- 680 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Abuklama
Yak her şeyi, yakıp bitirmeni diliyorum diyecektim, ama diyemedim. Söylemek istedim. Yabancı bir plaka gibi gözüme battı kelimeler. Kelimeler de ne ki? Hepsi oyunbozan. Şimdiye kadar nasıl bir fayda sağladılar? Hepsinin canı cehenneme! Vişne ağacının sokağa sarkan dalı gibi ayrık ve manasız geliyorum kendime. Evrensel bir barış çağrısı yapmak istiyorum: ‘Düzmece bir düzenin çocuklarıyız hep beraber.’ Bunun için diğer insanlardan hiçbir farkımın olmadığını biliyorum. Acılarımı hafifleten bazı genellemeler yapmak zorundayım. Şen ihtiyarlar gibi pörsümüş gırtlağımızda mesut zamanı yutkunuyoruz. İhtiyarların en çok da dişleri olmayanları komik ve cazip geliyor. Yanlarında durup, onları dinleyebilmek ayrı bir sabır gerektiriyor. Bu sabır aynı ihtiyarın yaşadığı küçük bir hadiseyi değiştirilmiş karakterleriyle beraber yetmiş sekizinci kez dinlemek oluyor sanırım! Bizi bu hale getiren de bahaneyi var edenin kendisi. Gençlerin ve ihtiyarların istedikleri şeyler genelde aynıdır. Ama gençler tecrübeli olamadıkları için çoğu zaman bu isteklerinden vazgeçerler. Yaşlılarda güçleri kalmadığı için aynı isteklerden vazgeçerler. Aman, bana ne? Canları ne istiyorsa onu yapsınlar. Kavram açıklama, düşünme hastalığından vazgeçiyorum. Yak dedim, kimse beni öldürecek kadar sevmeyecekti. Bunu bildiğimden, kulağıma dolmuş sarı sıvının lezzetine dayanamayıp, defalarca kulak mememden başlayarak kulağımın iç taraflarına doğru sulanan sivrisineği dahi öldürmedim. Hayır, daha farklı bir uygarlık gerekiyor!
Kardeşim akrebin zehri. Ancak bana benzeyen biri beni tam anlamıyla üzüp, sıkabilir. Buna arkadaşın biri entel bir yorum getirmiş ve kısaca: ‘Canın Cehenneme lanet olasıca’ diyordu. O da umurumda değil. Ters takla atmak istiyorum.
Tıpatıp bana benzeyen yetenekleriyle cevherin gözüne vuruyor. Amuda kalkamadığım, iki kaburga kemiğimden dolayı en hassas organımı öpemediğim, saçlarımı kimsenin yardımı olmadan kesemediğim, koşmaktan nefret ettiğim, güneşli günlerde, özellikle öğleden sonra bir vakitte tişört katı Meydan’a çıkmaktan korktuğum için hayatta kendimi hüzünlü bulduğum zamanlarda oldu, ama bunların hiçbirini bahanelerimin sebebi olarak bilmedim.
Kesintili gecenin çıkardığı inilti! Son bir ayda iki kişi işten ayrıldığını söyledi ve başvurduğum her kıçı kırık iş için ret cevabı aldım. Bazılarının prosedürü de güzel:’ Başvurunuz değerlendirmeye alınmıştır. Uygun kadro açılır ve gerektiği gibi vasıflarınız kıçı kırık işimiz için uygun olursa, sizi belki, sittin sene geçmeden işe alabiliriz.’ Oysa işlerinin hukuki olarak feragat etmeleri gereken özellikleri olmalı. Nicel ve nitel bakımından kelimeleri ağızlarına alanlar da, önüne gelen yasadan yararlanmak için çamaşır seriyorlar. Pardon domalıyorlar. Ama bunların benim yanmamı gerektiren sebepler olduğunu sanmıyorum. Ciğerlerine köpek ve kedi tüyü dolmuş merhametli insanlara danışmam gerekiyor. Yatağında sarılıp yattığı tüylü yaratıklar dile gelip, konuşsalar, acaba ne derlerdi? ‘Hey lanet olası, sarı yıldızların kuyruğu sana girsin. Senden de, sana muhtaç olmaktan da, beni sana muhtaç bırakan düşüncelerimden de nefret ediyorum. Bana baktığın için, mama alıp, süt alıp, beni dışarıda arabada gezdirdiğin için seninle aynı yatakta yatmak zorunda mıyım?’
