve bu konunun yaradılışla alakalı olduğu hissine kapılıyordu. “ Aslan efendi hayırdır bu saatte ne ziyareti bu?” Ona baktıkça çocukluk yılları geliyordu hep aklına, babasının ikisine de eşit şekilde davranması, bir o kadar eşit şekilde zorlaması ve Aslan’ın görevlerini de Mikail’in yapması, hep canını sıkmıştı. Kesin ya para isteyecekti, ya da ellerindeki babadan kalma arazileri paylaşmayı teklif edecekti. Aslan tereddütlü birkaç hareketten sonra söze başladı. “ Biliyorsun ben ormana gitmem, geçimimi nasıl sağladığımı hiç merak etmedin, sormadın bile. Ama ben anlatacağım, her yaz mevsiminde Rus ve Ermeni topraklarına gidiyor ve oralardan mallar alıyorum getirip buralarda satıyorum. Buraya gelme sebebimde o zaten, son bir iki seferde yaptığım gözlemlerim beni iyice korkutmaya başladı. Rus orduları muazzam bir hazırlık içerisindeler ve yakın zamanda eminim ki buralara gelecekler. Sizleri uyarmak istedim sadece.” Mikail bu davranışın hiç beklenmedik bir davranış olduğunu farkındaydı. Biraz şaşkın birazda kardeşliğin verdiği kan bağı ile içinde bir neşe belirdi. Her zaman olduğu gibi ne kadarda haz etmese bile kardeşini koruma isteği ile söze başladı. “ Peki, sen ne yapacaksın Aslan Efendi?” Aslan’ın yüz ifadesi ve yaptığı hareketler bir sıkıntısı olduğunu, ya da Mikail’le paylaşmak istemediği bir durum olduğunu açıkça ortaya koyuyordu. “ Anlattığım gibi, oralara çok fazla gidip geldiğimden ötürü bir sürü bağlantım oldu. O sebepten savaş sonrasında bana bir sıkıntı olmayacak.” Mikail tekrar gerilmişti. Tıpkı geçen gece olanlar gibi, şimdide kardeşi aynı düşünceyi savunuyordu. Koşulsuz teslimiyetti bu ama onursuzca, kişiliksizce ve acımasızca. Dinini, devletini satmak bu kadar basit ve kolay mı olmalıydı? Gerçi kardeşinde kişilik olmadığı aklına gelince kabullene bilirdi. “ Peki, Ruslar sana daha mı iyi hizmet edecekler?” Aslan, ağzında yarım yamalak bir cevapla uzaklaşırken, Mikail derin düşüncelere dalmıştı. Oturduğu kütüğün üzerinde tütününü sararken her şeyin yakın bir gelecekte anlamsız bir şekilde değişeceğini bilmek boğazına bir el sarılmış ve nefes almasını engelliyor hissi yaşatıyordu.
Tok bir balta sesi duyuldu. Ağaçların üzerinden havlanan kuşların çığlıkları altında tekrardan bir balta sesi daha geldi. Birkaç metre uzaktaki başka bir ağaçtan aynı ses duyuldu ve birçok ağaçtan. Cemal baltasını her havaya kaldırışında anlından ve boynundan akan terler karla buluşuyordu. Baltası ağacın gövdesinde her darbede bir miktar ilerlemekle beraber yıkılmaya bir adım daha yaklaşıyordu. Matarasından su içerken etrafında kesime devam eden arkadaşlarına baktı. El işaretleri ile selendi. “ İdris herkesi topla bakalım, yemek yeme zamanı.” İri kütüklerin arsında karın üzerine serilen büyük bez parçasının üzerine yayılan bayatlamış ekmek, kuru soğan ve birkaç katık malzemesiyle başlayan yemek aynı zamanda bir tartışmayı doğurmak üzereydi. Cemal söze başladı. “ Herkes tedirgin arkadaşlar, bu Rus belası gittikçe yaklaşmaya başladı. Yakındır silahları kuşanmamız gereke bilir.” Hepsini bir düşünce almıştır. Yedikleri yemek boğazlarından geçmez olmuş, düşünceler boğazlarını tıkamıştı. Yanık sesiyle İdris bir türküye başladı. Issız ormanda yankılanan delikanlının sesi, hepsinin yüreğini dağlarken ormanın içinde bir feryadı dinletmekteydi. Türkünün arasında duyulan çakmak sesleri her ormancının yakalandığı tütün iletinin tezahürü idi. Dumanlar nefesle birlikte çıkarken türkünün nameleri ile tekrardan ormanın derinliklerine dağılmaktaydı. Türkü bittiğinde diğer delikanlılarda savaşla ilgili düşüncelerini ortaya koymuşlar ve silah kuşanmanın zamanının yaklaştığını onaylamışlardı. Tüm arkadaşlarının aynı safta olması Cemal’i sevindirmiş, aynı zamanda savaşta karşısına çıkmaları ihtimalini ortadan kaldırmıştı. Bu tartışmalar, tıknaz olan Yusuf’un gabronu çıkarması ile son bulmuştu. Gabron Kafkas halkında önemli bir yere sahipti. Özellikle Gürcü halkı bu enstrümanı daha fazla benimsemiş onun müziği ile coşmaya adapte olmuşlardı. Akordeona çok yakın olan bu körüklü çalgı her melodide hepsini ayağa kaldırmış ve karların üzerinde, oldukça zor olan Kafkas danslarını yapmaya başlatmıştı. Bu halk oyunu çocukluktan başlayan öğrenmesi çok zor olan bir oyun türüydü. Bir o kadarda seyir zevki, çok keyifli ve bir hikâyesi olan oyunlardı. Cemal bu oyunları neredeyse mükemmellikle oynar, bir o kadarda ciddiye alırdı. Atalarından yadigâr kalmıştı onun için ve oda torunlarına aktarmak istiyordu bu kültürel zenginliği. Ne keskin kar rüzgârları, ne de yumuşak olan kar tabaksı oyunlarını oynamayı engellemiyordu. Havada uçuşan kahkahalar, gabronun damarlarına işleyen melodisi ve dansın estetik figürleri delikanlıların her dönüşünde ormanın derinliklerine yayılıyordu. Cemal bir süre sonra kesmiş olduğu büyük ağacın gövdesine oturmak üzere dansı bıraktı. Cebinden çıkardığı tütünü sararken biraz mahzun, biraz düşünceli ormana doğru derinleşen bakışları altında düşüncelere daldı. Aklında bir oluşup, bir kaybolan suretlerden Feride’nin görüntüsü devamlı gelmeye başladı. Onun için bir gelecek kurabileceği tek insan olarak düşündüğü Feride; güzelliği ile onu büyülemiş, çalışkan ve zarif bir genç kızdı. Cemal onun için hissettiklerini ona söylerken yaşadığı buhranı şuan tekrar yaşamaktadır. Evliliğin arifesinde oluşları ve yaklaşan bir savaşın baskısı cemal için sıkıntılı bir düşünce dünyası oluşturmuştur. İdris Cemal’in yanına yaklaşmış durgun olan arkadaşına destek olma çabası içerisine girmiştir. “ Sıkıntılı gördüm seni?” Cemal nasıl olmayayım diye düşündü içinden. Ama bu düşüncesini can dostuna yansıtmak istemedi. Nede olsa onunda yeterince sorunları vardı. Anasının hastalığı, babasının ormandan dönmeyişi ve bitmez tükenmez öksürük nöbetleri İdris için bu hayatı yeterince zorlaştırıyordu. Birde kendi derdi ile onu zahmete sokmak istemezdi ve öylede yaptı. “ Kardeş her zaman ki şeyler, bazen bu şekilde tütünü nefeslerken durgunlaşıyor insan.” İdris buz gibi soğuk havaya inat sıcacık bir gülümseme gösterdi. Bazen gerçekten bu adama hayran oluyordu Cemal, onun kadar zor bir hayatı olsaydı böyle sıcacık gülümseyemeyeceğine adı gibi emindi. İkisi birden tekrardan ellerine aldıkları baltaları ile kütüklere darbeler indirmeye başladılar. Meydan kısacık boyuyla baltasını her kaldırdığında bak bakalım bir Rus daha düştü mü? Şeklinde hepsine paslar atarken, diğerleri de hadi kısa meydan gözümüzde uzayacak mısın bakalım diye pasa cevap veriyorlardı. Sanki iş değil de bir eğlenceye çevirmişlerdi, ormanda kesim yapmayı. Akside imkânsızdı zaten, bu orman çalışmak için çok karartıcıydı. Masallardaki büyülü ormanlar gibi hissettiriyordu herkese kendini, çünkü başka türlü bu ormanda yaşamak tahammülü zorlayan bu şartlarda üç kuruşluk geçim parası kazanmak yapılacak iş değildi. “ İdris bu ağaçlar beni büyülüyor.” Cemal’in bu cümlesi, doğaya olan aşklarını ifade şekliydi. Kafkas halkı ormana olan bağımlılıklarını, ormanı koruyarak güçlendirmişler ve aynı zamanda yaşamlarını sürdürmeyi başarabilmişlerdi. “ Geliyor…” Meydanın sesi kısacık boyuna inat, yükseldikçe yükseliyordu. Devasa yaşlanmış ağaç yere doğru düşerken Cemal’in gür sesi yankılandı. “Selim çekil oradan…” ama devasa ağaç Cemal’in sesini perdelemişti. Büyük bir gürültüyle zemine uzanan ağaç, kar tabakasını yerden bir miktar havaya doğru kaldırmıştı. Hemen arkasından duyulan feryat ise bu devasa ağacın çıkardığı gürültüye yakın bir oranda ormanda duyulmaya başlamıştı. Hepsi birden devasa ağacın üzerinden duydukları feryada doğru koştular. Yaklaştıkça artan feryat hepsinin kalplerinde seri atışlara, beyinlerinde ise korkuya sebebiyet veriyordu. Olay yerine ilk ulaşan Cemal idi. Selim belden aşağısı dev ağacın altında, kaburgalarına bir dal saplanmış vaziyete, feryatlar içindeydi ve ağzından devamlı kan kusuyordu. Cemal gördüğü manzara karşısında, düşüne bildiği