- 1700 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
GECE ÖLÜLER VE BEN
Kopkoyu karanlığa penceremden bakarken tedavisi olmayan tüm şeylerin azdığı bir renk içindeyim işte! Dışarıda keskin bir soğuk var. Yüzüm yandı. Gece yarısı sarsılmış gibi uyanma hissettim içimde.
Dün akşam aklıma geldi. Akşamın yüzündeki hüzün, istasyonda treni bekleyen insanların uzak bakışlarına tutunmuştu. Yanımda bir kadın ve dört yaşlarında, burnu kirden kahverengi çocuğu… Çocuk, dışarıda koşmaktan yorgun düşmüş, gece mutluluk perisiyle uyumak için sabırsız… Anne, başındaki tülbentinin kenarı oyalı bir Anadolu kadını. Çocuğu elinden kavramış öylece bekliyordu treni.
“Nereden gelip, nereye gidiyorlar?”
Soru kafamın içinde istenmeyen bir misafir gibi gezindi.
Niye düşündüm kendi kendime şimdi?
Oda buz kesmişti. Evimin yüksek, geniş penceresinden arkamdaki boy aynasına dikkatle baktım. Terliksi bir organizmaya benziyordu içimdeki kımıltılar. Gündüz bir nakış gibi işlediğim ve gece karanlığa astığım suretlerdi bunlar.
“Kaç tanesi bir romana sığacak acaba?”
Kendimi mum ışığında bir çatı katında düşündüm.
“Hafızama astığım yüzlerin kımıltıları içindeyim. Vitrinde çok sevdiğim bir elbiseyi seyreder gibi bakıyorum onlara. Birçok yüzün ardına gizlenmiş girdaplar var hepsinde.”
Yazıya döktüğümde girdapların içinde kaybolacaktım. Kutsal bir dumanın içine girmiş gibi tuhaf bir duygu. Mistik bir koku hissettim beynimde. Koku beni sürükleyerek boy aynasının karşısına getirdi. Organizmaya bakıyorum şimdi. Birden kendi yüzümü gördüm aynada. Organizma bana dönüştü. Ama deminki mistik kokudan eser yoktu. Çürümüş meyve kokusu hissettim. Aynadaki bana dönüşünce çürümüştü.
Galiba birçok kez yazmayı denemiş ama umutsuzca beğenmemiştim. Bu muydu bana çürümüşlüğü hissettiren?
Kokunun hafızamda asılı kalanlara bulaşacağını düşündüm. Korktum. Gözlerimi kapattım. Açtığımda organizma, karşı apartmandaki İtalyan stili pencereden sızan ışık oluvermişti. Canlı bir yansımaydı aynanın içine doğru.
Dışarıdan müzik sesleri geliyordu. Sokak hareketlenmişti. Üşümüşüm. Sırtıma battaniyemi aldım. Ve dışarıya bir göz attım. Sokak müziği yapan grup “Baba” filminin müziğini çalıyordu. Mavi elbiseli sarışın kadın solistti. Soprano gırtlağından çıkan ses insanı çok etkiliyordu.
“Tanrım! Ne güzel ses! İnce, hüzünlü, büyüleyici sesi saatlerce dinleyebilirim.”
Elbisenin altında beyaz, çıplak ten sokağın huzmesinde gece rengine büründü. Organizmalar! Onlar üşürler mi? Soğuk organizmaları hatırlayınca mini elbiseli kadının organizmadan ibaret olacağını düşündüm. Organizma orkestranın neşeli müziğine eşlik ediyordu. Kırmızı rujlu dudaklar kımıldadıkça beyaz buhar çıkarıyordu. Soğuk kırmızı rengi içine hapsetti. Derin dondurucu da saklanan yiyecekler gibi. Onu heyecanlandıran bir şey buzları çözecekti. Müzik yapanlardan biri onun sevgilisi miydi? Buzlar ona aitti. Sokak orkestrasıyla yaşayanları da hafızama asmaya karar verdim.
Müziğin sesi uzaklaştı. Aşağıya doğru yürüdü müzisyenler.
“Organizmanın elbisesi bu kez ne renk olabilir?”
Kırmızı. Sonra mor, sarı, yeşil, mavi.
“Hepsi organizmaya dönüşerek siyah bir girdapta kaybolmamak için savaşacak.”
İlkel yaratıklar savaşır. Ve her şeyin benliğini hızla kaplar.