Sonra bir kanepe sesi! Fren sesi tamam da, kanepenin nasıl sesi oluyor anlamış değilim. Kanepeyi açıyorlar. Çıt çıt sesi iki kez kulağımda yankılanıyor. Kanepenin duvara bakan tarafına iki kırlent koyuyorlar. Kanepenin ortasındaki boşluğa bakan biri: ‘Böyle olmaz, ortayı kapatmalıyız’ diyerek ince bir battaniye getirmek için başka bir odaya gidiyor. Geri geldiğinde elindeki ince battaniyeyi üç kat katlayıp, kanepenin ortasına yerleştiriyor. Sonra diğeri, kırlentleri de içine alacak şekilde çarşafı seriyor. Yastık ve yorganda hazır edilmiş yatağın içine girince, içlerinden daha büyük olanı ‘hadi yatağa gir de uyu, Allah rahatlık versin’ diyor. Bu bir öykü mü? Henüz güzel bir bayanın yüzüne iki saat korkusuz bakamamışken, lanet olası yanma isteğimin beni küçüklüğüme götürmesine izin vermemeliydim.
Uyumak istemiyordum. Pencereden dışarı atlayıp kaçmalıydım, ancak bunları yapabilmem için kafa lazımdı. Aklıma yorgandan kurtulma fikri geldi. Yorgana ayaklarımla vurmaya başladım. Bu fikir askerlerin talim yaparken postallarını yere vuruşundan gelmişti. Nadiren de olsa yanımda bir büyük ile dışarı çıktığımda, şehrin meydana gider, üç sıra halinde askerlerin talim yapışını izlerdim. Boyalı siyah postallar toprak üzerine değdikçe, içim bir garip olurdu. Dedemin anlattığı Mohaç, Kosova savaşları aklıma gelir, karşımda talim yapan askerleri dedemin anlattığı savaşlara sokup, hayali oyunlar oynardım. Dedem bu huyumu bilirdi. Bir keresinde elma ağacı üzerine anlattığı hikâye sonrası, yoldan geçen temiz yüzlü, hafif sakallı, başında takkesi olan bir gence elma yedirtmiş ve yediği elmanın helal mi, yoksa haram mı olduğunu düşünmesini istemiştim. Tabi ki bir oyundu, dedem bunu duyunca sesli gülmüştü.
Küçükken büyük birinin elimden tutup, dışarı çıkarmasını isterdim. Ancak büyümüştüm. Artık kimsenin elimden tutmasını istemiyordum. Yine de büyük birileriyle dışarı çıkıp, dolaşmak eğlenceli geliyordu. Beni dışarı çıkarıp, benimle beraber gezeceklerin çoğu henüz evlenmediği için yanımda rahat davranırlardı.
( Burada öyküye girmek istiyorum. Evet, bu bir öykü değil. Ama burada kendimi suçlu hissettiğim için kısa bir açıklama getirmek istedim. Sivrisinek kolumu ensemi ve ayak parmağımı ısırdı. Sinirlendim. Bir insanın eşinin ya da çocuklarının ellerini tutma hakkı sonsuza kadar aklında mahfuzdur. Velakin piç gibi, ortalıkta gezinip, dışarı çıkmak isteyen bir çocuğun elinden tutmak isteyecek herhangi birinin sahip olduğu deri yapısı çok önemlidir. En doğal isteğin, bu istek ki dışarı çıkmak isteği oluyor, elleri terli bir büyüğün yanında yok olması üzücü bir durumdur. Çok girdim, girmekte sıkıyor arada, çıkmalı şimdi öyküden. )
Bir gün pencere kenarında oturmuş, saksının içinde başını çıkarıp dışarı bakmak isteyen solucanla oynuyordum. Evdeki büyüklere dışarı çıkmak için çok ısrar etmiştim, ama kimse benimle uğraşmak istemiyordu. Solucan toprağın içine girip kaçmak isterken, onu yakalayıp, avucuma koyuyordum. Nemli vücuduna dokunup, tekrar saksının içindeki sıcak ve kuru toprağa onu bırakıyordum. Solucanla oynamakta canımın sıkıntısını geçirmemişti. Evdekilerin yanına gittim ve ‘dışarı çıkmak istiyorum’ diye bağırdım. Masada oturup, boş çay bardağına çay dolduran kadın gülümsüyordu. Kıvırcık, keçe gibi olmuş saçlarımdan okşadı. Derisi sarkmış, içinde yüzlerce solucanın olduğunu zannettiğim eliyle birbirine yapışmış iki şekeri bana uzattı. Hayır, canım şeker istemiyordu. Dışarı çıkmalıydım. Tekrar ‘dışarı çıkmak istiyorum’ diyerek bağırdım ve duvarı tekmelemeye başladım. Evdeki büyükler garip sesler çıkarıyorlardı. Manalarını bilmediğim kelimeleri tekrarlayıp, duruyorlardı. Biri de ‘İllallah getirdi bu çocuk valla, yok mu yahu içinizde dışarı çıkan? Tıkanıp kaldınız bu güzel havada evin içinde ha!’ diye evdekilere seslendi. Terastan bir ses duyduk: ’Ne oldu hala, ben çıkacağım?’ Halası zorla yeğenine beni emanet etti. Sonunda dışarı çıkabilmiştim.