tek şey yapacak bir şey kalmaması yönündeydi. Hızla yaklaştı ve Selim’in elini yakaladı. “ Sakin ol, seni oradan çıkaracağız. İdris, Meydan neredesiniz çabuk gelin.” Diğerlerinin gelmesi yaklaşık otuz saniye kadar sürmüştü fakat bu otuz saniye Cemal için yıllara bedel olabilirdi. Hepsi birden, bir yandan Selim’i teselli ederken ne yapacaklarına karar vermeye çalışıyorlardı. İlk olarak kaburgalarına saplanan dal parçasını kesmeye karar verdiler. Selim acı içerisinde ağlarken bir yandan da Cemal’e ailesine söylemek istediklerini anlatmaya çalışıyordu. Cemal gözlerinden dökülen yaşlara hâkim olamıyor ve arkadaşının söylediklerini unutmamak için kafasına yer etmesini sağlıyordu. Sonunda diğerleri kaburgalara saplanan dal parçasını kesmişlerdi, ama bu devasa ağacı nasıl kaldıracaklar ve arkadaşlarını o yükün altından alacaklardı? Orman böyleydi, bir anlık dalgınlık, geri dönülmez sonuçlara gebe olabiliyordu. Selim bir yandan kan kusuyor bir yandan da irileşmiş gözlerini Cemal’e dikiyordu. Cemal’in boynuna sarıldı ve kendisine doğru yaklaştırdı. Kulağına bir şeyler fısıldadı. Cemal gözünden akan damlalara rağmen onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Diğerleri ise çaresizliğin verdiği acıyla sadece ağlamakla yetinebiliyor ve sağa sola anlamsız koşuşturmalar yapıyorlardı. Selim çok hızlı nefes alıp veriyordu. Bir andan sonra ise omzuna dokunan meleğin çağrısı ile yüzünde bir gülümseme ile nefes alışları yavaşlamış ve durmuştu. Artık onun için başka bir yol vardı ve o yolda meleği ile yürümeye başlamıştı. “ Hayır…” Bu haykırış Cemal’in gırtlağını yırtarcasına ve umarsızca ciğerlerini parçalamıştı. Ama bu parçalanış fiziksel bir parçalanış değildi. Tarif edilemez bir vicdan acısıydı ve bu haykırış, bu acının yanında bir hiçti. Cemal Selim’in üzerinde feryadını sürdürürken diğerleri de oldukları yere çökmüş vaziyette bazen içten, bazen ise haykırarak acılarını gösteriyorlardı. Bir dostun, bir canın gözlerinin önünde göçüp gitmesi tahammülü imkânsıza yaklaştırıyordu. Kafalarda beliren her anı kalplerine bir çivi daha çakıyordu. Peki, ufacık oğlu genç yaşta dul kalan karısı… Hepsi kalplerine birer çivi olarak saplanmaya devam ediyordu. Selim artık yoktu, orman artık eskisi kadar yakın değildi onlara, bu acı közlenmediği sürece dost olmayacaktı bu orman. Kin, nefret, acı hepsi ormana mal edilecekti. Bütün suç ormanın olacak ve öfkelerini yutacaktı. Her ölümün arkasından bu seremoni yaşanırdı, tıpkı şimdi yaşandığı gibi. Saatlerin ardından köye dönüş uzadıkça uzuyor, her ağaç onlara saldıracak gibi geliyordu. Sırtlarında taşıdıkları arkadaşlarının cansız bedeni, beyinlerinde neden o ve nasıl oldu sorularını oluşturuyordu. Buz gibi bir havda buz gibi yürekler, köye doğru her adımda felaketin acısını da yanlarında taşıyorlardı.
Mikail evin bahçesinde sakalından süzülen gözyaşlarını eliyle siliyordu. Aynı zamanda yerde yatan delikanlıya bakıyor ve etrafında duran buz tutmuş yüreklerin gözlerindeki pişmanlığı görüyordu. Reşat dedenin gelmesini bekleyen bu kalabalık gökyüzünü yaran bir feryatla irkildi. Selim’in gencecik karısı kocasının cansız bedenine sarılmış ve feryatlar koparıyordu. Hiçbir şeyden habersiz olan küçücük evlat ise kenarda babasının neden yerde yattığını anlamaya çalışıyor ve annesinin feryadına anlam vermiyordu. Yavaş adımlarla yaklaşan Reşat dede, yerde yatan delikanlıya baktı ve dualar okumaya başladı. Mikail ise genç kadını teselli etmeye çalışıyordu. Kadın Mikail’in elinden kurtulduğu gibi Cemal’in yakasına yapıştı. “ Söyle Cemal, söyle nasıl oldu bu. Neden engel olmadın?” kadın hem Cemal’i yumrukluyor hem de feryadına devam ediyordu. Cemal ise buz gibi kas katı kesilmişti. Ne söyle bilirdi ki… “Neden o Cemal neden o… Şimdi ne yapacağım, nasıl anlatacağım bu yavrucağa, nasıl yaşayacağım Cemal söylesene nasıl, bir cevap versene Allah’ın belası nasıl…” kadın acıdan bayılırken Cemal’in gözünden bir damla daha yaş döküldü ama bu seferki damla tüm feryatlarından daha bir farklıydı. Daha derinden, daha acı verici bir damlaydı.
Mikail karanlık olan geleceğe baktıkça daha kaç tane böyle gencin toprağın bağrına gömeceklerini düşündü. Savaş yakındı ve bu fidanlar tek tek yok olacaklardı. Kiminin bedeni bile gelmeyecekti köye ve kaç tanesinin bir mezar taşı bile olmayacaktı. Bu köy kim bilir kaç tane şehit verecekti. Karanlık günleri düşünmeye devam etti. Reşat dedenin kıldırdığı cenaze namazının ardından evine dönerken oğlunun yasını paylaşmak için gözleri Cemal’i ardı ama Cemal yoktu ortalarda. Çünkü o ormanın girişinde dev ağaçların önünde içinde biriktirdiği öfkesini ormana kusmak için bekliyordu. Avazı çıktığı gibi bağırmaya başlamış içindeki öfkesini bir ejderha gibi ormana kusmuştu. Ama bir faydası olmuyordu ve acısı dinmiyordu. Yasını tek başına taşıması gerektiğini biliyordu. Yanına gelen diğer arkadaşları ise diz çökmüş Cemal’in yanına diz çöktüler ve ormana küskün vaziyette içten içe ağlamaya devam ettiler. Bir dostun yokluğunu kabullenemiyordu beyinleri, sanki ormanın içinden çıkacak gelecek ve onlara seslenecekti. Sanki onlara şarkı söyleyecekti, mızıka çalacaktı. Hatıraları rahat bırakmıyordu onları ve sonsuza kadar bırakmayacaktı. Cemal birden baltasına sarıldı ve ormanın içine daldı. Önüne gelen fidanları kesiyor, ağaç gövdelerine darbeler vuruyor, balatsını şuursuzca savuruyordu. Bitkin düştüğü vakit hıçkırarak ağlayarak yere düştü. Bu an onun dayanma gücünün bittiği andı. İdris öksürerek yanına geldi Cemal’in. “Haydi, Cemal bu kadar yeter anlamalısın yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu ve o artık gitti kabullenmelisin. Kalk hadi.” Arkadaşlarını yerden kaldırdılar ve hatıraları ile köye doğru bu ağır yükle yol almaya başladılar. Bu sefer bir başlangıç olacaktı, bu sefer ormanın zaferine karşılık acizliğin kazanamadığının ispatı olacaktı, bu sefer ölümün insan için olduğunun kanıtı olacaktı ve bu sefer onların artık büyüdüklerinin belgesi olacaktı. Orman ise öylece onlara bakacaktı.
Günler, haftaları, haftalar ise ayları getirmişti. Bahar tüm sevecenliği ile köyün üzeride parıldıyor, orman ise çiçeklenerek tabiatın yaşadığını bağırıyordu. Köyün altında uzanan boz kırlar yem yeşil olmuştu. Etrafına bakan her insan burada mutluluğu yüreğinde hissedebilirdi. Ama bu bahar diğer baharlardan çok farklıydı. Uzun zamandan beri köy halkının yüzü gülmemişti ve bu baharda iyi bir şey olmak üzereydi. Mikail heyecanla köy meydanından geçerken Reşat dedenin sesiyle duraksadı. “Mikail nasıl gidiyor hazırlıklar?” Mikail gözündeki ışıltı ile bütün hazırlıkları anlatmaya başlamıştı. Sadece Mikail değil bütün köy halkı heyecanlıydı. Cemal ise iki ev arsında mekik dokuyordu. İstiyordu ki bütün hazırlıklar eksiksiz olsun her şey yerli yerinde olsun. Mikail köy meydanından eve doğru giderken Cemal’i gördü. “Evlat ne yapıyorsun?” Cemal yaptıklarını anlatmaya çalışsa bile kelimeler boğazına düğümleniyor ve saçmalamasını sağlıyordu. Çünkü evlenmek zor bir hayatı mutlu yaşamamın ve çoluk çocuk sahibi olmanın anahtarıydı. Cemal ise bu sınava hazırımıydı bilemiyordu. Biraz mutluluk biraz koku, biraz heyecan saçmalamasını açıklıyordu. Kafkas halkının en önemli günlerinden birisiydi düğünler. Bu baharda da Cemal ile Feride’nin düğünü vardı. Günler sayılı ve zaman hızlı akıyordu. Feride iri ve mavi gözlerine sürme çekerken, uzun yüzünde beliren küçük sıkıntıları nasıl aşacağını düşünüyordu. Uzun olan sarı saçlarını tararken, bu düğün için ne kadar beklediği geldi aklına. Cemal hiçbir zaman karar verdiği şeyi hemen uygulayan bir insan değildi. Devamlı hesap eder ve hata yapmamaya çalışırdı. Bu düğünlerine de yansıyordu. Belki geçen yaz evlenmiş olabilirlerdi ama Cemal’in bu hesapçı tavrı düğünlerinin bu yaza sarkmasına sebep olmuştu. Ev halkına bakan genç ve güzel kız, içlerindeki telaşı görüyordu ve aynı heyecanı kendiside yaşıyordu.
