- 687 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Yazabilen Güzel Ölü
Gitmeler değil
Beklemeler yorgunuyum
Her denizin kenarında!
Bulduğum ilk deniz kenarındaki taşlara aldırmadan dizlerimin üzerine çöküşüm bu yüzden
Beni tartamaz başka yere paralel hiçbir şey
Acırsa belki dizlerim, biraz dinlenirim.
Biraz dillenir acılarım
Kuyruklu yıldız gibi şimşekler çakar beynimde
Ağrılarımın hep devamı gelir, kuyruklu uçurtmalar gibi
Ağrının kendisinden fazladır bıraktığı acısı
Yürek dolusu yanmalar biriktirdim azınlık özlemlerime!
Belki gidecek korkusuyla, heyecandan yeni çıkmış birinin gözlerini gördüm sana her baktığımda kendi gözlerimde. Yaşamak korkusu değildi bu, beklemek korkusuydu korkutan. Bu gelmiş geçmiş en büyük özlemdi hissettiğim, kuş yuvasını özlerdi, çiçek toprağını, kedi yumağını, ben de seni özlüyordum. Biriktirdiğim sana kavuşma heyecanları değildi, biriktirdiğim yüzyıllık özlemlerdi.
Kuşlara özeniyorum en çok denizin üzerinde düşmeden uçarlarken. Bedenimle beynimin aynı olmadığı yerde düşlüyorum kuş olma özlemimi. Uçmayla beklemek arasında gidip geliyorum aklımın hassas dengesinde.
Yazarken beğeniyorum
Yazdıktan sonra beğenmiyorum
Sana söylediğim sevgi sözcüklerinin yetersizliği gibi geliyor her yazdığım.
Yazıyorum, bu yüzden tüm gerçeklerden kaçıyorum, gerçek hayattan kaçarak katlanabiliyorum bu hayata. Uyuşturucu gibi sahte mutlulukları düşlüyorum her gece yatarken. Tüm uzaklardan, tüm yakınlardan, herkesten kaçıyorum. Kendimden kaçmak mümkün olsa onu da yapardım. Keşke becerebilsem; dünyadaki en yüksek uçurumu bulup, kendimi içine yuvarlayıp, hızlıca koşmak istiyorum. O zaman kurtulabilirim kendimden de, diğer herkesten kurtulduğum gibi. O zaman rahata ererdi ruhum, kendim uzaklardayken.
Zaten yetişemedi hiç ruhum bedenime, tüm bu yetişememelerin öcünü almak istiyorum. Bu yüzden “en yüksek uçurum” dedim. Bedenim oraya yuvarlandığında, çıkmak için çabalasa bile yetişemez, kaçıp giden ruhumun ardından.
Kaçarken parklardan kaçırıyorum gözlerimi, yan gözle bile bakamıyorum onlara, hatta varlıklarını bile unuttum çoktan. Unuttum, o yüzden yazıyorum. Ben hep unuttuklarımı yazarım, daha sonra tekrar okuyup, hatırlamak için. Parklardan kaçıyorum, çünkü içimde bir çocuk yok artık, her park bana içimdeki çocuğu hatırlatıyor. Bakamam parklara, çünkü içinde oynatacak, oynadıkça mutlu olacak bir çocukluğum yok, olmadı. Hatırlıyorum, daha içimdeki çocuk ölmemişti, kaçamak giderdim parklara, tarifsiz mutluluktu bu benim için. Şimdi o mutlu olduğum parklar, tarifsiz acı hissettiriyor bana. Daha da kaçmak istiyorum, sahi çocukların olmadığı bir yer var mı?. Eminim yoktur. Çocuklar ölse bile, oyuncakları, parkları kalıyor. Tıpkı benim parkım gibi.
İçindeki çocuğu ölenlerin yaşaması zordur, yüzüne bakan herkesten bunun cevabını sormak ister, cevabı onlarda olmasa da.
Zaman çok hızlı geçiyor, ben zamandan daha hızlı koşuyorum bazen. Yaşamadığım zamanlara gidiyorum. Yaşamadığım yerlere, yaşamayı istemediğim ülkelere ve zamanlara. Ben gidiyorum hep, ama içimdeki çocuk gelmiyor. O terk edilmedi, o gitti, öldü, bıraktı. İstemeden yaptı belki bunu ama yaptı. Önemli olan geldiğimiz ya da gelemediğimiz şu noktaydı, içimizdeki çocuk ölüyken, yaşamak.
Bulununca istemediğin şeyler tarafından, tekrar yok olmak da zordur. Bulunmak kaybolmaktan daha kötüdür. Vurulunca tekrar gitmek gibidir, bu genellikle olanaksızdır. Çocukluğumun oynadığı o parkta ölmek istiyorum. Çünkü çocukluğum oynarken, ben çok mutlu olurdum. Şimdi bu mutluluktan da kaçmak istiyorum. Her şeyin sonu yokmuş gibi görünüyor uyuşmuş gözlerime ama aslında var biliyorum, gözlerimi inandıramasam da buna var. Belki sona yaklaştım. Belki sondan da sonraki zamanı yaşıyorum ya da yazıyorum. Yukarıda söylemiştim “yaşamadığım zamanlar” diye.