Yanımda benden büyük biriyle dolaşmanın elbette pek çok sakıncası vardı. Öncelikle yorum yapmayacaktım. Öğrenmek için soru soracaktım ve bakkalın önünden geçerken, canım şunu istedi, yok bu ne güzel görünüyor gibi isteklerim olmayacaktı. Neyse ki sakin bir çocuktum. Dışarı çıkmıştım sonunda ama nereye gittiğimizi bilmiyordum. Yanımdaki büyük bana sordu:’ Gideceğimiz yol biraz uzun, yürüyebilir misin oraya kadar?’ Yürürüm dedim. Gittiğim okul ile ev arasında da baya mesafe vardı ve ben o yolu her seferinde yürüyordum. ‘Tamam’ dedi ve yürümemize devam ettik. Yol boyunca dört tane sigara içti. En son sigara paketini eline aldı ve ‘kahretsin, kalmamış namusuz’ diyerek paketi üzerinden geçtiğimiz nehre fırlattı. Taştan yapılmış köprü boyunca nehrin çıkardığı sesi dinledim. Gözlerim oradan ayrılmak istemiyordu, ama küçüktüm. Söz dinlemezsem, mızmızlanırsam kötü çocuk olacaktım ve kimse bir daha beni dışarıya çıkarmayacaktı. Köprü boyunca da olsa nehre bakabilmiştim. Koyu yeşil renkteki su, dans eden bir kadın gibi salına salına akıp, uzaklara gidiyordu. Uzakları düşündüm. Acaba uzaklarda da bu nehre benim gibi hayran hayran bakan bir çocuk var mıydı? Okulda öğretmenimin zoruyla okuduğum bir kitapta, nehir kıyısında yaşayan bir çocuğun ailesini kaybedişi anlatılıyordu. O çocuğu düşündüm.
Köprüden hayli uzaklaşmıştık, ama aklımda hala o çocuk vardı. Onunla alakalı hayaller kuruyordum. Nehrin kıyısındaki bataklıktan az uzakta, diz boyu dikenlerin olduğu toprağın etrafında irili ufaklı kaya parçacıkları vardı. Kurduğum hayallerin birinde kitaptaki çocukla beraber kayaların üzerine çıkmıştık. Nehri izliyorduk. Çocuğun adı Fatih’ti. Merak edip adının neden Fatih olduğunu sordum. ‘Bilmiyor musun’ dedi. ‘Neyi’ dedim. ‘Fatih çok önemli bir padişahtı. Onun ismini koymuş babamda. Fatihin manası bir yeri alandır.’ Anlamamıştım. ‘Nasıl’ dedim, ‘neyi alıyor?’ Fatih gülüyordu ama alay edici bir gülüş değildi bu. Bana anlatmak, bildiklerini paylaşmak istiyordu. ‘Bir yeri alan derken, savaşta askerlerle beraber İstanbul’u almışlar. O yüzden adına da Fatih demişler.’ ‘Gerçek ismi değil mi yani Fatih’ diye merak edip sordum. Yine gülmüştü, fakat sabırla cevap veriyordu. ‘Hayır, gerçek ismi Mehmet! Fatih ismini düşmanla savaşıp, İstanbul’u aldıktan sonra ona vermişler.’