Mikail tüm hazırlıklarının tamamlandığına kanaat getirmişti. Güneş parıldarken köy meydanına kurulan masalar, üzerlerinde bin bir çeşit yiyecekler ve içecekler, gençler elerinde müzik aletleri ve içlerinde törenin heyecanı. Cemal ise bir sağa koşturan, bir sola koşturan yolunu kaybetmiş yavru ördek gibi ortalıkta geziniyordu. Köy halkı yavaş yavaş meydana toplanırken, Mikail en yeni kıyafetlerini giyinmiş haklı bir gururla gelen misafirleri karşılamakta, Hatice ise yıllardır tanıdığı bu insanlara sanki devlet yöneticisi gibi hürmet göstermekteydi. Tüm ahali toplandığı vakit, Reşat dede meydanın ortasına gelmiş ve düğün törenlerinde yapılan o meşhur ve uzun olan konuşmasına başlamıştı. Evlilik hayatının nasıl uzun süreceğini anlatan bu uzun konuşma her düğünde davetliler tarafından hayıflanmasına rağmen sonuna kadar dinlenirdi. Konuşmamın sonunda resmi merasimi bitirmek üzere Reşat dede gelin ve damadı yanına çağırdı. Birkaç kelimenin ardından evliliklerini, “ Sizlere uzun bir yaşam diliyorum.” Diyerek resmileştirmiş oldu. Cemal ve Feride gözlerindeki mutluluğu artık saklayamıyorlardı. Feride ağlıyor, Cemal ise kocaman bir gülümseme ile bütün köy halkına bakıyordu. Köy haklıda bu mutlu törende olmaktan mutluydu. İdris ve Yusuf ellerinde müzik aletleriyle meydana atladılar ve müziğin bu düğüne şahit olmasına izin verdiler. Reşat dede ahalinin yanında yerini alırken Cemal ile Feride müziğin eşliğinde oynamaya başladılar. Sabırsızlanan köy gençlerinin de onlara katılmasıyla şölen havasına bürünen düğün beklide köyün en güzel düğünlerinden biri olmuştu. Mikail evladına bakarken yüreğinde biriken gururla eşi Hatice’ye baktı. Hatice ise gözyaşları arasında büyümüş ve evlenen oğluna sevgisinin ne kadar büyük olduğunu fark ediyordu. Yeni bir hayat, yeni bir çift ve köyün biraz daha büyümesi demekti Reşat dede için bu düğün. Neslin bu şeklide uzun yıllarca bu köyde süre gelen bir toplum olmalarını sağlayacaktı.
Yemekler yenmiş, içecekler içilmiş, oyunlar oynanmaya devam etmekteydi. Vakit akşamı bulmuş, mızıka ve gabron meydanda yankılanmaya devam etmişti. Ta ki siren ve silah seslerine kadar köy halkı düğünü sonuna kadar yaşamıştı. Köy meydanına giren birçok askerle köy halkı sessizliğe bürünmüş ve korkmaya başlamıştı. Meydanın etrafını saran Rus askerleri, bütün insanları tartaklamaya ve hizaya sokmaya başlamıştı. Bir süre sonra askerlerin arkasından yanında birkaç askerle kumandan Nikolas meydanda belirmişti. İri bir cüsseye sahip olan kumandan, kafasında yeşil bir şapka üzerinde uzun yeşil bir pardösü ve kolunda kırmızı bir şeritle, meydanda dolaşmaya başlamıştı. Hizaya sokulmuş insanlara tiksinerek bakmaktaydı. Bir süre daha dolaştıktan sonra ateş saçan mavi gözlerini kapattı ve geniş çenesi açılarak gür bir ses tonuyla… “ Benim adım kumandan Nikolas.” Bir süre durakladı. Gözleri bu köy halkının liderini arar gibiydi. Eliyle askerlere işaret etti. Askerler bu işi yüzlerce defa yaptıkları için kumandan ne demek istediğini anlayıp köyün erkeklerini meydanın orta yerine ite kaka getirdiler ve diz çöktürdüler. “ Bu vakitten itibaren burası artık Rus topraklarıdır. Sizlerde Rus yurttaşlarısınız.” Meydanda diz çökmüş olanlar homurdanmaya başladılar. Mikail ise sesiz kalmıştı. Biliyordu ki hazırlıksız yakalanmışlardı. Homurdanan gençlerden biri daha fazla dayanamadı. “ Hey kumandan, burası Osmanlı toprağı…” bir askerin dipçik darbesiyle yere yıkılan gencin kelimeleri havada kalmıştı. Kumandan ise ellerini kavuşturmuş, cebinden çıkardığı eldivenleri giymeye hazırlanırken. “ size bir kere söyleyeceğim. Uymazsanız bu sizin seçiminiz. Bu topraklar artık kurtarılmış topraklardır. Yüce Rus devletinin himayesinde, Rus yurttaşlar gibi yaşayacaksınız.” Kumandanın her kelimesi yüreklerde bir kıvılcıma dönüşüyordu ama yapacak bir şeyleri yoktu. Sadece başları önde dinlemekle yetine bildiler, oysaki bu duruma hazırlıklı olmaları gerekiyordu. Ama değildiler ve mahkûmiyeti beklide önceden kabullenmişlerdi. Artık özgür bir halk değillerdi, artık orman onların değildi. Savaş her şeyi esir almıştı. Kumandan yapılması gerekenleri tek tek sıralarken, özgürlüklerinin ellerlinden kayıp gidişini sadece seyredebilmişlerdi. Bir saatlik bir konuşmanın ardından kumandan anlaşıldı mı diye bağırdı. Bu zamana kadar Ruslara sıcak bakan Reşat dede böyle bir durumda vicdanında hissettiği yaraya daha fazla dayanamadı. “ Kumandan bu anlattıklarına uymazsak ne yapacaksın?” Kumandan aradığı kişiyi bulmuştu. Reşat dedeye yaklaştı. İki asker Reşat dedeyi ayağa kaldırdı. “ Eğer ki bu saydıklarıma uymayacak cesareti gösterecek olursanız, yapa bileceğim hiçbir şey yok.” Kumandan Pardösüsünün içinden çıkardığı tabancasını Reşat dedeye doğrultu ve hiç düşünmeden tetiği çekti. Reşat dede yere yığılırken köy halkında bağrışmalar ve ağlaşmalar başlamıştı. Yerde diz çökmüş erkeler direnmeye kalksalar da askerler dipçiklerle hepsini tekrar diz çöktürdüler. Reşat dede yerde can çekişirken… “ Kurallara uyulacak uymayanın sonu bunun gibi olur.” Mikail Öfkesini içinde biriktiriyor, Cemal ise arkadaşlarına bakıyor ve bir fırsat kollamaya çalışıyordu. Köyün en güzel düğünü kan gölüne dönüşmüştü bir anda ve hiçbir zaman akıllardan silinmeyecekti. Gecenin ilerleyen saatlerine doğru Askerler köyü kuşatmış, halkını da evlerine göndermişti. O gece her evde sessizlik hâkimdi ve her göz sabaha kadar kapanmamıştı. Tedirgin bekleyiş, tedirgin bakışlar ve Reşat dedenin ölümü, çaresizliğin hepsini hapsetmiş olmasının bekleyişi. Mikail oturduğu yerden köyün sessizliğini dinlemekteydi. Ara ara postal sesleri, bazen düdük sesleri, bu yabancı sesleri daha ne kadar duyacaklardı acaba beklide sonsuza kadar bu baskı üzerlerinde yer edecekti. Ama bundan bir kurtuluş olmalıydı. Biliyordu ki bu başlangıçtı ve arkasından gelecekler beklide bundan daha fazla olacaktı. Mikail için durum daha da ciddi olmuştu. Reşat dedenin ölümü onu köy halkını yönlendirecek bir lider konumuna getirmişti. O bu yükü kaldıra bilecek miydi, kardeşlerini bu beladan en az zararla nasıl çıkaracaktı. Bu düşünceler onu boğmaya yetiyordu ve Hatice köşede için için ağlarken onu ve evladının ailesini nasıl kurtaracağını düşünmeliydi. Sabahın ilk ışıkları yeni bir döneme gebe, Mikail ise çaresizlik içinde öylece gün doğumuna bakmaktaydı.