“Derinlik…”
Savaş derinlerde olacak. Ama bedenlerimiz üzülecekti.
"Görebiliyorum. Dokuya benziyor. Parçalanıp, kayboluyor."
Aynaya baktığımda kendimi dokunun içine buldum. Doku, bir sıvının içinde sağa sola savrularak dümdüz ilerliyor. Sıvının sesi kulaklarımda şimdi. Kırmızı. Yapış yapış. Elime bulaşmadan kurtulmak istedim bu kaygan şeyden. Çok kötü kokuyordu. Başım döndü. Dokunmamalıydım. Kurtulmalıydım. Doğruca banyoya gittim. Elimi yüzümü yıkadım. Rahatladım biraz. Pencereye koştum tekrar.
Şimdi sokak sessiz. Atıştıran karla beraber evler, küçükken okuduğum çizgi romanlara benziyor. O evlerin pencerelerinden baktığımda, yılbaşı ağacını süsleyen anneler ve kızlarını bulurdum. Bana göre büyüleyici bir havası vardı bu masalsı şeylerin. O zamanlar;
“Keşke derdim, içine girsem kitabın orada yaşasam.”
Küçüklüğümden beri şehirleri sevmem. Çok yapay her şey. Annemle bir yılbaşı ağacını süslemedim. Öyle basit ama güzel iki katlı bir evimde olmadı. Şehrin ortasında kıskaçtaydım hep. Boşanmış bir ailenin problemi. Psikiyatristim bana;
“Aileye duyduğum özlem”
Olduğunu söylemişti. Şu psikiyatristler… Hemen sizin ruhunuzu okurlar. Şaşırırsınız.
“A! nereden bildi? Gerçekten de bildi.”
Dersiniz.
Oysa "Çikolata" filminde bütün bunlardan şüpheye düşmüştüm. Orada sadece anne vardı ve benim aradığım kasabaydı işte bu kasaba. Gece yarısı kasabaya hayalet gibi girmek… fırtınalı berbat bir gece de. Bundan güzel ne olabilirdi ki!
Psikiyatriste danışsam aynı şeyleri yineleyecekti;
“Aile özlemi.”
Bana
“Macera özlemi.”
Gibi geliyordu. Altında yatan neden sadece aile özlemi miydi?
“Peter Pan gibi uçan bir yaratık olsam. Korsanlara karşı savaşsam ve hiç büyümesem.”
Sorun büyümekti.
“Çocukken güçsüz değildim ben. Hiç kimseye de ihtiyacım yoktu. Yaşayabilirdim kendi kendime. Ama büyükler… "
Sorun onlardı. Onlar yüzünden tek başıma yaşayamamıştım. Çocukken sevmezdim büyükleri. Hala da sevmem.
Dudaklarımı büktüm birden. Sevgi açlığı. Hayatımız boyunca hissettiğimiz hüzünlerin adıydı sevgi açlığı. Elle tutulan bir şey değildi ki, ağzımıza atalım ve kurtulalım. Hayat boyunca beynimizdeki hücreler hep aç kalacak. Ölürken de;
“Açlıktan öldü zavallı!"
Diyemeyecekler, mutlaka bir nedeni olacaktı. Sevgi açlığı da bir ölüm şekli. Kimse bu ölümü gözle göremeyeceği için anatomik dilde adlandırılacaktı ölümler. Öyle ya! Normal kiloda birine kim açlıktan öldü der. Ya başına bir şeyler gelir, ya da yaşlılıktan ölür insan.
“Somut olmayan bir şeyden ölünür mü?”
Ölünür aslında. Hem de hiç fark ettirmeden. Birbirimizi fark etmeden ölüyoruz. Belki de mor ötesini görüyoruz o sırada. Kim bilir? Bilinen bir şey var. O da duyarsızız. İlk önce egolarımız geliyor. Sonra o, sonra onlar…
İşte! Sıkılmıştım koca şehrin bencilliklerinden. Bunları hatırlamak yordu beni. Düşüncelerimi gecedeki insanlarımla beraber hafızama asmaya karar verdim.
Gece insanları mutsuzdu. Yaşamaktandı tüm bunlar. Aşksızlık, parasızlık, sevgisizlik, işsizlik… Sonu hiçlik ifade eden "Siz”lerle dolmuştu etrafım. Sadece hafızama değil, her yere asılmışlardı.