Neyse, kaçmaktan ve gitmekten bahsediyordum. Ben gidiyorum, ayaklarım kalıyor geride, ayaklarım yorgun, birkaç yüzyıl öncesinden gelmiş gibi. Götürmeye dayanamıyorum onları, ayaklarım bedenimi taşırken yorulur diye. Şimdi götüremediğim için onları suçluyorlar beni, eminim. Yıllarca beni taşıdıkları için, koşmama yardım ettikleri için, belki de çoktan pişman olmuşlardır yaptıklarına. Ayaklarımı geride bırakıyorum, yaşayamadığım kadar uzaklarda. Hem onlarla atlayamam uçurumdan, denize de giremem onlarla. Herkes ölürken, ayakkabılarını bırakıyor, ben de bir adım daha ötesine gidemeyip, kıyamayıp, ayaklarımı bırakıyorum.
Daha evvel de ellerimi bırakmıştım, yaşamadığım zamanları yazsınlar diye. Şimdi ayaklarımı bırakıyorum, koşmaya devam etsinler diye. Çünkü kaçmam lazım, daha fazla koşmam lazım, başka dünyalara yetişmek için. Çünkü gitmeliyim, giderken her bir parçamı başka bir dünyada bırakmalıyım, gönüllü olarak. Hem hatıra bırakacak kadar asil bir varlığım var benim, bu dünya üzerinde. O zaman gerçekten kendimi unutmuş olacağım ve o vakit parçalanmış olacağım gerçekten.
Çocukluğum ölü, parkta
Ellerim unutulmuş bir zamanda, hâlâ yazmaya devam ediyor
Ayaklarım bu dünyada, koşmakta
Ben gidiyorum.
Aklımda bıraktıklarımı, artık unutarak, arkamda ayaklarımı bırakarak… Çocukluğum ölü çünkü gitmeliyim daha fazla katlanamıyorum bu ölümlülere. Onlar da bana katlanamıyor zaten. Deniz kokusu burnumda, bir tek o gitmiyor. Ellerimin deniz kokan kokusu geliyor bunuma, ama ellerim yok. Belki de denizi, balıkları hatta yosunları anlatıyordur. Denize kokusunu veren onlar. Çünkü atlanılamaz ayrıntının sonsuz gibi görünen etkisi.
Sonu yoktur belki gerçekten yosunların, yüzyıllardır buradalar. Geldiğim dünyalarda da görmüştüm, bir de kayalıklar, intiharlar için yapılmış gibi her yüksekliğe kondurulan ölüm evleri gibi.
Yazdıklarımı öldürmeden ölemem ben. Önce onları gömmeliyim içimdeki boşluğa, içi doldurulamayan bez bebek gibiyim son zamanlarda. Ne yapsam dolmuyor içim, yemek yesem de, okusam da tüm kitapları ve hatta yazsam da…
Yemek yemek bile eziyet gibi geliyor artık bana, midemin dolması doldurmuyor içimin huzursuz boşluğunu, ben sadece aynı devam ediyorum sessiz kıpırdanmalara. Değişiklik olmuyor, bu yüzden ölmek istiyor belki de yazılar, bir değişiklik gerekli o kadar hayal kırığından sonra. O kadar gidenin ardından kalmak zor çünkü. Bu yüzden ölmeli, şu kayalıklar çok muntazam, düşersem belki içimin boşluğu da kırılıp, dağılır. Boşluk diye bir şey kalmaz o zaman. Dağılır, dolarım.
Yazarken, kendi sonunu hazırlıyor insan. Kendi hikâyemin katiliyim.
Yazarken de severim
Severken de giderim.
İşte böyle, tüm bu olanlar; ancak bir ölüyü rahatsız edebilecek kadar dokundu bana.
Sekiz Temmuz İki Bin On Üç 17 30
Nevin Akbulut
YORUMLAR
Yazının başlığı tümünü çürütüyor. İyiki de çürütüyor. Zira yazmaktan söz ediyor başlık. Yazmak, üretmektir. Söylemektir bir d eyazmak. Bu yüzden yazının dahilindeki gitmeler ve yok etmeler manasızlaşıyor. Ne güzel de manasızlaşıyor? Bırakmalı susmaktan yapılmış o sıtmalı hali. Söylemeli inadına. Yok öyle içime saklanacağımlar filan. Yazabildiğinde insan, ölemiyor, susamıyor hem. Biriktiriyor. Yeniden ve yeniden yazabilmek adına. Çiçekten böcekten aşkatn bahardan söz etmeyelim tamam. Çocukluğu özleyelim, bu da oldu. Fakat ben sevmedim o ölüm evlerini. Hani şu denize bakan kayalıkların tasfiri var ya, onları sevmedim hiç. Gelin biz bunları ölüm evi değil de, yaşam evi diye çağıralım. İntiharın değil de, doğumun mimarı olsun o kayalıklar. Bakın inanın hepsi çok üzgün şu anda. Çünkü varlıkları ölümün değil, yaşamın koynunda dursun istiyorlar. Nasıl bildiğimi sormayın, uzun hikaye.