Bazen karanlıkta sıkışan bir yürek gibi, ya da kafese kapatılmış bir kuş gibi, hisseder insan ve bu hissi hayatının sonuna kadar yaşayacak olma olasılığı yaşamı daha çekilmez bir hale getirmekten başka bir anlam ifade etmez. Tutsak olmak kadar yaralayıcı ve aciz kılıcı bir yaşam tarzı olmazdı. Kin, nefret, öfke her göz kırpılışında, her nefes alınışında ve her adımda hissediliyordu. Askerler kadar bu durumu kumandanda hissediyordu ve bundan zevk alıyordu. Çünkü güç oydu, çünkü hükümdar oydu ve bu azamet onu daha acımasız ve vicdansız olmasına yetiyordu. Geçen her zaman zarfında haftalarda aylarda birileri ya ölüyordu ya da yaralanıyordu. Ama en çok acıtan ise maneviyattı. Köyün camisi karargâh haline getirilmişti. Halk ibadetlerini gizli kapaklı yapmaya çalışıyordu. Kumandanın kesin emirlerinden biride buydu İslam dini batıldı ve halk bundan kurtarılmalıydı. Bu sapkın düşünce halka dikta ediliyor ve dinini yaşamaya çalışanları yakaladıkları vakit ağır şekilde cezalandırıyorlardı. Bu işkenceden başka bir şey olmazdı. Cemal ve arkadaşları gizli kapaklı devamlı planlar kuruyor ve milis güçlerini sesiz sedasız kurmaya başlıyorlardı. Başkaldırı yakındı. Bu başkaldırıda en büyük müttefik olan orman, plan yaptıkları ve hazırlandıkları yerdi. Eski dost geri dönmüştü. Ormana duyulan nefret artık bir sevgiye dönüşmüş ve onlara saklanma, barınma sağlayan bir anaya benzemişti. Her kesimde ormanın kalbine bir şeyler saklanıyor, hazırlıklar yapılıyordu. Her göz sabahlara kadar acıktı, her göz sabahlara kadar yaşlıydı ve her göz ölenlerin anıları ile doluydu. Mikail ise kardeşlerine, bacılarına, çocuklarına baktıkça yıkılıyor ve öfkeleniyordu. Kumandan her defasında onu yanına çağırtıp direktiflerini veriyor ve yerine getirilmesini istiyordu. İşte bu dayanılmaz yük taşınmaz hale gelmişti. Mikail bu yük altında ezildikçe eziliyor ve için için kendini yiyordu. Sıcak bir öğlen vakti kumandanın emri üzerine birkaç asker Mikail’i almaya gelmişti. Mahkûm olmak yeterince zordu birde köy meydanından askerler eşliğinde kumandanın yanına gitmek acizliğin son noktasıydı. Caminin kapısından içeri girerken yaratana karşı yapılan bu saygısızlığın elbet bir gün karşılık bulacağını biliyordu. Kumandan büyük kubbenin altında ortaya yerleştirdiği büyük masasında bir kral gibi genleşirken önünde duran yaşlı adama baktı. “ Ban bak efendi. Burada olmamandan rahatsızsın ama kabulleneceksin, çünkü artık bu topraklar Rusların malı ve sizde. Savaşı her yerde kazanıyoruz ve kazanmaya devam edeceğiz. Sizin kabullendiğiniz Osmanlı artık yıkıldı ve yok, biz varız.” Mikail hiç istifini bozmadı kafasını hafifçe kaldırıp kumandana baktı. “ Size acıyorum…” hiddetlenen kumandan masasına sertçe bir darbe vurdu ve karşısında duran iri adama yaklaştı silahını kafasına daydı. “ Bana bak köylü, sen ve senin gibilerini yıllardır görüyorum ve sizden tiksiniyorum. Elimde olsa hepinizi köy meydanında katlederim. Artık sıkıldım bu ücra köylerden, sizinle işim bittiği vakit daha iyi bir mevki de olacağım.” Kumandanın bu sözleri Mikail için hiçbir şey ifade etmiyordu. O sadece köyünü ve insanlarını nasıl kurtaracağını düşünüyordu. Kumandan devam etti. “ Bu vakitten itibaren işleri hızlandıracağız. Öncelikle hepiniz Hıristiyan olacaksınız, sonrasında ise bu devlet için yaşayıp bu devlet için öleceksiniz.” Mikail bu söylediklerinden hiç etkilenmemişti. Çünkü anlattıkları imkânsızdı, her fert gerekirse ölürdü ama bu söylenilenleri yapmazdı. Kumandan masasına kurulurken devam etti. “Bu vakitten sonra bu köyün idaresini senden aldım. Artık köy halkı seni ilgilendirmiyor. Git bir böcek gibi hayatını yaşa ilkel insanlar gibi git ağaç kes daha önce ne yapıyorsan onu yap.” Mikail şaşkındı. Beklemediği bir durumla karşılaşmıştı ve birkaç soru vardı aklında. Köyün kaderi kimin eline bırakılacaktı, aklında beliren en önemli soru buydu. Askerler eşliğinde kapıdan içeri giren kişi Mikail’in bütün düşüncelerini alt üst etmişti. Kumandanın karşısında Mikail’in yanında durduğu vakit, caminin duvarlarını esneten bir gerginlik yaşanıyordu. Mikail başını öne eğmiş gelen kişinin yüzüne bakmıyordu. Çünkü bir insan kardeşini nasıl olurda öldüre bilirdi? Kumandan Aslanın yanına gelmişti. “ Evet, Aslan Efendi hazır mısın? Davamızda bize yardım edecek misin?” Aslan efendi konuştukça, Mikail kendine nasıl hâkim olacağını düşünüyordu. Kendi kanından birisi ihanet ediyordu vatanına ve halkına. Aralarındaki samimiyeti gördükçe tiksinen Mikail daha fazla duramazdı ve hızla dönüp camiden çıkmak için hızlı adımlarla yürümeye başladı. Bir el silah sesi duyuldu. Olduğu yerde kalan Mikail hiç hareket etmiyordu. Hemen ayağının yanından seken mermi kumandanın tabancasından çıkmıştı. “ Nereye gidiyorsun efendi?” Olduğu yerde kala kalan adam ise omzunun üzerinden kafasını hafice çevirdi. “ Bu kadar küçülemem…” ve yürüdü gitti. Geride kalanlar ise bakmakla yetine bildiler. Onur, onursuzca yaşamayı ret etmişti. Hatta ölüm pahasına ama kalanlar anlayamazlardı bu durumu ve sadece bakmakla yetine bildiler.
Cemal devirdiği yaşlı ağacın üzerinde tütün nefeslerken beynindeki düşüncelerin savaşını izliyordu. Silah lazımdı, cephane, erzak ve en önemlisi askeri bir plan. Devleti asker gönderememiş olabilirdi ama onlar bir askerdi zaten, devletleri adına her türlü savaşa hazırdırlar. Ama bilgileri eksikti, tecrübeleri yoktu ve ölüm kaçınılmazdı. Son tütün nefesinde sesli düşündü. “ Gerekirse ölürüz…” yürümeye başladı devasa ağaçların arasından dağın kalbine doğru giden bir mağaraya girdi. Telaşlı telaşlı koşuşturan arkadaşlarına baktı ve onlarla gurur duydu. Ellerindeki silah ve cephaneye bakıyor ve bu kadar az silahla savaşı kazanamayacaklarını adı gibi biliyordu. Silahların önünde diz çöktü ve sıkıntı ile bir tütün daha yaktı. Diğerleri de yanına toplanmışlardı. “ Çok az arkadaşlar, bu silahlarla köydeki askerleri yenemeyiz. Başka bir çözüm bulmalıyız.” Cemal’in bu sözleri her kafa tarafından onaylanıyordu. Çeşitli fikirler ortaya atılıyor ve tek tek tartışılıyordu. Çözüm ise bir türlü bulunamıyordu. Mağaranın girişinde İdris belirdi. Yaklaştı ve silahların üzerine elindeki baltasını attı. “ Eğer silahımız yoksa eğer mermimiz yoksa ne yapacağız köle olarak mı yaşayacağız? Bizler ormancıyız, ağaç keser ve öyle geçiniriz ve en iyi olarak da baltamızı kullanırız. Bizim silahımız baltamızdır arkadaşlar. Biz o kumandanı ve askerlerini baltamızla def edeceğiz.” Haykırışlar başlamıştı. Yaşa Varol nidaları mağarada iniliyordu. Cemal arkadaşına baktı ve ona sıkıca sarıldı. Bu yürekler elbet bir gün kaybettikleri özgürlüklerini sonunda tekrar alacaklardı. Çünkü bunu hak ediyorlardı.