Karşı binada konservatuarda okuyan öğrencinin ışığı yandı. Bu saatte?
“Belki de Paganini çalıyor.”
Birkaç kez duymuştum kemanın sesini. Gizlice baktım dairesine.
“Hayır, sevgilisi ile konuşuyor.”
“Tam da her şeyi konuşacak bir zaman.”
Gökyüzü aydınlandığında başka şeylere ait oluyorduk. Baş başa kaldığımız saatlerdi bunlar.
Kendimi battaniyemin üzerine attım. Gündüz kendi kendime düşünemediğim, bana ait olan şeyleri düşünmeye başladım.
Yattığım yerden baktım etrafıma. Lambanın etrafında kırmızı bir ışık belirdi. Hayal mi görüyordum?
Kırmızı ışık sigara dumanı gibi yoğunlaşmıştı.
“Duman suretlere dönüşüyor.”
Akşam gördüğüm saçları örgülü kadın konuşuyordu şimdi.
“Ben çok yoruldum.”
Diyordu.
“Yapamadığım şeyler beni çok yordu. Artık sadece çocuklarım var.”
Sonra diğerlerine baktım.
“Asla konuşmam diyordu. Sadece şarkı söyleyeceğim.”
Ve soprano sesiyle bir arya söylüyordu.
Sonra diğeri;
“Elimde çanta hep çalıştım.”
Atıyordu çantasını dumana.
Her zaman geçtiğim ışıklı caddedeydim. İnsanlar bana doğru baktı. Tekrar geçtiğim caddeden ikinci kez geçtiğimde, hep aynı insanlar… Yer ve hareketler değişmemişti. Aynısını tekrar yaşıyordum. Caddeden hızla çıkmak istedim. Hemen çıkmazsam üçüncü kez geçecektim ve her şey yine tıpkısının aynısı olacaktı. Dördüncü kez geçersem kabustu. Nefes almakta zorlanabilirdim. Birkaç kez başıma gelmişti. Oradan hiç çıkamayacağım zannetmiştim.
Kapıdan tarafa baktım. Kapıdan ötesi siyahtı.
“Siyahlığın ortasında dumanlar oluşuyor.”
Duman insanlar…
Resim defterine yaptıklarını sürekli silen küçük kız sıkıntılıydı. İstediği ev resmini yapamamıştı. Penceresini, kapısını beğenmiyordu. Anne ve babayı koyacak yer bulamamıştı. Sürekli yer değiştiriyor, beğenmeyip siliyordu. Acıdım ona. Çünkü hiçbir zaman istediği yeri bulamayacaktı. Küçük kız isteksiz görünüyordu artık. Suratı sararmıştı. Bakmamaya karar verdim. Kafamı çevirdim. Görmek istemiyordum bu yalnızlıkları. Şiddetli bir sancı yokladı beni. Sancı başımdan enseme kadar indi. Elektrik şoku yemiş gibi bir batma oldu. Işık çaktı gözümde. Yorgunluktan migren krizim başlayacaktı. Migren ilacımı almak için çantama koştum. Gece vakti hastanelik olmak istemedim. Çantamın içinde eşyalarım birbirine girmiş. Atmışım bir kenara...
Aklıma feribottaki kadın geldi. Kimya mühendisi olduğunu sonradan öğrendiğim bu hoş kadın benim oturacağım koltuğa çantasındaki bütün eşyalarını boşaltmış yeniden yerleştiriyordu. O anı hatırladım ve gülümsedim ağrıya rağmen. Benimde koltuğu boşaltıp tekrar düzenlemem lazımdı. İlacımı aldım ve uzandım.
Tavanı seyrettim. Kiremit rengi tavanın üzerine yıldızlar yapılmıştı. Gökyüzü hissi...
“Acaba tavanı maviye mi boyasam? Açık maviye...”
Baktığımda gökyüzünü ve yıldızları görmek istedim.
