- 959 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KUTSAL TOPRAKLARA YOLCULUK (2)
KUTSAL TOPRAKLARA YOLCULUK (2)
Halit ÖZDÜZEN( Araştırmacı-Yazar)
İKİNCİ BÖLÜM
MEDİNEDE İLK GÜN
Gece uçakta gözlerimi biran bile kırpmamıştım, fakat Medine’deki ilk günümüzün sabahında da oldukça zindeydim. Ancak kahvaltıyı yaptıktan sonra yorgun ve bitkin olduğumu anlayabildim Sabah saat yedi sıralarında duş alıp yatağa uzandım. Onca yorgunluğa rağmen gözüme bir türlü uyku girmiyordu. İçimden sanki bir ses “Buraya uyumaya mı geldiniz ? ” diyordu. Sabah namazından sonra ziyaret ettiğimiz mescidin, internette gördüğüm Hz. Resulullah zamanında yapıldığı şekliyle maketi gözlerimin önünde canlandı. O günün şartlarına göre mütevazi fakat fonksiyonel bir yapıymış. Peygamberimiz (S.A.V.) Medine’ye gelir gelmez başladığı mescidi 7 ayda bitirmişti.
Kaynaklara göre, uzunluğu yaklaşık olarak 34 metre, genişliği 29 metre, yüksekliği ise 2,5 metreymiş. İlk inşasında mescitte direk olmadığı gibi, güney batısında yer alan Ashabı Suffe’nin gölgeliği dışında gölgelik de yokmuş. Direkleri hurma ağacı kalaslarından yapılmış, Mihrap kısmının çatısı yapraksız hurma dallarıyla kaplı, diğer bölümler açıkmış. Hz. Resulullah (S.A.V) Mescidin doğusunda iki yanına odalar yaptırır ve odalardan birisini Hz. Hatice annemizden sonra evlendiği Hz. Sevde’ye, birini de mescit tamamlandıktan sonra evlendiği Hz. Aişe’ye tahsis eder.
Mescidin ilk kıblesi Kudüs’tü, o yöndeki mihrabı üst üste konulmuş hurma kütüklerinden oluşmaktaydı. Müslümanlar Medine’de yaklaşık bir buçuk yıl boyunca Kudüs’e yönelerek namaz kıldılar, Kıblenin Beytü’l Haram/ Kabe olduğunu bildiren ayet inince, kıbleyi belirleyen hurma kütükleri mescidin güney duvarının önüne taşındı.
Müslümanlar zamanla çoğalınca mescid yetersiz kaldı, bir kısmı namazı dışarıda kılmak zorunda kalıyordu. Sahabeler Hz. Peygambere mescidi genişletmek için talepte bulundular. Zaten O da durumu görüp çare aramaktaydı. Hicretin 6. yılında Bedir zaferi sonucunda elde edilen ganimetlerden Beytülmal’e düşen hisseden mescit büyütülerek, daha muhkem hale getirildi. Daha sonra Hz. Ömer ve Hz. Osman zamanında genişletilen mescid günümüze kadar pek çok yönetici tarafından büyütülüp güzelleştirilmiş; bugün avlu, teras, bodrum kat dahil bir milyona yakın Müslüman’ın namaz kılacağı konuma getirilmiştir. Mescid-i Nebi’nin kapladığı alan yaklaşık 400,000 m2 dir. Yapıda 170 kubbe yanında, elektrikli açılıp kapanan 27 adet kubbe daha bulunmaktadır. 10 tane görkemli minaresi ana yapıyla oldukça uyumludur. İç bölüm dekorasyonu, tavan süslemeleri ve hat sanatı eserleriyle muhteşem bir görüntü sergilemektedir. Siyasi amaçlar dışında Yüce Allah (CC) rızasını gözeterek hizmet vermiş olanların makamı cennet olsun. Siyasi amaçla hizmet edenler de zaten bu dünyada karşılığını aldılar…
Bab-ı Nisa’ya Doğru
Bu düşünceler içerisinde uyumuşum, uyandığımda saat 10.30’u gösteriyordu. Abdest alıp temiz elbiseler giyerek, otelin klimalı serin havasını terk edip dışarı çıktığımızda yöreye yaz mevsiminin çoktan geldiğini fark etik. Sıcaklık neredeyse Ankara’nın iki katının üzerindeydi. Cep telefonlarımız için otelin kapısı önünde seyyar satıcıdan iki tane mobil hat aldım; satıcı ne adımızı, ne de kimliğimizi sordu. Üstelik hattı telefona takar takmazda açıldı
Otelimizin önünden trafiği pek de yoğun olmayan bir cadde geçmekteydi, karşıya geçerek 5 numaralı avlu kapısından Mescid-i Nebi’nin dış avlusuna girerken, sabahleyin fark etmediğimiz iki tuvalet binası ile karşılaştık. Her ikisi de aynı numarayı taşımaktaydı. Yakından bakınca birinin kadınlar, diğerinin de erkeklere ait olduğunu anladım. Daha sonra avluda bunlar gibi onlarca ikiz tuvaletin olduğunu gördüm. Temizlikler de mükemmeldi. Tuvaletlerin altında da otomobil garajı bulunmaktaydı; garaj girişleri avlu dışında özel bölümlerden yapılmaktaymış.
