- 474 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Muhteşem Ayna
Güzel bir gün denebilirdi pekâlâ, ardımda bıraktığım o saatlere. Kısa metrajlı bir filmle ifade edilmeye çalışılsa güzel bir günü oluşturmaya yetecek her şey vardı çünkü. Musluğun damlaması bile bir aksaklıktan çok bir ritim, bir düzen duygusu veriyordu insana. ‘Huzurun ritmi’ diyordun o sesi duyunca. Sadece o değil pencerenin önünde Kur’an okuyan anneannemin dudaklarının sessiz kıpırtıları, mutfaktan gelen tabak çanak sesleri, yeğenimin bir mırıltı halinde, bulunduğum odaya gelen konuşmaları… Her şey ama her şey huzur diye fısıldıyordu alttan alta sanki.
Bu muazzam duyguya alışkın olmayan herkes gibi başlangıçta ben de varlığına inanmakta epeyce bir güçlük çektim. Bu yüzden de onu yerinden oynatacak, misafir mi ev sahibi mi anlatacak çeşitli denemelere giriştim. Bunun için de önceden sıkı sıkı kapalı tuttuğum tüm kapılarımı açtım ardına dek, onu dünyaya karşı test etmek için. Ama oradan içeri ne girerse girsin, onu yerinden bir nebze olsun kımıldatmayı başaramadı.
Oysa daha birkaç gün önceye dek onu buradan kaçırmak o kadar kolaydı ki! Mesela kuzenim dönerdi denizden… Pattadanak alakasız bir şeyler söyler, beni ne duymak, ne görmek istediğim bir sahnenin en orta yerine koyuverirdi anlatımının acımasız gücüyle. Birden kendimi kaçmaya çalıştığım ne varsa içinde bulur, kaçabildiğim süreç içinde etkisini güç bela hafifletmeyi başardığım tüm karanlık duyguları en keskin tonlarında yeniden hissetmeye başlardım.
Bir kızla oğlandan bahsederdi mesela kuzenim. O anlattığı sahneye neredeyse koca bir nesli sığdıracak; toplumsal, ahlaki çıkarımlarda bulunduracak o kadar şey koyardı ki birkaç saat önce onun teklifini kabul etmeyip yüzüp güneşlenmek yerine eve tıkılmayı tercih etmeme neden olan şey tüm varlık nedenini yitirir, evle dışarıyı ayıran o sınır çizgisi her kelimesiyle bir parça daha silinirdi.
Ya da annem gelirdi yan daireden. Komşunun güzel kızından, zeki oğlundan söz eder, sesinde bana olan sevgisini bile sollayan dolu dolu bir duyguyla onlara ilişkin sonu gelmez bir bilgi bombardımanına tutardı beni. Doğduğundan beri kıskançlığın ne menem bir illet olduğu fikriyle büyütülen herkes gibi ben de gık demeden onu dinlemeye zorlardım kendimi. Konuşulan konunun beni zerre ilgilendirmediği, çünkü söz konusu kişilerle merhabalaşmadan öte en küçük bir yakınlığım olmadığını bir parça ima edecek küçücük bir gölgeye dahi yüzümde yer vermenin dünyanın en kıskanç insanı olarak damgalanmam anlamına geleceğini çok iyi bildiğimden, annemin bir an önce susması için ne dualar ettiğimi birazcık olsun ele verecek tek bir belirti bile vermeden başımı onay anlamında sallayıp dururdum.
Ya da bir şaka yapardı abim. Benim hiç gülmediğim cinsten… Beni çirkin, aptal, anlayışsız kabilinden bir sürü sıfatla donatır, “şaka şaka” derdi sonra, sözlerinin yüzümdeki yansımalarında insafsızlığını görünce. Ama maalesef acımasızlığını örtmeye yetmezdi bu azıcık merhem. Yaram sızım sızım sızlamaya devam ederdi.
Bu huzur düşmanı üçlünün buralarda olmamasında mı gizliydi yoksa damla seslerinin huzurun simgesine dönüşmesindeki keramet? Annem, kuzenim ve abimin geçici bir süre için de olsa çeşitli nedenlerle ayrı ayrı yerlerde bulunuyor olması ve bunun doğal sonucu olarak da bu yazlık yerde duygusal kıymıklarla ikide bir sinirlerimin dürtülüp durmamasından kaynaklanan ani hafifleme hali mi bu kanatlanıp uçma hissini veriyordu bana?
Anneannem, teyzem, yeğenim ve ben, o malum üçlü varken çok nadir varlık bulabilen bir duygunun onlar gidip de birdenbire saklandığı yerden ortaya çıkmasıyla sessiz bir ittifaka girmiş, büyüyü bozmaktan korkarak, kendimizi içinde buluverdiğimiz bu kıpırtısız, ılık denizde minik minik kulaçlar atıyorduk. Küçük yeğenim bile durumu sezmiş, normalde hep üst perdeden anlattığı maceralarını mırıltı denebilecek bir perdeden aktarıyordu mutfakta kurabiye yapan teyzeme. Her şey günü güzel bir gün mertebesine eriştirmek için bir araya gelmişti.
“Ahmet’e söyleyin de şu musluğu bir elden geçirsin. Damlatıp duruyor.”
Saatlerdir dua okuyan, bu dünyayı çok ötelerde bırakmış anneannem, birden yine aramıza dönmüş, bana abimin yeniden bu evin odalarında dolaşacağı günlerin çok da uzak olmadığını hatırlatan şeyler söylüyordu. O ne zaman huzur denen denizden çıkmıştı ki zaten? Onu oradan çıkarabilmek için değil abim, annem; bir ordu lafını sözünü bilmeyen, patavatsız insan gelse yetmezdi. Öyle bir ummandı ki O, dışarıdan gelen hiçbir etki, hiçbir sözcük o heybet karşısında çok uzun süre dayanamaz, eninde sonunda pılısını pırtısını toplar, çeker giderdi.
O yüzden O’nun bu sözlerini duyarsızlık olarak almadım kesinlikle. Karşısına çıkan her insanda baş gösteren o kaçınılmaz dönüşüme bağladım. Onun karşısında bir insan ne kadar kendisi kalabilirdi ki zaten? O nur inmiş yüzüne şöyle biraz baksa; o ışıkla bir parça yıkansa, arınsa artık önceki gibi olamazdı kesinlikle. Kendinden çok O’na benzerdi. Bu yüzden anneannemin böyle sınırsız bir sevgisi vardı tüm insanlara karşı. Güçlü bir şahsiyete sahip herkes gibi dönüştüren aynalardandı o, gördüğü çarpıklıkları olduğu haliyle bırakıp geri yansıtan şahsiyetsiz aynalardan değil…
Az önce söz ettiği abim de beni kızdırmak için olmadık açıklarımı bulan, yüzümü öfkenin tonlarına boyamaktan büyük keyif alan o abim değildi kesinlikle. O muhteşem aynadan yansıyan abimdi. Anneannemin sevgili torunu… Dünyanın en nazik ve saygılı insanı yani…