Gece evin sıcaklığına rağmen dışarının soğuk havasını hissederim. Bazen de pencereyi açıp soğuğun içeriye girmesini. Sihirli bir havası vardı bana göre. Sıcak hafızama astıklarımı eriyordu sanki! Tavandan sarkan yabani otlara gözüm takıldı. Nemli ve soğuktu. Bir okyanusun ortasında gibi. Denizin içe işleyen soğuğunu hissettim. Nem, kemiklerimi derin bir acıyla sızlattı. Acı bir an kendime getirdi beni. Şöminenin içinde birkaç odun varmış. Yaktım. Uykum yoktu. Hafızamdakiler beni uykumdan etmişti. Ateş şimdi tavanı kızıla boyamış, sarkan yabani otlar beynimin içinde çıtırtılar çıkararak eriyordu. Erirken sarı, yoğun kıvamlı irine dönüşerek yok oluyorlardı. Başım dönmüştü irin kokusundan. Başımın dönmesi artmaya başladığında duraksadım. Gözlerimi kapadım. Şimşek göz damarlarıma kadar aydınlattı.
“Göz damarlarımın ağacımsı uzantıları arasında, siyah gözbebeğimi görüyorum.”
Üzerinde çıplak bir kadın dans ediyor. Saçları suyun içinde sanki. Ağır ağır hareket ediyor. Gözlerimi hızla kırptım ve açtım. Baş ağrım ilaç aldığım için yok olmuş, geriye kuru şimşek çakmaları kalmıştı. Göz bebeğimin ortasında danseden kadın, şimşeklerin ortasındaydı şimdi. Ve başımın zonklaması için elinden geleni yapıyordu. Beş veya on dakika geçti. Başımın ağrımayacağından kesin emin olduktan sonra su içmek için mutfağa yöneldim. Suyun ben rahatlatacağından emindim. Kenarları mine işlemeli mutfak lambasını açtığımda suratıma vuran ışık, soğuk ve tozluydu. Burnuma gelen toz kokusu uzun süre kapalı kalmış bir evi anımsattı bana.
“Yüzyıl boyunca hiç ellenmemiş, yalnızlığını toz demetleriyle paylaşmış bir ev... Öbek öbek demetleriyle bir sürü anıyı saklıyor.”
“Anılar hüzünlerini anlatmak istercesine toplanmışlar hava akımının etkisiyle oradan oraya uçuyorlar.”
Mineli lambanın ışığında biriken toz zerreciklerine baktığımı fark ettim. Okuduğum romanlardan arta kalanlar, gece asılı bıraktıklarıma yerleşti. Onların üstünü kalın bir toz tabakası kaplamıştı.
“Kaybolmak istiyorlar, hissedebiliyorum.”
Işığı kapatıp odama geçtiğim de küçük gece lambasını açtım. Işığın soğuğu dışarıdaki havanın soluğuna karıştı. Odanın içinde döndü, buz kristallerine dönüşerek lambanın etrafında kayboldu.
Radyoyu açtım. Paganini çalıyor. Kemanın sesi etrafımı doldurdu. Kulağım müziğin sesinden o kadar etkilenmiştim ki! Müthiş bir yansımanın içinde kayboldum.
“Hüzünlü, sinirli, durgun veya neşeli hep bir şeyler söylüyorlar.”
“Beni yaşadıkları dünyalarına çekip kendi gözlerinden bakmamı istiyorlar.”
Gecelerimi onlara ayırmıştım. Paganini ve gecemdekilerle beraberdim.
Mineli Lambanın etrafında, şiir yazan bir adam belirdi. Buz kristallerinin ışıkları eline vuruyordu.
“Özgürlük üzerine bir şeyler yazıyor.”
Paganini dinlerken yazdıklarını okuyabiliyorum. Kendini yazıyordu aslında. Elmacık kemikleri yorgun ama mutluydu. Baktım. Çıkıntı yaşadıklarını yansıtmıştı. Öyle kendini kaptırmış ki, baktığımın farkında olamazdı.
Onu da hafızama asmaya karar verdim. Mineli lambanın etrafında şair yavaş yavaş kayboldu.
Gece de baş başa kalmıştım kendimle. Lambayı kapattığımda karanlığın sonunu görebiliyorum. Gecenin en ucundaki kadın tüm gücüyle asılmıştı karanlığa. Onun ruhuydu bırakamıyordu bir türlü. Nereden gelmişti?
“Kendisi de bilmiyor.”
Asıldığı karanlığın onu mutlu etmeyeceğini biliyordu sadece. Aydınlığa ulaşmak için asılıyor. Ama Ulaşması için karanlıktan geçmesi gerekiyordu.
“Zavallı kadın“
Ulaşabilecek miydi acaba? O, oradalarda bir yerdeydi. Çok yakınında. Kaybolmamıştı. Sadece göremiyordu. Bazen göremeyiz en yakınımızdakini.