Ve burada bu alakasız ve değersiz öyküyü parçalamak istiyorum. Sonunda ne mi oluyor? Çocuğun canı sıkılmış, dışarı çıkmak istiyor. O anda evde bulunan yirmi iki yaşında, askerden yeni gelmiş, işsiz güçsüz gencin biri çocuğu alıp dışarı çıkartıyor. O gencin amacı farklı. Halasının rahmetli eşinden kalma emekli maaşını iki gün önce o çekmiş bankadan ve halası da ona beş bin gibi iyi bir harçlık vermiş. Genç kerhaneye gidip karı düzmek istiyor, ama dışarı pek çıkası yok. O anda evde bulunan akrabanın çocuğunun mızmızlanışını duyuyor. Çocuğu da alıp, kerhanenin yolunu tutuyorlar. Kerhaneye girişteki sokakta, çocuğa uslu uslu orada beklemesini ve yarım saate dönüp, onunla beraber hayvanat bahçesine, sonra da lunaparka gideceklerini söylüyor. Çocuk tamam diyor ve onu dışarı çıkartan büyüğü sokağın girişinde bekliyor. Genç yarım saate döneceğim demiş olsa da, on dört dakikada çocuğun yanına geri dönüyor. Biraz kızgın, biraz rahatlamış bir halde kerhaneden otlandığı sigarasından nefes çekiyor. Çocuk merak ediyor ve ‘abi, burada ne var, bu kadar çok pencere niye’ diye garip bir soru soruyor. Gençte üslubunu bozmadan ‘Burası millete vatana çalışan, hayırlı bir kurum. Milli oluyorsun burada anadın mı’ diye cevap veriyor. Çocuk anlamış gibi yapıyor. Haftalar sonra Ramazan Bayramının ilk günü akrabalar birbirlerine bayram ziyareti için bir araya geliyorlar. O kalabalık içerisinde erkeklerin oturduğu odada çocuk babasına diyor ki:’ Baba, ben de büyüdüğüm zaman milli olmak için hayvanat bahçesinin yakınındaki çok pencereli eve gideceğim. Sinan abi beni götürdü oraya. O girdi, ben onu dışarıda bekledim. Büyüdüğüm zaman beni oraya götür, tamam mı baba?’ Çocuğun babası çocuğunun söylediklerini dinledikten sonra, ziyarete geldikleri evin önünde oturan gençlerin arasındaki Sinan’ın yanına gidiyor ve tekme tokat Sinan’ı dövüyor. Bunu gören Sinan’ın abisi Faruk’ta, öz eniştesi olan Yılmaz’ı arabadan çıkarıp getirdiği levye ile ağır yaralıyor. Akrabalar bu olaydan sonra kanlı bıçaklı oluyorlar. Çocuğun dışarı çıkma hevesi yüzünden akrabalar olaylar neticesinde birbirinin yüzüne bakamaz hale geliyorlar.
Nereye gitmeliyim? Gidebilseydim eğer ve hiç kimsenin merak etmeyeceğini bilseydim nereye giderdim? ‘Nereye gidersem gideyim, gittiğim her toprak üzerinde kanlı bir gün geçecek!’ Bunu bilerek mutlak bir mutluluk oyununa kendimi ortak edebilir miyim? Sanmıyorum. Yak dedim, yakılacak bir şey yok dediler. Demek ki yakılacak kadar bile değerli değilmişim. Feci! Art arda geceleri içine gömüldüğüm beynimin hücrelerinden bile beterdi. Bu arada kalmış bir çocuğun öyküsüydü. Bir çocuk vardı, ben baba mıydım; annesi ölmüş müydü? Evet, martılar hançer gibi denize saplanıyorlar. Bir an için öldüklerini düşünüyorum ve o an gözlerimin göğe doğru bakmasına sebep oluyorlar. Hain martılar, maviyi nasıl da deşiyorlar gagalarıyla! Ben ne babasıydım, ne de çocuğu öykünün! Öylesine biriydim, öylesine zehirlemiştim kendimi.
Rahatlamam lazım. Belki soğuk suyu omuzlarımda ve sırtımda hissedebilirim. Çok kolay olurdu bu, görünmek isteyen bir beden yok! Tüm şeyleri bırakmak, istememek, hızlı bir denizcinin parmakları arasında sıkı bir halatın dünyaya merhaba demesi gibi, sesleri birkaç yıla sığdırabilmek! Bunları kimse konuşmadı, çünkü konuşsalar çok kolay olurdu. Aptalca şeyler bu dediklerim. Sesler öyküye koştu, kelimeler yalnız kaldı. Onları da çöpe atıyorum. Kendimi geliştirdiğim de oluyor. Eski karanlık odasında yapayalnızken, kimi zaman ona misafir oluyorum. Ancak zaman kalmadı. Cümle harap oldu. Vişne ağacından geriye kalan sade bir hayal! Onu da yıllar alıp götürdü.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.