Sabahleyin görevliler hep “Bab-ı Nisa ,Bab-ı Nisa” diye Mescidin kuzey doğusunu gösteriyorlardı; o tarafa yöneldiğimizde avlu şemsiyelerin açılmış olduğunu gördük, altlarından geçerek yeşil kubbenin karşısına gelip, Hz. Resulullah (S.A.V)’ı selamladık. Bu sefer Türkiye’den selam gönderenlerin isimlerini teker teker saymaya başladım, bir iki eksik dışında hepsini sayabilmiştim (onları da başka ziyaretimde saydım). Yine de sonunda “Türkiyeli müminlerin hepsinin selamını getirdim” dedim. Üzerimden büyük bir yük kalkmıştı .Şimdilik ortalıkta görevliler yoktu, biz de aşır okuyup selamlamayı rahatlıkla bitirerek, kuzey doğuya yönelerek “Bab-ı Nisa”yı aramaya koyulduk.
Gide gide bu kapının Mescidin en kuzey doğusundaki son kapı olduğunu fark ettik. Eşimi içeriye uğurlamadan önce buluşma noktamızı belirledik. Birkaç dakika orada kalarak çevreyi tanımaya çalıştım. Bu arada hanımlar grup grup kapıdan içeriye doğru yönelmekteydiler, Afrikalısından,Hintlisine, Malezyalıdan, Pakistanlısına tüm İslam ülkelerinin renkleri ve folk-lorik yapısı hanımların giysilerine yansımıştı. Yüce Allah(C.C.)’tan başka hiçbir güç gönüllü olarak bu kadar renk armonisini bir araya getirerek, böyle bir beraberliği ve amaç birliğini sağlayamazdı. Bu kardeşlerimizi teker teker gördüğümüzde bu renk ve zenginlik fazlaca fark edilmiyordu. Sarı, siyah ve beyaz ırkların giysilerine yansıyan kültürleri görülmeye değer güzellikteydi. Aynı manzarayı daha sonra Kabe’nin teraslarından izlediğim tavaf merasiminde de gözledim; üstelik orada daha da anlamlıydı, kadın ve erkekler omuz omuza beraber aynı kutsala kilitlenmişti…
Bab-ı Selam Ve Nebinin Huzuru
İkindi namazını öncesinde eşimi “Bab-ı Nisa”ya uğurlarken, ben de “Bab-ı Selam”a yöneldim. Bu seferki amacım hem cennet bahçesin görmek hem de orada iki rekat namaz kıldıktan sonra, Resulullah’ı ve iki halifesini yakından selamlamaktı. Mescid oldukça ferah ve iç mimari ve süslemesi oldukça etkiliydi. Oldukça görkemli sütunlarından dört yöne revaklar yükselmekteydi. Bazı bölümlerdeki kitaplıkların raflarında fazlaca Kur’an’ı Kerim bulunmaktaydı. Kavşaklardaki boşluklara plastik bidonlarda Zemzemler konulmuştu.
Önümdeki cemaat oldukça yavaş ilerlemekteydi, yaklaşık 150-200 metrelik mesafeyi yarım saatte alabildim. Hz. Peygamberin dönemindeki mescidinin bulunduğu yeşil halılı bö-lüm (Ravza-ı Mutahara) hınca hınç doluydu. Görevliler izdiham nedeniyle kimseyi o bölüme almıyordu. Kaderime boyun eğip ilerlerken “Elbet bir müsait zaman bulacağım” diye düşündüm. Biraz daha ilerlediğimizde Hz. Peygamberin kabrinin önündeydim, heyecandan tüm bildiğim selamlama sözcüklerini unuttum. Halbuki o noktaya gelinceye kadar pek çok salavat ve hitap nidası ile selamlamıştım; ancak Zat-ı Paki’nin huzuru bir başkaydı.“Şefaat” diyecektim heceleri boğazımda düğümlendi ve gözlerimden bu sefer daha da kuvvetli sessiz yaşlar boşandı.