Lambayı açtığım zaman gördüğüm şairi hatırladım. Kristallerin yansımasına hapsolmuştu.
“Karanlıkta saydam kristallerin içinden onu seçebiliyorum.”
Şairlerin en çok etkilendiği konuyu yazıyordu. Kaleminin ucundaki kadın gizlenmiş olacaktı ki, şair hüzünlü bir şeyler karalıyordu aşka dair. Onu çağırıyordu dizelerinde.
Ona;
“ Kaybolmuş tarihteki hüzünlü sayfalar!”
Adını vermişti. Bulmak için sayfaları, kaleminden güç alıyordu. Bulabilecek miydi? Kim bilir? Belki de hayatı boyunca yazarak onu arayacaktı. Karanlık sükûnet doluydu, şair arayış içinde. Ama onun arayışı farklıydı. Kayıp tarihteki kayıp kadındı aradığı. Benimse aradığım kendimdi. Kendimi arıyordum geceye astığım insanların içinde.
Pencereden baktığımda;
Aşağıdan geçen insanlar küçük para desteleri gibi. Onları savuran pipolu bir adam varmışçasına hareket halinde. Bu saatte onları seyretmek hoşuma gitti. Bir süre baktım onlara. Yanlarından geçen bir hayalet gibi keşfettim onları. Yüzlerindeki dokunaklı ifade birbirine karıştı, tek bir yüz haline geldi. Donuk ifade hareketsiz yığınlara dönüştü.
İçeriden gelen hüzünlü bir ses düşüncelerimi toparlamama neden oldu. Kafamı çevirdiğimde bir öykü için bana bakan geceye astıklarımdan bir kadın duruyordu. Kızıl saçlarını arkaya toplamış, hüzünlü bir sesle konuştu;
“Bir adam!”
Dedi kadın.
“Bir adam vardı yeryüzünde. Artık o yok. Küllerini Ganj nehrinde yıkıyorlar şimdi.”
Taşlaşmış yüzünde korku vardı. Gözbebeğinde bir kadın denize taş atıyordu. Dingin. Yüzünde umutsuzluk ufuğa doğru baktı. Gözbebeklerinin karanlığına doğru hızla çekildiğimi hissettim. Rahatsız oldum. Lambayı açtım. Aydınlık pencereden dışarıya süzüldü. Birkaç dakika ışığı seyrettim. Işık kaprisliydi. Aydınlattığı her şey çıplaktı. Tüm odayı detaylarıyla gördüm.
Koridorda küçük bir çocuk bana bakıyordu. Gözlerinin etrafında mor halkalar beni korkuttu. Teni değişikti. Çürümüş gibiydi sanki… sanki… Gerçekten de ölümü çağrıştırıyordu. Şimdi vücudumu derin bir ürperti sardı. O! Ne yazmamı istiyordu benden? Çocuk;
“Yalnızlık!”
Dedi.
“Tut elimi!”
Gözlerinde yaşlar vardı. Yaklaştı. Elini tutmak istedim. Tutamadım. Dağılmıştı. Gözyaşlarının arasında kadının yüzünü gördüm. Yalnız bir çocuğun tuzlu gözyaşlarındaydı kadın.
Sonra sessizce kayboldu. Yağmurdan sonra toprak kokusu bırakmıştı ardında.
Kendi bedenimden uzaklaşan bir kadınsa;
“Çevreme baktığım her yerde ellerini görüyorum.”
“İri ve uzun. Parmakları beni hiç ürkütmedi. Tırnaklarına baktığımda onlara dokunmak istedim hep. Bana güven veriyordu. Ellerimi kavrayışı hep aklımda. Düşünmek beni rahatlatmayacak biliyorum. Onları hayal ettim işte! Gece düşündüğüm zamanlarda…”
Kadın bedenimin bir kenarına yerleşerek kayboldu.
Soğuğa sarılmışım. Soğuğun dalgalarında bir adam belirdi.
“Uzun parmakları ona benziyor.”
Yazdıklarını göremedim. Dikkat ettiğimde kalemi ince bir buz tabakasının sardığını fark ettim
“Yazmıyor ki! Farkında değil”
Ben böyle düşünürken başını kaldırdı. Bir ses geldi. İnce ve kırılgan. Işığa yapışan pervaneler gibi eridi kalemi.