Aslan masanın etrafında kumandanın gözünün içine bakarak dolaşıyordu. Kumandan ise sıkılmıştı. “ Anlamıyorum bu insanları, neden direniyorlar, neden teslim olmuyorlar. Kurtuluşu görememek nasıl bir şey…” Aslan kumandanın sözünü kesti. “ Kumandan onları anlamak için ormancı olmak lazım. Sen onlara işkence ettikçe, onları zorladıkça ve öldürdükçe sana karşı daha çok direnecekler.” Kumandan huysuzlanmıştı. Masanın üzerinde duran votkasından bir yudum daha aldı. Camiinin içerisinde dolaşırken duvara asılmış haritaya baktı ve birkaç yeri işaret etti Aslan o yerlere baktı. “ Bak Aslan Efendi bu topraklar ele geçirildi. Osmanlı artık parçalanama döneminde her yerinde işgal ve kuşatma var. Birçok bölgede beklenenden az bir direniş ile karış karşıya kaldık. Gel gelelim ki burada halk inat ediyor, ayak diriyor. Bende tabi zorbalık yapmak durumunda kalıyorum.” Aslan yüzünde hafif bir gülümseme ile doğru yolda olduğunu anlıyordu. Bu kaçınılmazdı, bu büyük devlet eninde sonunda bu toprakların hâkimi olacaktı. Bunu oda biliyordu. Onun tek derdi ise bu insanların daha az eziyet görmeleri ve ölmemeleriydi. Bunu kafa tutarak ya da karşı gelerek engelleme şansı nerdeyse yoktu. Onların yanında olup insanlarını korumalıydı. “ Kumandan dediğim gibi insanlara biraz zaman verin, onarla karşı biraz esnek olun, bu süreçte alışmalarını sağlayın, başka türlü hepsini öldürmeniniz gereke bilir. Bunu elbet ki sizde istemezsiniz.” Kumandan Aslan’a kısım kısım hak veriyordu ama bu büyük komutan havasına zarar veriyor elindeki yıkıcı gücün baskısının daha çabuk etki edeceğini düşünüyordu. “ Haklısın Aslan ama benim verecek o kadar zamanım yok. Bir an önce buradaki işimi bitirmem gerekiyor. Artık dayanamıyorum bu sefil köy bölgelerinde yaşamaktan.” Aslan işinin ne kadar zor olduğunu anlıyordu, ama pes etmeyecekti bir şekilde istediklerini kumandana yaptırmanın bir yolunu bulacaktı. Her insan mücadelesini farklı yollarla yürütmekte, her beyin farklı çalışmaktaydı. Mücadele her bendende başka şekilde vücut buluyordu. Ama bu sancılı dönem vicdanlarda unutulmayacak yaralar açıyordu.
Geçen zaman her şeyin daha kötüleştiğini ve artık bir karşı saldırının vaktinin geldiğini gösteriyordu. Köy askerden temizlenmeliydi ve kuşatmalara karşı duracak güçleri olmalıydı. Bazı evlerde, geceleri karanlıkta ya da mum ışığında planlar, taktikler geliştiriliyordu. Ama her zaman geri adım atmak zorunda kalıyordu insanlar çünkü yetersizdiler, sayıları azdı, silahları yoktu, düzenli bir orduya karşı gelecek cesaretleri bulunmuyordu. Mikail gene bir toplantının ardından elindeki baltası ile köyün sokaklarında yürürken evlere bakıyordu. Birçoğu yanmış ya da yıkılmış, ayakta olanlar ise ıssız, içerisinde yaşayanların sessizliği evleri kaplamış. Birçok kayıp ruh bu sokaklarda ona eşlik etmekte. Evinin kapısının önüne geldiğinde gözleri buğulu bir şekilde baltasıyla kapıya vurdu. Hatice’nin yaşlanmış gözleri tedirgin bir şekilde kapıya yöneldi. Gelen kimdi acaba önceden olsa bilirdi ki ya kocası ya da oğlu gelmişti peki şimdi kimdi beklide askerlerdi. Kapıya doğru yöneldiği vakit elinde tutuğu hançeri kalbine yasladı. Her ne olursa olsun saldıracaktı. Artık yaşamı bu şekle bürünmüştü. Mikail’in sözlerini her zaman dinleyen Hatice kendini koruması gerektiğini biliyordu. Her kapı çalınışında dikkatli olması gerektiğini unutmuyordu. Ve kapıyı yavaşça açtı. Karşısında Mikail’i görünce derin bir nefes aldı ve hançeri aşağıya indirdi. Mikail eşinin bu denli dikkatli olması hoşuna gitmişti. “Gene çözüm yok Hatice.” Bir sonuçsuz toplantı daha geçmişti. Artık kimsede tahammül edecek ne güç, ne de sabır kalmıştı. Ama çaresizlik elleri ve kolları bağlıyordu. Hatice merakla sordu. “ Cemal döndü mü?” Mikail bu soruyu bekliyordu, kafası ile hayır anlamı da işaret etti ve yer minderine oturdu. “ Henüz bir haber yok hala ormandalar ve ne zaman dönecekleri hakkında bir bilgi yok. Kumandanda onları aratmak için keşif birliği göndermiş ama onlarda sonuçsuz geri dönmüşler.” Bir kahkaha attı. “ Nasıl bulsunlar bir ormancıyı anca bir ormancı bulur, askerler değil.” Mikail biliyordu oğlunun ve diğerlerinin bir şeyler hazırlandığını ve korkuyordu. Askere karşı direniş başlatmak ne kadar başarılı olabilirdi ve sonuçları ne olurdu. Kafasındaki en büyük sorunlardan biriside buydu.
Sabrı tükenen kumandan ne Aslan’ı nede başkalarını dinlemez olmuştu. Her geçen gün insanlara zulüm ediyor, onları zorluyordu. Fakat bir Pazar günü ilk defa sınırı aşmaya kalkıştı. Bütün köy halkını meydanda topladı ve onları kiliseye çevrilen büyük bir evde Pazar ayinine katılmaya zorladı. Bütün köylü karşı çıkıyordu. Erkekler direniyor, kadınlar ise ağlaşıyorlardı. Bu anlamsız davranış kumandanın sabrının tükendiğinin işaretiydi ve hiçbir şeyden kaçınmayacağını gösteriyordu. Köyün erkekleri ve askerler arsında süren itiş kakışmalar dipçik darbeleri ve yumruklaşmalara dönüşmüştü. Mikail durumu tahlil ediyor sonunda bu insanların bazılarının öleceği kanısına varıyordu ve Kumandana bağırdı. “ Kumandan… Bana bak kumandan, bu insanları rahat bırak, bu tercih meselesidir. İnsanlar Dinlerini istediği gibi yaşma hakkına sahiptir ve sen bunu ellerinden alamazsın. Eğer buna cüret edersen…” İki el silah sesi duyuldu. Meydandaki tüm insanlar oldukları yerde dona kalmışlardı. Zaman hareket etmiyordu sanki. Hatice ise kocasının yere düşüşünü seyrederken dona kalmıştı. Kumandanın silahından çıkan iki adet mermi Mikail’i göğsünden ve bacağından vurmuş ve köy halkını şoka sokmuştu. Aslan ne olduğunu anladığında yapacak bir şeyi kalmamıştı ve kardeşinin yere düşüşünü tıpkı Hatice gibi oda sadece seyredebilmişti. Mikail onuru için öleceğini bildiği, kalbindeki acı ile yere düşerken mutluydu. Kumandan ise askerlerin arasında bu yaptığının bütün direnişi kıracağını ve halkın köle olmayı kabul edeceğini düşünüyordu. Mikail yerde kıvranırken köyün erkekleri askerlerle mücadeleye başlamıştı. Kimisi yumruk atıyor kimisi baltası ile saldırıyordu. Askerler ise dipçiklerle bezende ateş ederek bir kaçını yere yatırıyorlardı. Hatice ise bu karmaşada sessizce yürüyordu. Sanki onun için her şey durmuştu. Hayatını verdiği insan yerde kıvranıyordu. Gözünden akan yaşlar kalbindeki öfkenin içerisinde boğuluyordu. Kocasının yanında ayakta beklerken kumandana bakıyordu. Silahını kılıfına sokan kumandan yüzündeki pis sırıtışla istediğine ulaşmanın zevkini yaşıyordu. Köy meydanı bir savaş alanına dönmüştü. Birçok köylü Mikail’le aynı kaderi paylaşıyor ve yere yıkılıyordu. Kimisi yaralı kıvranırken, kimisi de olduğu yerde şehit oluyordu. Tabi sadece köylü değil askerlerde kayıp veriyorlardı. Kafalarına ve vücutlarına aldıkları balta darbeleri onlarında sonu oluyordu. Hatice kocasının yanında diz çökmüş yaralarına bakıyor ve dünyayı durduran bir sessizlikle onu teselli ediyordu. Karmaşa, haykırışlar, inlemeler köy meydanını tam bir savaş alanına çevirmişti. Hatice kocasının gözlerinin içine baktı ve ona… “ Sakın beni bırakma.” dedi. Mikail ise acı içerisinde gözlerini kapattı. Bu beklide son nefesti, beklide her şeyin bitişiydi. Hatice olduğu yerde hala kocasının elini tutuyordu ve onun ölmesine izin vermeyecekti. Kumandan ise köylünün bu kadar direneceğini hiç hesap edememişti.
Yamaçtan köye bakan Cemal bütün hazırlıkları bitirmiş plan dâhilinde köye saldırmaya hazırlanıyordu. Ama yamaçtan köy meydanında gördüğü görüntü bütün planlarını alt üst etmişti. İnsanlarının hunharca katledildiğini tüm arkadaşlarına bağırarak iletti ve hepsi birden koşamaya ve köy meydanına yetişmeye çalıştı. Hatice hala kocasının elini tutmaktaydı. Ama Mikail hiçbir şekilde ona cevap vermiyordu. Hatice yüreğini durduran bu gerçeği kabullendi ve yerde duran bir silahı eline aldı. “ Kumandan bu savaş artık benim savaşım ve öleceksin.” Silahı ateşledi. Askerlerin gerisinde duran kumandanın hemen önündeki asker yere düştü. İlk defa kumandan ölüm korkusunu kalbinde hissetmiş ve hızlı adımlarla daha gerilere doğru ilerlemeye başlamıştı. Hatice’nin bu davranışı köylüye de cesaret vermişti. Diğer kadınlar ve erkelerde bu coşkuyla askerlere saldırmıştı. Ama zayıftılar ve tek tek ölüyorlardı. Bir destek gerekliydi. Tam bittikleri anda Cemal ve arkadaşları köy meydanına ulaşmış ve tek tek silahlarını Ateşleşiyorlardı. Bu takviye güçler askerlerin ve kumandanın bozguna uğramasının çok yakın olduğu izlenimini vermişti. Askerler daha fazla direniş gösteremediler ve hızla köyün dışına daha güçlü oldukları bölgelere doğru çekildiler. Bu küçük köyün milis güçleri ilk zaferlerini elde etmişlerdi ama çok fazla kayıp vermişlerdi. Kazanılan bir zafer vardı ama kaybedilen birçok şey, cansız yatan bedenler köy meydanın sonsuza dek misafirleri olacaktı.