Görevliler insanları sürekli çıkış kapısına doğru yönlendiriyordu. Çıkışa doğru bir kaç adım attıktan sonra amacım Nebiyi Zişan ve iki güzide Ashabının hizasına geçerek şükür secdesi yapmaktı, fakat görevlilerin müdahale edeceğinden de emindim; ancak her şeyi göze almıştım. Planladığım noktaya gelince, Kıbleye karşı “Allahu Ekber” diyerek secdeye kapandım. Tahminimde yanılmamışım, görevi gelip hafifçe omzuma dokunarak kalkmamı isterken kapıya doğru bir metre ileride bana yer gösterip, “ Ya şeyh, hom salli / Ey saygın yaşlı şurada namaz kıl“ dedi. Kadirden lütfe uğramıştım, o kibar insan halime acıyıp bana ikindi namazını kılmam için Hz. Peygamber (S.A.V) ve güzide ashaplarının çapraz karşısında yer gösteriyordu. Kamet başladığında başka ziyaretçiler de yanıma oturdu, orada saf tuttuk. Sabahki görevlilerin avludaki olumsuz davranışları kafamdan silindi. Tümüne orada dua ettim. Namaz bitikten sora bildiğim tüm selamlarla Yüce Resulü selamlayıp huzurundan ayrılırken kendimi dünyanın en şanslı insanı hissediyordum…
Yaşadıklarımı üzülmesin diye eşimden saklamayı düşündüm. Akşam yemeğinde buluştuğumuzda hanımlara da Hz. Resul-u Ekrem’i selamlama izni vermişler, onlar da paravanların arkasından gelip mihrabına yakın iki rekat namaz kılarak selamlamışlardı. O gün ailece güzellikler yaşamıştık her günümüzün böyle olması için dua ettik.
Gece ışıklandırma harikaydı her taraf ışıl ışıldı. Bu ışık armonisi içerisinde Hz. Resulullah’ın simgesi yeşil türbe daha da bir heybetli fakat müşfik bir baba gibi seyrine doyum olmayan güzellikteydi. Bahçede bir köşeye çekilip gecenin ilerleyen saatlerine kadar uzun uzun seyre daldık.
Toplu Selamlama
Sabah namazı öncesi erken uyandık, lobiye indiğimizde kafile görevlileri otelin panosuna “Sabah namazı sonrası Peygamber Efendimizin türbesinin karşısında toplanarak, selamlama yapılacağını” yazmışlardı. Buluşma yerimiz belirlenmişti, eşim kadınlar kapısına yönelirken ben de Bab-ı Selama yöneldim. Neyse ki bu sefer Nebiyi Zişanın ilk mescidi olarak belirlenerek yeşil halı ve yeşil sütunlarla simgelenen alan, fazlaca kalabalık değildi. İçeri girdim, amacım mihraba yakın iki rekat nafile namaz kılmaktı. Ancak ne gezer, eline geçiren yerini bir daha bırakmak istemiyordu. Nitekim beklediğim Mihrabın tam önünde namaz kılan zat ikişerden sekiz rekat namaz kıldığını gözledim. Selam verdiğinde ikaz ettim. İki rekat daha kılacağını söyledi. Fakat iki bittiğinde dört ve daha da devam etmek istiyordu. Ben ikaz ederken aldırmayan adamı, çevrede sıra bekleyenler imdadıma yetişip kaldırdılar. Mihrabın önüne yönelip, Rabbimin izniyle iki rekat nafile, iki rekat da kaza namazı kıldım.
İnsan bencilliği maalesef o mekanlarda da yansımıştı, daha sonra Kabe’de “Hacer-i Esved”in önünden ve “Hucr-u İsmail”den ayrılmayanların da başka kardeşlerinin hakkını gasp ettiklerinin farkında değildi. İnsanın bencilliği olmasa dünyadaki maddi ve manevi güzellikler hepimize yeterliydi. Fakat ele geçirenlerin sözlüğünde paylaşım diye bir kelime maalesef yoktu; ya da kul hakkının sadece maddi değerlerle sınırlı olduğunu sanıyorlardı. Konuyu eşimle paylaştığımda kadınların konumunun daha da iç acısı olduğunu söyledi; itiş, kakış, aç ve açık gözlülük hat safhadaymış.
Sabah namazında şansımı fazla zorlamadan Resul-u Ekremin türbesine 7-8 metre mesafede, Bab-ı Selam’ın çıkış kapısı (Bab-ı Baki)nın yanında kapıyla son direk arasında kıldım. Neyse ki orası kovalamaca alanının dışındaydı. Bundan sonra namazları orada kılmayı tasarladım. Bazen Namaz bittikten sonra Hz. Peygamberi ve değerli iki Halifelerini ziyaret imkanı doğabiliyordu.