“Şimdi parmakları kalemin acısını hissediyor.”
Kaskatı. Kavradım onları. Ateşle dost olan mum gibi. Ellerimin acısına aldırmadan. Benim parmaklarım morarırken onun buzlar çözüldü.
Sinirle elimdeki kağıdı küçük parçalara ayırdım. Üfledim. Uçuştular. Havada süzüldü bir parça. Masanın üzerine kondu. Fazlalıktı orada. Bir süre sonra çöpü boylayacaktı zavallı küçük şey! Parçalandığımızda yok olan yerlerimiz gibi. Bu yüreğimiz olur, düşüncelerimiz olur, fark etmez.
Dondum. Ayak parmaklarımdan başlayan ve hızla yayılan bir duman gibi birden dondum. Ne ağzımı kıpırdatabiliyorum ne de parmaklarımı. Bir heykel kadar sakinim. Bedenimin kendi ısısı tarafından çözüldüm birkaç dakika içinde. Parmaklarım… Bir tek onların acısına dayanamadım.
“Beynimin ücrasına yerleşen bu acı senin parmaklarını bir daha kavrayamayacak olmamdan...”
Kalbimin hızlı atışlarını duyuyorum şimdi. Düzensiz. Arada titreyerek birbiri ardına çırpınıyor. Ve bir saniye duruyor. Soluğum kesilerek ona eşlik ediyor. Ardından parçalanarak dökülüyor. Sonra parmaklarıma kadar siyahlaşarak yayılıyor. Kangren gibi bir şey bu. Duygu kangreni…
Kendimi yazmak istediğim insanlara yoğunlaştırmak istedim. Gecede düşündüklerime. Siyahlaşan duygularım… O, matem yüzlerde konuşmak ister gibi bir hareket halinde.
Bir kadın;
“Kocamın eşyalarını atmayı seviyorum”
Diyor. Elinde yeni yıkanmış, ütülenmiş gömleği gecenin ortasına fırlatıveriyor.
Bir adam sakin, sessiz. Tespihi çevirip duruyor parmaklarının arasında. Kasları gergin ve öfkeli. Küçük bir kız karşısında yemek yememek için direniyor. Annesi hırsla kaşığı ağzına götürdükçe hepsini kusuyor. Anne ne yapacağını bilemez halde kaşığı bırakıyor masanın üstüne. Adam sinirli sinirli bakıyor küçük kıza. Kız; dil çıkarıyor, alay ediyor ilgiyle. Adam hızla çıkıp gitti şimdi. Küçük kızın rengi soldu şimdi. Ve kayboldular hafızamdakiler masanın etrafından sihirli bir değnek değmiş gibi.
“Uzaklaştım yine.”
Olaylar bozkırda ilerleyen bir tren kadar ıssız. Hatırlıyorum elbette. Sadece bana ait değillermiş gibi geliyor. Bana ait olsaydı bu kadar uzak hisseder miydim? Bu sadece kurtulmaktı, biliyorum. Kurtulamayacağımı da…
Çocukken kasabalar düşlemiştim. Dev bir yıldızın, karın örttüğü çatıları aydınlattığı. Burada çocuklar mutlu. Kocsmsn lambaların yandığı evlerin hayaletleri onlar. Pencerelerinden baktıkları üzeri açık, koyu gri tozlarla kaplı yıldıza doğru hızla yükseldiler bir gece. Tekrar yeryüzüne düştüklerinde ise bir geminin güvertesindeki küçük martılardı. Ben hep besliyorum onları. Sesleri çirkindir aslında. Ama yadırgamıyorum. Binlerce martı var beynimin içinde. Bir nokta da toplanıyorlar. Beyaz nokta. İçinde kahramanlarla yoğrulmuş kör bir nokta bu. Ortaya gece çıkan gündüz ise beynimin görmeyen kısmında toplanan suretlerim...
YORUMLAR
Çabuk olunmalı çabuk. Hepsi gidebilirler. Kaç gebe doğurabilirdi ki böylesini? Gürültücü bir sinek önce pencereyi yalayıp uçtu. Sonra bulabildiği bütün gözlere kondu, kondu, kondu. Baş aşağıya asıldı kelimeler. Anlamak lazımdı anlamak. Güç yetirmek için yaşamaya ve bir de susalı beri asıl ses, anlamak lazımdı. Kocamandı yazı.