Aradan geçen aylar yılların gölgesinde kalmış gibi uzun gelmişti. Bir avuç kalan köy halkı hala Rus ordusuna karşı köylerini korumaktaydılar. Ama savaşın acı gerçekleri her zaman olduğu gibi burada da etkisini göstermişti. Kahramanca yapılan mücadele savaşın genelinde kaybedilmesinden ötürü köyde de kaybedilmişti. Köyünde dayanma gücü neredeyse bitmiş, her insanda takat kalmamıştı. Ama Kumandan beklediğinden fazla süren bu kuşatma esnasında bir nebzede olsun saygı duymaya başlamıştı bu bir avuç köylüye, çünkü bu mücadele saygıyı hak eden bir mücadeleydi. Köy meydanına aylardan sonra tekrar girme imkânı bulan kumandan, baktığı her gözde gördüğü öfkeye karşın onlara saygısını göstermek istiyordu. “ Ben kumandan Nikolas uzun bir süreden beri tarafları olduğumuz bu mücadelede bir sonuca ulaşıldı. Devletinizi genel anlamda savaşı kaybetmiş olmasına karşın benim gözümde siz aciz köylüler bu köyde kazanmış bulunmaktasınız. Ve şunu da belirtmek isterim ki artık sizler bir tarafsınız ve her tarafın olduğu gibi sizde saygıyı hak ediyorsunuz. Bir kumandan olarak sizleri ve liderinizi saygıyla anıyorum.” Bu durum haklının, mücadelenin zaferiydi ve acımasız yürekleri bile titretecek bir zaferdi. Köy halkının arasından yavaş adımlarla ve koltuk değneği ile ilerleyen Mikail kumandanın tam karşısında dimdik ayakta dururken. Hak ettikleri gururu ve saygıyı almamın memnuniyeti gözlerde ve yüreklerde hissedilmişti. “ Kumandan bu saygıyı bizler değil bizim için şehit olan kardeşlerimiz hak etmektedir. Onların kanı bu saygının nişanı olacaktır.” Şeref ve haysiyetin insanlara öğretilmesinin en büyük örneği yaşanmaktaydı. Askerler köyü tekrar ele geçirmişlerdi fakat artık eskisi gibi bir zulüm ve hakaret furyası yaşanmıyordu. Tarafların kabiliyetleri ve duyulan saygı idealleri esnetmişti. Artık Rus’lar katı değildi. Mikail ise bacağında kumandanın anısı ile bu durumu memnuniyetle karşılıyordu. En azından kölelik bir süreliğine ertelenmişti savaş kaybedilmiş olabilirdi fakat onlar kazanmıştı. Cemal babasının yanında karanlık geleceğin pusunu çözmeye çalışırken Fadime ve Hatice ailelerine desteklerini yürekleriyle veriyorlardı. Büyük bir aile olma yolunda olan Mikail beklide son altı ayın en güzel haberini Cemalden duymaktaydı. “Baba oluyorum baba…” Böyle bir hissi Cemal’in doğumunda yaşamıştı Mikail ve şimdi torunu olacaktı. Savaşın sonlarında gelen bu haber biraz düşünce ve biraz umutla harmanlanmış ve genç neslin belirsiz bir gelecekte belirsiz bir yaşama sürüklenme ihtimalini azaltmıştı. Ama hala bazı karamsar gerçekler vardı. Bundan sonra ne olacaktı. Ruslar savaşı kazanmış ve bu toprakların sahibi olmuşlardı. Kumandan her ne kadar köye yaklaşım tarzını değiştirmiş olsa bile başkaları aynı zihniyete sahip olamaya bilirdi. Sonuç olarak dinler arası karmaşa hala devam etmekte, şimdi olmasa bile zaman içerisinde sistemli olarak Ruslar tarafından Hıristiyanlaştırma çalışmaları sürecekti. Ama Mikail ve vatandaşları ne olursa olsun bu durum karşısında duracak ve gerekirse tekrardan savaşacaklardı. Bu keşmekeş Kumandan tarafından da bilinmekteydi ve bu durumu iletmiş olduğu üst makamlar bu duruma bir çözüm bulmaları gerekiyordu.
Cemal elindeki yorganı meydana taşırken İdris’le karşılaştı. Oda elinde birkaç eşya ile meydana doğru yürüyordu. Gözlerinde ve dudaklarında anlamsız bir sessizlik hâkimdi. Geçtikleri her sokakta, her evde bir anı saklıydı ve onlar bu anıların acısıyla kalplerindeki kinin örtüsü altında gizlenen özlem daha gitmeden yaşanmaya başlanmıştı. Köy meydanında birçok ev ve aile hazırlıkları sürdürüyordu. Rus devleti direnen ailelere Osmanlı devletine göç etmelerini zorunlu hale getirmişti. Seçim ailelerin elindeydi. Ya Osmanlı olacaklar ya da burada kalıp Hıristiyanlaşacaklardı. Tabii ailelere bu kadar açık bir şekilde belirtilmemişti bu durum ve zaman içerisinde yavaşça olacaktı. Bunu fark edebilen aileler ise dinlerinden feragat edemeyecekleri için göçü kabul etmişlerdi. En zor olan veda, köklerin olduğu bu topraklara olan vedaıydı. Mikail öküz arabasının yanında eşyaları düzenlerken koltuk değneğinden destek alıyordu. Yaşlanmış yüzünde ve gözlerinde buğulu bir hüzün, yüreğinde ise acı vardı. Kalanlar ise bu gidişe, bu göçe karşıydılar ve onları yalnız bıraktıkları için sitemkâr bakışlar ve sözler her gözde ve dudakta vuku buluyordu. Hareket vakti yaklaştıkça gözlerdeki buğular yaşa dönüşmeye başlamıştı. Askerler ise bu göçe nezaret etmekle görevliydiler. Düşmanlarının bu şekilde kaçmış olmalarına anlam vermiyorlardı. Ama bu aslında kaçış değil yeni bir başlangıçtı. Askerlerin anlamadığı ise buydu. Müslümanlık toprakla ya da milliyetle değişilecek bir olgu değildi ve onlarda bunu farkında oldukları için vatanlarını terk ediyorlardı. Askerlerin bunu anlamaları imkânsızdı ve olaya kaçış gözüyle bakmaları normaldi. Ama onlarda her ne kadar kaçan kişiler olarak düşünseler de bu savaşta verdikleri mücadeleden ötürü kazandıkları saygınının sonucu göçleri sırasında onlara nezaret etmenin gurur olduğu inancındaydılar. Mikail arabanın üzerine oturduğu vakit tüm ailesi yerini almıştı. Oğlu Cemal’de yanında oturduğu vakit hareket etmenin vakti gelmişti ama dizginleri bir türlü çekemiyordu. “Hadi baba gidelim artık.” Cemal’in bu sözleri ile irkilen Mikail son bir kez köyüne ve toprağına baktı ve tabi ki ormana. Eski dosta belki bir daha görüşemeyeceklerdi, belki bir daha o kalbinde tüttürdüğü tütünleri bir daha tüttüremeyecekti. Ama dost her zaman dostu ve yıllar geçse de kalbinde hep kalacaktı. İnsanlarına baktı ağlaşmalar arasında, omuz omuza savaşmıştı bu insanlarla, ormana gitmişti, düğünler yapmışlardı ve dizginleri salladı. Öküz arabası yavaş adımlarla ilerlerken bir damla yaş daha döküldü Mikail’in gözünden. Demir gibi yüreğinden gelen bir yaştı ve yıllarca o yanağında o ıslaklığı hissedecekti. Askerlerin nezaretinde köyün çıkışına yaklaşan birkaç aile biri tarafından durduruldu. Konvoyun en önünde bulunan Mikail önünde duran ufak tıknaz adama bakarken kafasındaki karmaşık düşüncelerden bir türlü kurtulamıyordu. Yavaş ve sıkıntılı bir şekilde arabadan aşağı indi. Değnekler yardımı ile adamın yanına kadar yürüdü. “Hey koca Mikail demek gidiyorsun?” hiçbir şey söylememişti Mikail öylece gözlerinin içine bakıyordu. Belki birçok şey yapmıştı bu adam ama affedilmesi imkânsızdı. Kendi insanını sırtından vuran bu kişinin kardeşi olması ayrı bir yaraydı Mikail’de ama bilemezdi aslında Aslan’ın onlar için mücadele ettiğini, ama çokta önemi kalmamıştı artık. Artık gidiyorlardı ve gelecekleri içinde ona yer yoktu. “ Bunu almanı istiyorum, gittiğiniz yerde başınıza her şey gele bilir.” Uzattığı yüklü miktarda paraya bakan Mikail kuşkuluydu Rus insanın parasını yiyecek kadar küçülemezdi. “ Rahat ol koca adam bu benim param babadan kalan arazileri sattım ve bu senin hakkın helal paran ayrıca kendi hakkımı da sana veriyorum benim burada paraya ihtiyacım olmayacak.” Dedi Aslan arkasını döndü ve yürümeye başladı. Bir veda bu kadar basit olmamalıydı onun için, bunu hak etmediğini düşünüyordu; fakat hiçbir şey söylememişti Mikail ve biliyordu ki onu asla affetmeyecekti. “ Aslan…” diye seslendi Mikail. Arkasına dönen aslan gözü yaşlı olarak Mikail’le bakıyordu. Kollarını kaldıran Mikail gözyaşları arasında affettiğini gösteriyordu. Koşmaya başladı Aslan ve sarılmaları bütün konvoyu hüzne boğmuştu. Uzun bir sarılmanın ardından tekrar arabaya oturan Mikail tekrar dizginleri salladı ve geri dönüşü olmayan bir yola çıkmış bulundular.