Kafilenin buluşma yerine geldiğimizde, arkadaşlardan bir kısmı oradaydı, bazıları da sonradan katıldı. Bayanlar bir tarafta kümelenirken, diğer yanda erkekler toplanarak, Hücre-i Saadete karşı hilal şeklinde oturuş düzeni oluşturduk. Hocalar Kur’an tilaveti ile başladılar, ardından kısık sesle topluca salâvat okumaya başladık. Daha duaya geçilmeden görevliler başımıza dikildi, türbeye karşı ibadet yaptığımızı sanarak önce Kıbleyi gösterip oraya dönmemizi, hanımların ayrılarak Bab-ı Nisaya gitmesini istediler, Başka gruplar yönel-diklerinde biz göreve devam ettik. Birkaç dakika sonra tekrar gelerek, bizim grubun hocasını yanlarına çağırdılar. Hoca onları ikna etmeye çalıştıysa da anlamayıp, ısrarla kalkmamızı istediler. Hoca görevlilerden birkaç dakikalığına izin aldı, zaten bizimde hizmetimiz bitmişti, kalkıp Fatiha’mızı okuyup ayrıldık.
Fakat bu itiş kakış diğer günlerdeki toplantılarımızda da devam etti. Bir seferinde gelen üç görevliden biri yanımıza yaklaşarak, bizi Türkçe ve biraz da yakarışla ikaz edince, yanına yaklaşıp Türkçeyi nasıl öğrendiğini sordum. Türkmenistanlı Türk olduğunu, ailesiyle İstanbul’a yerleştiklerini ve kendisinin burada çalıştığını söyledi.
Söz anlatacak birini bulduğum için sevinmiştim gayet sakin ve alçak sesle : “Bizim burada Hz Muhammed (S.A.V) ’e tapınmadığımızı, Kur’an, Salavat ve dualarla Zat-ı Pakiyi selamladığımızı anlatarak, bunun da İslam inancına ve hiçbir mezhebin görüşüne aykırı olmadığını, aramızda Müftü , İmam-hatip, Diyanet Fetva Kurulu Üyesi ve Araştırmacıların bulunduğunu, kadınların eş ve kızlarımız olduğunu, onlarla beraber Kur’an dinleyip dua etmemizin dinen sakıncası olmadığını” belirttim. Bize “Mescide 100 metrelik mesafede müdahale ederlerse daha geriye, orada da müdahale ederlerse sona doğru daha da geriye,yine müdahale ederlerse avlunun dışına çıkıp kaldırımda görevimizi yaparız.” dedim. Bunları onlara anlatmasını eğer aksi görüşte iseler, bizim yanımıza amir ve alimlerini getirmelerini söyledim. Türkistanlı kardeşimiz giderek uzun uzun söylediklerimi onlara Arapça anlattı, sonra yanıma gelerek, “ikna olduklarını bundan böyle Türklere müdahale etmeyeceklerini” bildirerek yanımızdan ayrıldılar. Fakat ne gezer o ruhsat 24 saat bile sürmedi, yine bildikleri ezberleri okumaya devam ettiler.
BEDİR YOLLARINDA
Umre ziyaret programlarında Bedir Şehitliği ziyareti yoktu. Çünkü Bedir Medine’ye yaklaşık 140 km. uzaklıktaydı. Buraya kadar gelmişken imkan bulursak orayı da ziyaret etmeyi planlamıştım. Grubun ziyaret programları araya girmeden oraya gitmemizin uygun olacağını düşündüm.
Otele giderken yoldan çevirdiğim araçlara Bedir’e gidip gidemeyeceklerini sormaya başladım. Bazıları kabul etmezken, bazıları da 1000 Riyal gibi oldukça yüksek fiyat istiyorlardı. Sonunda bir şoförle gidiş- geliş olmak üzere 200 Riyale anlaştık. Şahsın adını, telefon numarasını ve anlaştığımız rakamı bir kağıda Arap ve Latin rakamları( Araplar, İngiliz harfleri ve rakamları diyorlar) ile yazdım. Başka bir kağıda da kendi ismimi ve telefon numaramı yazarak ona verdim. “Hazırlanmasını öğleden sonra kendisini çağıracağımı” söyledim. Ayrıca belki bir ihtiyacı olur diye de bir miktarda kaparo verdim. Saat 15. 00’te Türkçe ve Arapçayı iyi bilen bir otel görevlisi vasıtasıyla kendisini aratınca,”istirahat ettiğini saat ancak 16.00’ da gelebileceğini” söyledi, ne kadar ısrar ettimse de nafile, harekete geçiremedim. Belirttiği saatte de gelmeyince tekrar arattım, bu sefer de, “fiyatın düşük olduğunu o bedele gidemeyeceğini” bildirdi. Ben, “gelsin konuşalım” dedim, meğer yoldaymış birkaç dakika içinde geldi, önce 400 Riyal istedi, kabul etmeyince ine ine 250 Riyala ( 125 TL) razı oldu. Anlaşılan “ne koparırsam kar” demişti.
