- 830 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Kader
Birkaç damla yağmur alıyordu asfaltı. Bulutlar yeryüzüne kadar inmiş, sis perdesi oluşturmuştu hektar hektar. Beyaz buğu içinden, beyaz gelin göründü merdiven başında. Etrafına gülücükler dağıtıyordu. Mutluluk çamurunu attı tebessümleriyle, izi kaldı düğün ahalisinde. Gelinin babası, elini yukarıya doğru bükerek tuttu; gelin elini avcunun içine koydu biricik babasının. Diğer eliyle gelinliğin tüllerini kesti yerden. Dikkatlice indiler aşağıya. Merdivende inecek basamak kalmamıştı, kızının mutluluğu için onu sevdiğine uğurlamaktan başka çare kalmadığı gibi. Aşağıda heyecanla hayatının yeni anlamına bakıyordu damat bey. Gözleri pırıl pırıl gurur saçıyordu. Bakışlarındaki, “İşte benim güzel eşim,” deyimi, okunuyordu her bir yerden. Baba, sanki bir daha görmeyecekmiş gibi sarıldı kızına. Anne, bir daha görmeyecekmiş gibi ağladı. Kızın yüzünün yarısı tebessüm, yarısı teessürdü. Gitmeyi canı gönülden istemiyordu da kalacak olsa dünyası başına yıkılırdı işte. Hevesli vedalaşmaların içinde, mesafeli, “Hadi oğlum! Kızımıza iyi bak!” nidaları duyuluyordu. Damada gerekli telkini, üstten üstten bakarak yapıyordu gelin tarafı.
Siyah, büyük arabaya bindi gelin ve damat. Araba, baştan aşağı kırmızı, beyaz kurdeleler, -gelinin sevdiği üzere- pembe erguvanlar ile donatılmıştı. Anne eşinin koltuğuna sığınarak, baba dimdik ve güçlüce el salladı arkalarından. Gelin-damat el ele, cemal cemale yola koyuldular. Çok fazla uzaklaşmamışlardı ki trafik lambalarında durdular. Arabayı kullanan sağdıcın bakışları, takılı kaldı bir çocukta. Çocuk, üstü başı kire, yüzü nevmide bulanmış vaziyette yaklaştı arabaya. Pantolonunun arasından bir silecek çıkarttı ve başladı arabanın camını silmeye.
Damat, arkadaşına, arabayı iyice kenarı çekmesini söyledi. Kafasını camdan çıkartarak küçük çocuğu yanına çağırdı. “Bak küçük! Sana bir soru soracağım. Dürüst olursan, bir günlük kazancının iki katını veririm, sen de evine gidersin. Anlaştık mı?
Çocuk, küçük beynini biraz kurcaladı ve kafasını tereddütle, “Tamam,” anlamında salladı.
“Seni buna kim, neden ve nasıl zorladı?”
Küçük, çocukça bir edayla dudak büküp, kesik kesik cevap verdi: “Kendim… Gerektiği için… Kolayca ve isteyerek…”
Damat tatmin olmayarak kafasını sağa sola salladı.
“Paramı alabilecek miyim?”
“Dürüst müydün yani ufaklık?”
“Evet.”
“Seni bu işe zorlayanı neden söylemiyorsun? Annen mi? Baban mı? Yoksa birisi mi kaçırdı seni? Neden yalan söylüyorsun?”
Bu çıkıştan sonra, küçük çocuk olgunca bir tavır takındı. Öfkeyle gerçekleri kusmaya başladı: “Yalan mı? Bana daha 5 yaşındayken annemin öldüğünü söylediler. Şu an 9 yaşındayım ve onun bir akıl hastası olduğunu biliyorum. Bize zarar vermesin diye babam onu hastaneye kapattığını söylüyor. Bu da yalan. Ayyaş babam, evden bir boğaz daha eksilsin istiyor. Kardeşim babama kazandığı para hakkında yalan söylüyor. Ona yeterli para götürebilmek için daha fazla çalışan ben oluyorum. Sadece biz değil… Bütün insanlar birbirine yalan söylüyor. Siz yeni evlenmişsiniz. Birbirinizi ölene kadar seveceğinize yemin ettiniz mi?”
Damat geline bakıp şaşkınca, “E… Evet, elbette,” diye kekelemekle yetindi.
“Kocası da teyzeme küçük hafızamın almadığı, yüzlerce yemin etmişti. Şimdi teyzemin mezarına, eniştemin mahpusuna gitmeye korkuyorum!”
“Üzgünüm ufaklık!”
“Yani kendim istediğim için, dayak yememek için, korkuyla –yani kolayca- isteyerek bu işi yapıyorum. Şimdi paramı alabilir miyim?”