- 523 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
Severler Güzeli
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Benden uzun bir adam Hüseyin. Şöyle karşıma geçip oturdu, sanki hala ayakta gibi. Geçen haftadan haber salmış; sağlam bir rakip arıyormuş. Mahalleli beni tavsiye etmiş; eksik olmasınlar: Tavla oynayacağız.
Sabah dükkanı açmamla kapamam bir olmuştu: Civarda çok polis vardı. Polislerin varlığı hayra alamet değildir; uzak durmalı. Ben de indirip kepenkleri, yollandım çarşıdaki kahveye.
Hüseyin beni orada buldu. Kendi tavlasını getirmiş. Daha önce de gavur tavlası görmüştüm. Asla sevemedim. Bir kere tavladan çok çantaya benziyorlar: Sapları var, üzerileri deri kaplı. Hüseyin kendisininki açtı; kalın kumaş döşeliydi.
“N’aptın sen Hüseyin? Bunda mı oynayacağız?” dedim ama oralı olmadı. Pulları dizmeye başladı. İnsan bir sorar, renk seçimin var mı, sağda mı, solda mı biriktiriyorsun diye. Bizimkisi kafasına uygun düşen rengi seçti, sonra da zarları tavlanın içinden çıkan kaba yerleştirip attı.
“Koçum, kafana göre oyuna mı başladın?”
“Sen de at; kimin başlayacağını bulalım.”
Çift zar atarak mı? Neyse, üstelemedim ve zarları salladım. Hüseyin başladı.
Zarları kabına koydu, salladı ve kabı tavlanın üzerine kapattı. Elini çektiğinde zarı gördüm: Düşeş!
“Zarları adam gibi at; elini de zarla arama sokma!” diyeceğim ama düşeş yüzünden yan çizdiğimi düşünecek. Parmaklarıyla saydı: “... dört, beş, altı”, içeridekileri kaçtı. Sonra bir daha saydı; kaçakların daha fazla gitmediklerini gördü. Bunun üzerine benim altı ayağımı kesebileceğini farketti ve kapısını aldı.
“Bak ballı zarla başladın; bir de sayarak tepemi attırma.”
Hüseyin gülümsedi, sesini çıkarmadı. Dahası zarları da vermedi. “Ne iş?” anlamında kaş göz yaptım ama babasının mirası gibi zarlarının üzerine kapanmış bekliyordu. Neden sonra farkettim ki, ben tarafımdaki cepte bir çift zar daha var. Herkesin zarı kendine oynayacağız yani. “Hadi hayırlısı!” deyip benim olanları avucuma aldım. Hüseyin uzanıp cepte bıraktığım diğer sallama kabını aldı ve “Zarları içine at” anlamında kabı bana uzattı.
“Ben asla zar tutmam. Bütün kahve bilir bunu. Beğenmiyorsan...” dediysem de dinletemedim. Neredeyse zorla elime kabı tutuşturdu. Açık açık hakaret ediyordu.
“Zar sallamasına güvenmiyorsan, karşısına oturmazsın aslanım!”
Tınmadı. Daha itiraz edecektim ama bu tavlanın zarları da bir acaipti. Elimde iki küp şeker tutuyor gibiydim. Avuçta doğru dürüst sallanamıyorlardı. Kabın içine yuvarladım, gittiler.
Ben zarları atıyorum, Hüseyin onları tavlanın üzerine kapatıyor. Zarlar zaten iriler. Üstüne zemin de kumaş kaplı; adam gibi sekmiyorlar. Nereye kaçacaklar da sen kabı ters çevirip bunu önlüyorsun?
Bunu da geçtim; daha büyük bir dert var başımda: Adam resmen sayıyor. Ben, başta iyi zar attığında beni gıcık etmek için yaptığını sanıyordum ama baktım ki Hüseyin hep yeki de sayıyor. Kalkacağım tavlanın başından ama durum parlak değil. Direkt “Kaçtı” dedirtirim kendime.
“Saymasana be adam!”
Hüseyim yüzüne yapışmış gülümsemesiyle saymaya devam ediyor. Sayıyor ama taş kırıyor, üzerine kapı filan da alıyor; karşı taraftaki benim pulların sayısı giderek artıyor.
“Toplama kampına çevirdin orayı.” deyince gülümsemesi hafiften kayboluyor.
“Lütfen, girmeyelim böyle benzetmelere.”
Niye ki?
“Tamam, girmeyelim ama sen de bu meretin dilinden anlamıyorsun be kardeşim. Penc-ü se atıyorsun, üzerime kapı alıyorsun ama ses yok. Doğmamış çocuk bilir ‘Severler...’ demeyi. Böyle sessiz sedasız da oynanmıyor. Tavla ne bilektir, ne tecrübe. Tavla dildir, atışmadır, laf sokmadır. Sen ise...”
“Boş ver atışmayı, biz oyunumuza bakalım.”
Dedi ve dört car attı: Bu bir kırık, şu iki, şu da kapısı. Ters bir şey yapmaktan korkuyorum. Neyse ki “Aldın mı eline sapını?” diye bitirmeyi bilmiyor.
Biraz sonra ben hem kırığımı konuyor, hem de onu taşını kırıyorum ama şu Allah’ın cezası kumaş yüzünden pulları tavlaya vurmanın da tadı olmuyor.
“Ne cenabet tavlaymış bu! Oynadığıma oynayacağıma pişman oldum.”
Gülümsüyor hayta. Gülümserken de eli alıyor. Neyse ki mars olmuyorum.
“Hadi, hadi, acemi eli. İlk oyun daha bu; hemen bir tarafın irtifa kazanmasın.”
Sanki ben dememişim gibi ayağa kalkıyor.
“Güzel oyundu.” diyor.
“Ulan daha bir el oynadık. Nereye?” diyorum.
“Program yoğun, zaman kısıtlı.”
Tavlayı kapatıyor, bana uzatıyor. "Yok bir de koltuğumun altına vereceksin! Terbiyesiz!" dememe kalmadan oyunun başından beri tepemizden dikilen korumalardan biri kulağıma fısıldıyor:
“Başkanın hediyesi size bu. Lütfen kabul edin.”
Ben tavlayı alınca başkan elimi sıkıyor ve çarşıdaki “incelemeler”ine devam etmek üzere kahveden ayrılıyor. Ben ise çanta şeklindeki tavlayı sıkıştırıyorum koltuğumun altına, eve doğru yollanıyorum. Biliyorum, evdekiler inanmayacak Amerikan başkanıyla zar attığıma ama ne gam! Bir de şu eli vermeseydik...
YORUMLAR
Dediğim dedik birazda ukala rakibe okurken kızıyorsunuz ama finalde Amerikan Başkanı olduğunu görenince hey gidi yine yaptı yapacağını A.B.D kırk yıllık tavlayı yeni kurallarla oynamışıs vesselam diyerek biraz şaşkın biraz buruk bir gülümseme koyuyorsunuz yüzünüze.Keyifli ve düşündürücü bir hikaye okuduk ,teşekkürler.
Yazınız beni çok geçmişe götürdü. İlk öğrenmeye başladığımda pulları sayıyordum tek tek. Zaman geçince pullar kendiliğinden yer buluyor...
Kahramanımız şanslı koltuğun altında yenilerek tavla sahibi olmuş. Keyifle okudum ve beni çook gerilere eşimle ilk öğrendiğim yıllara götürdünüz...
Sevgilerimle...