Eşimle araca binerek, Bedir yollarına doğru yola koyulduk. Şoför yeterli İngilizce, ben de yeterli Arapça bilmiyordum, ama yine de anlaşıyorduk. Yolda geçtiğimiz yerler hakkında bize bilgi vererek rehberlik ediyordu. Esasen levhalardaki Arapça yanında Latin harfleriyle yazılar da yardımcı olmaktaydı. Uhud yakınından geçerken şehitlerimize Fatiha okuduk. O civarda yoldan biraz içerde bir dağın zirvesinde oldukça büyük bir kale tarzı malikane dikkatimizi çekti. O konumuyla tarihteki “Haşhaşinler”in lideri Hasan Sabah’ın “Alamut Kalesi”ni andırıyordu. Tarihi bir mekan olduğunu sanarak şoförümüze sorduğumda,- anladığım kadarıyla- kral veya prenslerden birinin sarayı olduğunu söyledi. Bu saray tek başına dahi ülke yöneticilerinin sosyo- kültürel konumlarıyla, siyasi ve yönetsel anlayışlarını yansıtması bakımından önemli bir göstergeydi. Fakat bu göstergelerin başka örneklerini Mekke’de daha belirgin görecektik. Biraz yaklaşmasını fotoğraf veya videoya almak istediğimi söyledim, .”memnu memnu/yasak yasak” diyerek, gaz pedalına yüklendi.
Ben ön koltukta oturuyordum, emniyet kemerini takmak istedim, bulamadım, şoföre sorduğumda aldırma dercesine elini salladı, anlaşılan bu ülkede emniyet kemerinin fazla önemi yoktu (!) Medine’den bir miktar uzaklaştıktan sonra bir otobana girdik, yol dört şeritti, ancak ışıklandırma ve diğer alt yapılar oluşturulmamıştı. Şoförümüz yolun Ürdün Suriye yoluyla Türkiye ulaştığını söyleyerek. bize yurdumuzu hatırlattı. Yollar ve çevresi Anadoluyla kıyasladığımızda araç trafiği oldukça seyrek ve çevrede çok az sayıda yerleşim yerleri bulunmaktaydı. Dikkatimi çeken bir başka konumda petrol istasyonunun olmayışıydı. Petrol yalnızca şehirlerin çıkışındaki istasyonlarda satılmaktaydı. Benzinin litre fiyatının bizim parayla 13-15 kuruş olduğu göz önüne alınırsa, bir aracın deposunu 5 TL’ ye doldurmak mümkündü, o nedenle her petrol alan araç deposunu fulleyerek, yeni yerleşim yerine kadar gidebiliyordu.
Yolda fabrika ve atölye arası bir yapının önünden geçerken şoföre, “Burada ne yapıl-dığını” sordum, şarap yapıldığını söyledi. Şaşırmıştım teyit ettirmek için tekrarladım başını sallayarak tasdik etti. Her halde ihracat veya turistik bölgelere yönelik imal ediliyor diye düşündüm, ama yine de garipsedim. Suudi Arabistan’ da, hem de Medine vilayetinde şarap imalatı, acaba bunun izahı neydi? Şoförümüz yolda bağdaş kurar gibi sol ayağını altına kıvırıp tek ayakla aracı kullanmaya başladı. Bir müddet nasıl kullanacağını izledim, araç otomatik vitesli değildi. Vites değiştirmeden uzun müddet aynı vitesle araç kullandığından, bağdaş kurup oturma pozisyonunun gerçekleştirerek rahatlamaktaydı. Şoförün ve yolun güvenli olduğunu görerek, bende Bedir Muharebesini düşünmeye başladım.
Bedir Ya Da İslam’ın Yeniden Dirilişi
Kızıldenize 15 km mesafede bulunan Bedir kasabası , o yıllarda Mekke’den gelip Suri-ye’ye kadar uzanan kervan yolunun üzerinde önemli bir kavşak noktasıydı. Oradan bir yol Medine’ye giderken diğer yol Kudüs ve Şam’a doğru uzanmaktaydı. Bu konumuyla önemli bir konaklama noktasıydı. Bedir halkı kasabalarına gelen kervanlarına verdikleri hizmetlerle geçimlerini sağlamaktaydılar. Ayrıca her yıl kasabada kurulan panayıra Medine dahil çevre şehirlerden oldukça yoğun katılım olur, panayırdan kasaba halkı önemli gelir sağlardı.