Azgın dalgalar, çeliğe her vuruşta, gürüldüyordu. Havada uçan martılar yiyecek için bir birleri ile mücadele ediyorlardı. Keskin bir deniz rüzgârı güvertede kol geziyordu. Güvertenin demirine yaslanmış olan Hatice uçsuz bucaksız denize bakarken geride kalanları yâd etmekten kendini bir türlü almıyordu. Geminin dalgaların etkisi ile sallanmasından ötürü güvertede zar zor hareket eden Mikail, Hatice’nin yanına geldiğinde oda uçsuz bucaksız denize bakarken rüzgârın etkisini kemiklerinde hissetti. Hatice kocasının geniş göğsüne yaslandı ve sessizce ağlamaya başladı. Çünkü bilinmezlik korkutuyordu onları, nereye ve nasıl bir yere gidiyorlardı. “Ey yaşama sebebim, gözümün nuru ne olursun ağlama, biliyorum bir bilinmezliğe gidiyoruz fakat unutma ben ve ailemiz yanında olduğumuz sürece nerede yaşadığımızın bir önemi yok.” Bu sözler bile Hatice’nin içindeki boşluğu doldurmaya yeterli gelmemişti. Ama inancı tamdı kocası ve ailesiyle bir şekilde, bir yolunu bulacaklardı. “Biliyorum…” diye bildi sadece ve denize bakmaya devam ettiler. Her gece ve günün ardından bu deniz hiç bitmeyecekmiş hissi kaplıyordu insanları. Her köyden her şehirden, birçok aile bu göçlere zorlanmıştı. Küçük olan gemi ise tıka basa doldurulmuştu. Kimi insanlar yatacak yer olarak güverteyi kullanıyorlardı. Yedikleri yemekler ise pekiyi sayılmazdı. Ama Osmanlı devleti ancak bunu sağlaya biliyordu ve daha iyisini yapamıyordu. Savaşlar belini bükmüştü koca imparatorluğun. Ama insanlarını zor şartlarda dahi olsa düşmanın kalbinde bırakmamıştı. Bu büyük devlet yaralı olmasına karşın halkına sahip çıkmıştı. Cemal Yakında doğum yapacak olan karısının üzerine itina ile titriyordu. Gerekirse yemiyordu kendi payını da ona veriyordu, çünkü o zayıf kalmamalıydı. Feride Cemal’in bu çabasına karşın sadece ona sıcacık gülümseye biliyordu. Elinden başka bir şey gelmiyordu. Cemal ara ara diğer ailelerle de görüşüyordu onlara da elinden geldiği kadar destek olmaya çalışıyordu. Ama bir sorunu vardı, can dostu İdris hastaydı ve gittikçe kötüleşiyordu. Bu sağlıksız ortam soğuk hava onu iyice zayıf düşürmüştü. Çünkü kapalı ortamda ancak kadınlar ve çocuklar kalabiliyordu ve erkekler gecenin ayazında güvertede uyumak durumundaydılar tabi buna uyumak denirse. Bu soğuk geceler İdris için çekilmez olmuştu ve öksürükleri gittikçe artıyordu. Tedavi olanağı ise neredeyse imkânsızdı. Cemal bu durum karşısındaki acizliği onu deli ediyordu ama yapacak hiçbir şeyi yoktu. Tek dileği bu yolculuğun bir an önce son bulmasıydı. Ama deniz buna izin vermiyordu her geçen gün bir kara parçası görme umudu ile güvertede saatlerce bakan Cemal sadece su ve dalgaları görüyordu. Bir kayba daha nasıl dayanırdı Cemal, bu soruyu kendisine sormaktan bıkmıştı artık. Hayatının bu kadar çekilmez olmasına karşın sıcacık gülümseyen o arkadaşının uzun bir süredir hiç gülümsemediği geldi aklına. Belki oda artık anlamıştı bu yaşamda gülümsemeye yer olmadığını. Mücadele, mücadele ve imkânsızlıklar güverteden denize karşı tütününü nefeslerken isyanın son haddesine geldiğini fark etmişti. Değişiyordu öfkeli, isyankâr bir insan olmuştu. Kendine de isyan etti, kendini kaybettiği için sigarasını denize fırlatırken çantasından çıkardığı gabronu kollarına taktı ve tuşlarına dokundu. Yıllardır bu aleti çalmamıştı. Aklına Meydan geldi kısacık boyuyla bu aleti nede güzel çalardı. Keşke oda yanlarında olsaydı. Bir iki tuşa daha dokundu. Gemideki birçok genç insan bu melodilere kulak kabartmıştı. Yavaş yavaş toplanan, bitmiş tükenmiş bu insanlar beklide son enerjileri ile güvertenin ortasında dans etmeye başladılar. Cemal gabronu her tuşlayışında farklı bir melodi kulaklara giriyor ve bir figür olarak ayaklardan çıkıyordu. Bu bir eğlence değildi, bir düğün değildi, bu yıkılmanın eşiğinden dönmekti, özüne dokunmaktı. Gençler oynadıkça herkesin yüzü gülümsüyor, her yürekte mutluluk kırıntıları oluşuyordu. Bu hayata isyan etmektense onu yaşmayı tercih etmekti. İdris bitmek bilmeyen öksürükleri arsında dans eden insanlara bakıyordu gözlerinde ve dudaklarındaki gülümseme ile son yolculuğuna çıkmıştı. Kafası yana düşerken Cemal bunu fark edememişti. Diğer insanlarla uzun bir süreden sonra ilk defa yaşadıklarını anlamışlardı. Ama her mutlulukta olduğu gibi hüzün hemen yanı başında beklemekteydi. Cemal içinse kayıplarının en acısı olacaktı. Güvertedeki feryadı ise o gemide bulunan her insanın hayatlarının sonuna kadar kulaklarında çınlayacaktı. Mikail yüreğinde kopan her parçanın devrilen bir gencin yarası olduğunu düşünüyordu. Yaşlıydı ve tecrübeliydi. Birçok acıya koşulsuz katlanabilirdi ama bu savaş onun bile sabrının ötesinde bir imtihan sunmuştu. Devrilen her genç benden Mikail için kapanmayacak bir yaraydı. Ama vicdanın derinliklerinde bir ümit kırıntısı parıldıyordu. Ufacıktı ama vardı ordaydı. Gittikleri yerde elbet güzel bir Hayatları olacaktı. Denize doğru kafasını kaldırdı ve gelmekte olan fırtınaya baktı. Hayatları da bir fırtınanın içinden geçiyordu ve güneşli günler elbet gelecekti. Hatice ve Feride’ye baktı. Bu kara günlerde en azından onlara bir zarar gelmemişti ve savaşın kirli yüzüyle karşılaşmamışlardı. Peki, oğlu Cemal, o ise keskin yüz hatlarının kalbindeki acıyı saklamasına her zaman izin vermişti. Ama biliyordu ki bazı geceler sessizce ağlıyordu. Cemal ise denize bakmıyordu artık, çünkü bir amacı kalmamıştı en yakın dostu yoktu ve karayı beklemesinin bir anlamı kalmamıştı. Ama son bir kez daha bakacaktı denize çünkü İdris bu uçsuz bucaksız denizin kalbinde yatıyordu. Bir denizci gibi cenaze töreni yapılmıştı ve cansız bedeni denizin sularına bırakılmıştı. Cemal buna ne kadar karşı çıksa bile kimseye kabul ettirememişti. Sağlık sebeplerinden ötürü bu zorunlu cenaze töreni ise ayrı bir yara olarak kalacaktı ve Cemal beklide bir daha hiç bu azgın suların yüzüne bakamayacaktı. Cemal bir sesle irkildi. “ Acı ve öfke iyi duygulardır evlat.” Kafasını kaldıran Cemal karşısında duran yaşlı kadına baktı. Yüzü kırışıklıklarla dolu gözleri iyice küçülmüş saçları ise bembeyaz ve yürürken dik duramayan bu yaşlı kadına söyleyecek bir şey bulamadı. Kadın ise yavaş ve dikkatli adımlarla Cemalin yanına oturdu. “ Sana bir hikâye anlatmamı istemisin delikanlı.” Cemal umursamıyordu. Bu yaşlı kadının anlatacağı hiçbir şey onun için bir şey ifade etmeyecekti. Kafasını hafifçe onaylar şekilde salladı. Yaşlı kadın ise zaten lafına başlamıştı. “ Bir hayvandan bizi ayıran en önemli özellik değer yargılarımızdır. Eğer bu değerlerimize sahip çıkmazsak yaşam ve ölüm birbirinden kopuk iki farklı olgu olacaktır. Bu hikâyede de aslında yaşam ve ölümün bir bütün olduğu vurgulanmaya çalışılmıştır. Zamanın birinde bir delikanlı ve kız hakkında olan bu hikâyede aşk ihtiras, acı kader ve tabi ki ölüm vardı.” Cemal yaşlı kadını dinledikçe hikâyenin ne olduğunu merak etmeye başlamıştı. Ama kadın bir türlü hikâyeye giriş yapmıyordu. Sabırla dinlemeye devam etti Cemal. “ Asıl olan nedir birliyor musun evladım. Hayatın anlamı hakkında fikir yürütmekten vaz geçmenin zamanı çoktan gelmiştir. Hayat böyledir kimi zaman vicdansız, kimi