Müslümanlar Mekke’den Medine’ye göç ettiklerinde evlerini,işyerlerini , bahçelerini hatta herşeylerini orada bırakarak ayrılmışlardı. Arkasından müşrikler mallarının tamamını yağmaladılar. Müslümanların taşınabilir mallarını Ebu Süfyan başkanlığında korumalı bir kervan oluşturarak, Şam’a göndererek sattırdılar. Mallarının Şam’a gönderildiğini öğrenen Medine’deki muhacirler, Hz. Peygamber ‘e başvurarak kervanın önünü kesmeyi teklif ettiler. Yoğun ısrarları üzerine Hz. Resulullah kabul etti. Büyük bir kazançla Mekke’ye dönmekte olan Ebu Süfyan baskın yapılacağını öğrenerek, Mekke’ye haber gönderdi. Medinelilerin Hz. Nebiyi Zişan komutasında Bedir yakınlarında mevzilendiğini öğrenince de, Bedir’e uğrama-dan sahilden kervanı o bölgeden uzaklaştırdı. Müşrik ordusu Ebu Cehil komutasında bin kişiye yakın bir güçle Bedir yakınlarına gelmişti. Amaçları sayıları 330 civarında olan Müslümanlara büyük bir yenilgi yaşatarak, İslam dinini ortadan kaldırmaktı.
Karşı karşıya gelen güçler arasında tarihte eşi benzeri görülmemiş trajik bir dağılım vardı. Müslümanların tarafında Hz. Ebubekir yer alırken, karşı safta oğlu Abdurahman bin Ebubekir, Resul-ü Ekrem’in karşısında amcası Abbas ve kızı Hz. Zeyneb’in eşi, yani damadı Ebu’l As, yine müşrik ordusunun komutanının karşısında oğlu Huzeyfe yer alırken, Hz. Ali-nin karşısında da kardeşi Akil yer almaktaydı. Daha onlarca akraba ve kardeş karşı karşıyaydı. Bunlardan çoğu ilerde Müslüman olduklarında o günü anımsayarak birbirlerine sarılacak-lardı. Savaş meydanındaki güç, İslam’ın tek ve yegane varlığıydı. Onlar mağlup olup yok olurlarsa İslam tarih sahnesinden silinecekti. Bunun bütün müslümanlar bilincinde, fakat müşrikler bir ders vermenin hasreti ile yanıp tutuşmaktaydılar. Kendilerinden kat kat güçlü bir orduyu görüncede, ölüm- kalım savaşını vermek zorunda olduklarını anladılar. Aksi taktirde geri çekilerek Medine’ye hangi yüzle dönüp zilleti kabul edebilirlerdi. Bütün buna rağmen sulh Peygamberi barış arayışlarına girişti. Hz. Ömer’i elçi olarak karşı tarafa göndererek anlaşma teklif etti. Fakat müşrikler buna yanaşmadılar. Hz. Peygamber Kudüs’e yönelip Yüce Allah(C.C)’a secde ederek şöyle yakarır: “ Ey Allah’ım karşımızda güçlü bir kuvvet var, şu küçücük ordu burada eriyip yok olursa, sana yeryüzünde ibadet edecek kimse kalmayacak”.
Miladi 13 Mart 624 Ramazan’ın 17. Cuma günü iki güç karşı karşıya gelir. Müslümanlar daha önce Resulü Ekremin taktiği ile harekete geçip, Bedir kuyularını tutarak önemli stratejik bir konum elde etmişlerdi. Karşılaşan ordularda savaşı kızıştırıp, taraftarlarına moral sağlamak için, adet üzere önce birkaç cengaver ortaya çıkıp meydan okuyarak birebir veya toplu savaşırlardı. Bu karşılaşmada da öyle oldu, müşriklerin arasından Esved adlı güçlü bir pehlivan meydana çıkarak, karşısına “Hamza’yı istedi. Hz. Hamza onu birkaç hamlede ortadan kaldırdı. Bu seferde meydana Mekke’nin ileri gelen üç silahşörü çıktığında, karşılarına Medineli üç Müslüman çıkarak meydanda yerlerini aldılar. Müşrikler Medineli kahramanlara kim olduklarını sorduklarında, “Siz bizim dengimiz değilsiniz diyerek” red ettiler. Bunun üzerine Hz. Nebi en yakınları olan Hz. Hamza, Hz. Ali ve Hz. Ubeyde bin Haris’i meydana gönderdi. Hz. Hamza ve Hz. Ali rakiplerin ortadan kaldırıp yaralı olarak savaşan Hz. Ubeyde bin Haris’in imdadına yetişip, rakibini ortadan kaldırarak, yaralı arkadaşlarını Müslümanların tarafına taşıdılar.