zaman ise vefakârdır. Ama onu anlamaya çalışmak bir hikâyede yaşmaya benzer. Oysa sen bir hikâyenin kahramanı değilsin ve hayatı yaşayan bir insansın tahmin ettiğin gibi sana bir hikâye anlatmayacağım ama hayat hakkında bir iki şey söyleyeceğim. Benzetmelerin bile bir şeye benzetilemediği, ön görülen her benzetmenin aslında sadece bir hayal üründen ibaret olduğu bir dünyada yaşamaya çalışıyoruz. Her şey hayal nefes alışlar, bakışlar, konuşmalar bir benzetmenin yegâne bir parçası, bu büyük bir yanılsama olmasına rağmen bir gerçek gibi yaşamak istiyoruz, beynimizde bir zihinsel oyun oluşuyor. Bu oyuna hayat demek istiyoruz, ama nedense hırpalamaya çalışıyor, ezmeye, parçalamaya, oysaki bir benzetme bir oyun sadece. Yeter ki kurallarını ve bu kuralları kullanmayı öğren. Benzetmeyi benzetmenin, beynindeki zihinsel karmaşayı yıkmanın ve safi gerçeği görmenin kuralları bunlar. Hayat denen kör ebenin, sadece bir yığın çöplük olduğunu farkına vara bilmenin kurallarını. Çıldırmak, çıldırtmak, haykırmak, pusmak var olan her şeyi parçacıklar halinde birleştirmek. Zihinsel bir yanılgıda doğruyu bulma çabasına, yaşama sarılma demek. Saçmalamanın her halükarda doğru kabul edileceğini bilerek büyük oyunun içerisinde çalım atmaya çalışmaya mücadele demek. Vücut denen mekanizmanın hormon dengesizliğine de aşk diyerek, bu kuralları yıka bileceğimizi sanmak. İşte asıl zihinsel yanılgı bu. Büyük oyunun en büyük numarası budur. Hayat denen bir karmaşanın asla çözülemeyeceğini bilmek ve ona göre bu rüzgâr savrulmasında bir yerlere çarpmadan devam etmek. Gerçek olan ve gerçekliğe yaklaşan tek şey sadece bu gibi geliyor. Peki, bu çok bilinmeyenli yanılgıyı başka nasıl farkına varırı ve kış uykusundan uyanır gibi komple kuralları tersine çevire biliriz. Hayatımıza nasıl yeniden başlaya biliriz? Yaşam alanlarını değiştirerek, başka bir rüzgârla başka bir yere savrularak belki olabilir bir keşmekeşten çıkıp bir yenisine girmek, yanlışa uymayıp terk ederek başka bir yanlışa doğru gelirmişçesine gözü kaplı dalmak. Hayır, hayır bu zihinsel yanılgı o kadar büyük ki, nereye ve ne şekilde savrulursan savrul sadece renkler benzetmeler değişir ve başladığın noktaya sonunda varırsın. Vücut denen mekanizmanın dur diyeceği yere kadar bu kargaşalar, bu benzetmeler, bu baştan almalar hep var olacak ve her defasında bu sefer başardım diyeceksin ve zihinsel yanılgın sonuna kadar devam edecek son nefesi verene kadar. O yüzden hayatı anlamayı bırakalı çok oldu, sadece bu büyük oyunun keyfini çıkarmaya çalışıyorum. Sende öyle yap.” Yaşlı kadın son cümlesini bitirdiği vakit cemalin gözlerinin içine baktı. Cemal ise kafası karışmış bir ifade takınmıştı. Bir iki şey söylemek istedi fakat yaşlı kadın buna müsaade etmedi. “ Yakında sende anlarsın evlat bu döngüler her zaman bir birini takip edecektir. Şimdi yaşadığın bu puslu ve sıkıntılı dönem elbet bir gün son bulacaktır. Döngünün devamı muhakkak işleyen durumun tersine şekil alacaktır.” Cemal’in kafasında başka bir soru belirmişti kimdi bu yaşlı kadın ve burada ne arıyordu. Tam bunu sormaya hazırlandığı vakit bir ses duyuldu. “ Kara göründü.” Tüm insanlar irkilmişti gemide bir hareketlenme oluştu. Cemal ise yaşlı kadının yanından kalkıp karaya bakmak istiyordu. “ Evlat yardım ette bakalım nereye gelmişiz.” İkisi birden yavaş adımlarla karşılarında duran devasa topraklara baktılar artık yeni vatanları karşılarında duruyordu. Zihinlerindeki kuşkular gittikçe artmıştı ama kalplerinde de bir sevinç vardı. Yaşlı kadın cemalin elini sıkıca tuttu ve “ Geldik evlat yeni evimize geldik. Hayat denen oyunumuzu artık burada sürdüreceğiz.”
Mikail önünde uzanan dev ve sık ormana bakıyordu. Bir yıldır eline almadığı baltası nasırlı ellerinde yerini almıştı. Yabancı olan bu ormanla tanışma vakti gelmişti. Hemen önünde durduğu koruluktan bu yabancıya merhaba dermişçesine ormana daldı. Ağaçlar farklıydı, doku faklıydı ama sonuçta bir ormandı. Tekrar yaşadığını hissetmeye başladı Mikail. Hemen arkasında olan cemal ise gözlerindeki parıltıyı saklayamıyordu. İlerledikçe, tanıdık gelmeye başlıyordu bu orman. Sesler, hayvanlar, sis ve zemin bu iki dev adamın ruhu genişlemeye başlıyordu. Yaşamak bu temiz havayı ciğerlerine çekmekle eş değerdi ve ilk balta sesi, geçmişin gelecekte tezahürüydü sanki yaşananlar. Köyde ise başka bir telâşe vardı Hatice ve Feride yeni evlerinde hazırlık yapıyorlardı. Yanlarına aldıkları üç beş parça eşyayı yerleştirmekle meşguldüler. Yerleştikleri köy halkı ise asla onları dışlamamış bilakis onlara elinde geldiği gibi destek olmuşlardı. İnsanlar yabancıydı, yer yabancıydı ama bazı şeyler sanki tanıdıktı. Sanki bu insanları ve yeri yıllardır tanıyorlarmış gibi hissediyorlardı. Kafalarında ilk defa doğru bir şey yaptıkları hissi oluştu. Yeni evlerin kapısı sürekli çalınıyordu. Köylü yeni misafirlerine rahat edip etmedikleri konusunda devamlı yokluyordu. Onlar artık bu köydendiler. Hatice ezan sesini duyunca birden durgunlaştı. Acaba memleketlerinde bu kadar rahat ve net bir şekilde ezanı duyabiliyorlar mıydı? Artık onlar için hayat normale dönmüş hayat onlar için tekrardan yaşanıla bilir bir hal almıştı. Cemal’in aklına yaşlı kadının söyledikleri geldi. Hayat denen oyunu anlamayı bırakmalısın sadece yaşamalısın. Artık o da bu şekilde yapacaktı sadece yaşayacaktı. Yeni doğacak çocuğunu büyütecekti, annesine babasına bakacaktı ve hayatını ve kültürünü buradaki insanlara tanıtacaktı. Kısacası yeni bir insan olarak yeniden doğacaktı. Hep birlikte bütün aile köye bakarken gözyaşları her yanağa değerken bir mutluluk hâkimdi hepsinin yüreğinde. Kardeşlerini akrabalarını geride bırakmışlardı ama yeni bir sayfaları vardı ve bembeyaz bir sayfaydı. Geriden kalplerinde kalan tek şey ise hiçbir zaman unutulmayacak acılardı. Şehit olan kardeşlerinin acıları hatıralarından asla silinmeyecekti. Hepsi birbirlerine sarılarak evlerine doğru yol aldılar.
Şimdi ben o acıların yaşandığı büyük, büyük dedemin topraklarındayım. O anlatılan yamaçtan aşağı bakarken sanki Mikail’in gözünden bakıyorum bu köye, ama uzaktan akrabalarım olan bu insanlar şimdi sanki bir yabancı, sanki bana çok uzaklar. Birçok insanla konuşuyorum geçmişte yaşanan olayları yarım yamalak bildiğim dilleri ile öğrenmeye çalışıyorum. Ne Mikail, nede Cemal hakkında konuşan ya da tanıyan birine rastlamadım. Fakat Aslan’ı tanıyan bir iki kişi ile konuşa bildim. O tarihte yaşananları anlatırken yüreklerindeki acıyı görmemek imkânsızdı. Hatta birkaç mezar taşı gösterildi. O zaman şehit olanların olduğunu sanıyorlardı. Şimdi bu topraklar dinimizden uzak başka bir dine mensup başka bir ırka mal olmuş. Buralarda dolaşırken bir rüya’dan arta kalan hüznü yaşıyorum sanki. Onca acı, onca eziyet içimdeki hüznü daha da bir çoğaltıyordu. Cemal Dedemin son zamanlarında anlattıkları bu olaylar buralara kadar gelmemi sağlamıştı ve bu rüyadan uyanmamı, şimdi ise geri dönüyorum kendi vatanıma ve bu topraklar bir rüya, bir anı olarak kalacak. Yaşan hüzün ise bir rüyadan geri kalanlar olacak.
SON
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.