Arkasından çok kuvvetli bir savaş oldu. Sonunda Müslümanlar tarihin o güne kadar kaydetmediği önemli bir zafere imza attılar. Müslümanlar bu savaşta en büyük düşmanları Ebucehil , Ebusüfya’nın oğlu, kardeşi ve kayınbiraderi yanında pek çok güçlü Mekkeli müşriki kılıçtan geçirdiler. Böylece yeryüzünde İslam diye bir din ve Hz. Muhammed (SA.V) diye bir Peygamberin var olduğunu bütün araplara kabul ettirdiler. Mekkelilerde tarihlerinde görmedikleri ağır bir yenilgi alarak, Uhud savaşına kadar kabuklarına çekilmek zorunda kaldılar. Müşriklerin yetmiş kaybına karşılık Müslümanlar ondört şehit verdi. Yine müslümanlar savaşta oldukça yüklü bir ganimet ve sayıları yüze yakın Medineliyi esir aldılar. Savaş Müslümanların yeniden dirilişinin müjdecisiydi. Bu nedenle Bedir oldukça önemliydi, asırlar sonra “Çanakkale Destanı”nı yazan Mehmet Akif şairliğini ortaya koyarak, biraz abartılı da olsa “Çanakkale kahramanlarını Bedrin Aslanları ” ile kıyaslayarak yüceltmiştir.
Araştırmacılara göre, Bedir sonuçları bakımından da önemli bir zaferdi. 1- İlk büyük başarı olması bakımından Medine’de Hz. Peygamber’in nüfuzunu son derece güçlendirdi. 2- Medineli putperestlerden bazısı savaş sonrası İslam’a katılmıştır. 3-Hz. Peygamber, Bedir Savaşı sonunda, esirler ele geçirilen ganimetin bölüşülmesi ve yaralı düşman askerleriyle ilgili kararlar verdi. Onun kararları İslam savaş hukukunun temelini oluşturmaktadır. Ayrıca esirlerin okuma yazma öğretmeleri karşılığında serbest bırakılmaları, İslam’ın bilgiye ne kadar değer verdiğinin göstermesi bakımından da önemlidir 4- Bedir yenilgisi Arabistan’da Mekkelilerin Araplara arasında itibarını sarsarken ,Hz. Peygamberin ve İslam’ın varlığını da duyurarak yükseltmiş oldu.
Kuran’da Bedir’le ilgili pek çok ayet bulunmaktadır, bunlardan ikisi şöyledir: "Ken-dilerine savaş açılan Müslümanlara, zulme uğramaları sebebiyle cihad için izin verildi. Şüphe yok ki Allah’ın onlara yardım etmeye gücü yeter."(Hacc 13)" Andolsun, siz son derece güçsüz iken Allah size Bedir’de yardım etmişti. O halde Allah’a karşı gelmekten sakının ki şükretmiş olasınız."(Al-i İmran 123)
Sonunda Bedirdeyiz
Bedir savaşını düşünürken aracımız gideceğimiz menzile oldukça yaklaşmıştı. Bedir sapağında otobandan ayrılarak, yol sormak için bir yerleşkeye uğrayarak bir marketin önünde durduk. Ben su ve atıştırmak için ekmekle kurabiye arası bir şey aldım, benden sonra şoför-de markete giderek alüminyum ambalajlı kutularda meşrubat türü şeylerle döndü. Araba-ya bindiğimizde ben suyu ve kurabiyeyi ikram ederken o da kutuları bize uzattı, “ne olduğunu sordum? “Portakal ve Mango şarabı ”dedi. Ben “şarap içmediğimizi” söyledim. Duraksıyarak, ” le hamr şarap şarap dedi.” O anda Kur’an’da bizim şarap dediğimiz alkollü içeceğin “hamr” olarak geçtiğini hatırlayıp gülmeye başladım; meğerse şarap dedikleri şey meyve suyuymuş. Tasavvuf şairleri şiirlerinde bol miktarda mecaz olarak şarap ve meyhane kavramlarını kullandıklarını biliyordum. Ancak hiçbirinin “hamr” sözcüğünü kullanmadığı dikkatimi çekmişti. Aradaki inceliği ve farkı anlamak için buralara gelmem gerekliymiş.
Biz yolun yabancı olduğumuz gibi şoförümüz de yabancıydı, Bedir istikametine dönüşü-müzden itibaren yollardaki levhalardan İngilizce yer isimleri ve km. göstergeleri kalkarak sadece Arapça yazılar kaldı ,şoförümüzün yolu kaybedeceği endişesini taşımaya başladım. Zaten otoban öncesinde de kuzeye yönelerek epey yanlış yola gitmiş, sonra benim Bedir’in kuzeyde olmadığı ikazım üzerine, çevreden sorarak yolunu doğrultmuştu. Şimdi de tamamen güney istikametinde yol aldığından, kaybolmak üzereydik. Yeniden ikaz edince neyse ki fazla gitmeden yakındaki köyden yolumuzu doğrultular. Tahmin ettiğim gibi batıya yönelerek Bedir’in yoluna girdi. Çok geçmeden sevinerek “İşte Bedir’e geldik.” dedi.
Bedir hurma bahçeleri arasında sulak ve yemyeşil bir yerdi ;caddelerindeki bazı kavşaklarda fıskiyeler vardı. Hele bir tanesinde yarım küre bir kaidenin üzerine dizilmiş irili ufaklı yan yatmış ibriklerden akan sular ilginç bir görünüm sergilemekteydi. Evlerden bazıları eski yapı ,bir kısmı da modern villalardan oluşmaktaydı . Bu yönüyle sahil kasabasını andırıyordu Kızıldenize yakınlığı göz önüne alındığında anlaşılan bazı zenginler tatillerini burada geçirmekteydi. Şoför bana nereye gideceğimizi sordu, “makberi şüheda” dedim . Levhalara baka baka ilerlemeye başladı, sonunda şehrin güney çıkışına geldik. Son evin önünde durarak yol yardımı almaya çalıştı. Evden çıkan adam aracın yanına geldiğinde, bizim şoför beni işaret ederek bir şeyler söyleyince garip garip yüzüme baktı. Ben “vahtel evvel bi zamani Hz. Muhammed(S.A.V.) cenk el Bedir makberi şehidan”dedim. Adam sevinçle şoförün kolunu kavradı .Çok şükür çeyrek Arapçam burada bir işe yaramıştı. Adam şoföre geri dönmesini bir yerden sonra batıyı işaret ederek oraya yönelmesini, oradan da güneye yönelmesini Arapça anlatırken koluyla da işaret etti Şoförümüz geriye dönerken adama söylediğim devrik cümleyi tekrarlayıp, “ilginç” dercesine yüzüme baktı.
Sora sora Bedir Şehitliğini bulmuştuk ancak bizleri kötü bir sürpriz bekliyordu. Şehitliğin bütün çevresi yaklaşık 2,5 metre betonarme duvarlarla çevrilmiş girişe bir büyük demir kapı yapılmıştı, kapının üzerinde de kocaman kova anahtar vardı. Anlaşılan buraya kadar bu duvarı görmeye gelmiştik Bu arada şoförümüzde su kaynatan arabasının kaputunu açıp harareti gidermeye ve azalan suyunu takviyeye çalışıyordu.İlk şaşkınlıktan sonra Fatiha okuyarak sağı solu araştırmaya başladım. Çevrede müracaat edilebilecek ne bir telefon numarası ne de ne zaman açılıp ne zaman kapanacağına dair yazı vardı. Hatta kapının üzerinde burasının neresi olduğunu belirten bir levha dahi konulmamıştı; yol kavşağında kitabeye benzer Arapça bir şeyler yazılıydı o kadar.
Şoför çeşmeden arabaya su taşırken bende az ilerde kepçeyle kanalizasyon kazısı yapan işçilerin yanına gittim. Yarı Arapça, yarı işaret diliyle kapının ne aman açıldığını ve görevlileri sordum. Kapının açılmadığını ve o civarda da görevlilerin de olmadığını söylediler. Büyük bir hayal kırıklığı yaşıyordum, kim ne hakla nasıl burayı kapatırdı. Tekrar demir kapıya doğru yöneldim, acaba çevrede bir yerde anahtar bulabilirmiyim diye araştırmaya başladım. Bulamayınca kapıyı zorlamaya çalıştım, nafile kale kapısı gibiydi. Kapının önünde açık olduğunda görevlilerin oturduğunu sandığım, üzerleri iyice tozlanmış üç plastik sandalye vardı , bu sandalyeleri üst üste koyup, üzerlerine çıkarak kapının üzerinden şehitliği seyrettim. Benim arkamdan şoförümüz onun arkasından da eşim çıkarak izledi. Bulduğumuz yöntem bir işe yaramıştı, bizden sonrada Bedir sapağından şehitliğe gelenler aynı yöntemi kullanarak şehitliği seyrettiler. Aşır okuyarak Bedir , Uhut, Hendek ve Çanakkale şehitlerimizin ruhuna bağışladık.
Bedir Şehitlerine veda etmeden önce kapıya tırmanarak son bir defa daha görmek istedim. Güneş batmak üzereydi, kızaran ışıkları şehitliğin kızılımtırak toprağını iyice kızıllaştırarak kan rengine bürümüştü, güneş adete onları kucaklıyordu, bende on dört şehidimizi selamla-yarak aşağı indim.
Aslında Medine’den yola çıkmadan önce Bedir’de birkaç saat kalıp o havayı soluyarak kuyularının sularından içmeyi planlamıştım. Fakat şehitleri son selamlamadan sonra içimi kaplayan hüzün orada daha fazla kalmamızı engelledi. Medine yoluna koyulduğumuzda güneş batmak üzereydi, şehri terk ederek uzaklaşmaya başladığımızda, akşam ezanı okunmaya başladı; tıpkı Müslümanların Bedir galibiyeti sonrasında Hz. Bilal’in savaş meydanına yakın bir tepeye çıkarak okuduğu şükür ezan gibi dağları çınlatıyordu.
İKİNCİ BÖLÜMÜN SONU
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.