- 827 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
KIYMET TEYZE VE OĞLU ŞABET
Mehmet, Karahacılı köyünden Topal Kamil ve Topal Kaymak’tan doğma bir çocuktu. Uzun boylu, mavi gözlüyü. Gözleri ışıl ışıldı. Görkemliydi. Konuşmayı sever, misafiri eksik olmazdı. Mehmet, ailesinin fakir olması dolayısıyla yokluk içinde büyür ve delikanlı olur. Kendi köyünden Emişgilin Kemçik Şükrü’ün kızı Şerife ile evlenir. (Köylüleri ona Şerif derler.) Şerife talihsiz bir şekilde ölür. Onun dramatik ölümünü başka bir hikâyede dile getireceğim.
Mehmet Bey, eşinin genç yaşta ölmesiyle Hamzalı Köyünden Kıymet ile evlenir. Kıymet, Çekerek ilçesinin Hamzalı köyünde yaşayan öksüz, çileli bir çocuk olarak büyür. O, kısa boylu, avurdu içe çökük, bedenen zayıf biriydi. Öyle zayıftı ki üfleseniz uçardı. Kuş gibi de hafifti. O, kendi ücra köşesinde yalnız yaşardı. Yalnızdı hem de çok yalnızdı. Sanki onun kaderi yalnız yazılmıştı. Etrafında insanlar vardı ama o yalnızdı. Yalnız yaşamaya mahrum bırakılmıştı. O, tek sahnelik oyunu tek başına oynuyordu. Bu onun kaderiydi. Çocukluğunda başlayan kaderin acımasız cilvesi, onu hayatı boyunca terk etmemişti.
Çektiği çile ve ıstıraplar onun aklının bir parçasını alıp götürmüştü. Aklının noksanlığı onu çilelerin ortasına, biraz daha yuvarlamıştı. Mehmet Bey ile evliliğinden iki çocuğu dünyaya gelmişti. İşin garibi çocukları da onun kadar çileliydi. Kıymet Teyze’nin çocukları, Seyfali ve Şabet’ti. Kocası Mehmet, köyün muhtarlığını yapmıştı bir dönem. Hey gidi günler. Ne günlerdi o günler. Köylü, Mehmet Bey’e, Kaymağın Oğlu Mehmet derdi. Kaymağın Oğlu Mehmet, çileli hanımı Kıymet’in üzerine genç yaşta Emine isminde bir kuma getirmişti. Çile yumağında yuvarlanan Kıymet Teyze, üzerine gelen bu kuma ile daha da çilelere batmıştı…
Kaymağın Oğlu Mehmet, ikinci hanımı Emine’ye daha çok önem verdi. Onu daha çok sevdi ve bütün sevgisini adeta ona akıttı. Kıymet’i ikinci plana itmişti. Ona sevgisini esirgedi. Onu aşkından ve sevgisinden mahrum bıraktı. Dışladı, adeta onu bir köle gibi çalıştırdı. Kendi öz be öz evinde besleme gibiydi. Bütün işler ve emirler üzerine yağmur gibi yağıyordu.
Kuması Emine:
“Kıymet, ahıra koş. Kıymet, davarın, malın suyunu ver. Kıymet, odun getir. Kıymet, sobayı odla. Kıymet, yunaklığa git, esbapları yu. Kıymet, yunaklıkta suyu ılıt ve çocukları çimdir. Kıymet; öze, bağa git. Kıymet, bağ gözü aç. Kıymet, eşekle odun getir. Kıymet, kapıyı bacayı süpür. Kıymet, sobanın korunu temizle. Kıymet, Kıymet Kıymet…” Kuması Emine ve kocası gözünü hiç açtırmıyordu. Dudak büzmeler, küçük düşürücü bakmalar da cabasıydı. Onun eli ayağı işten güçten nasırlaşmıştı. Dünyanın kederleri onu bırakmıyordu.
Zavallı kadıncağızın üzerinde doğru dürüst elbisesi bile yoktu. Başında kirli, beyaz bir bürük, sırtında uzunca renkli bir fistan vardı. Bacağında çitili bir tuman, ayağında ise kara lastik vardı. Elinde süpürge, bir o yana, bir bu yana koşturur dururdu. Süpürgeden çıkan toz dumanı tepesini aşarak göklere direklenirdi. Evlerinin önü tertemizdi. Yemek işine hiç bakmazdı. Bu işe kuması Emine Hanım bakardı. O, aşçı başıydı, yemeğini yapar ve köşeye çekilirdi. Gerisi bulaşık yalaşık işlerini Kıymet Teyze yapardı. Büyük oğlu Seyfali, Züleyha ile evlenmişti. Bu evlilikten Şerife adlı bir kızı doğar. Küçük kız Şerife’de bolca yumuş tutardı.
Emine ebesi:
“Şerife kızım! Yemeğin tuzunu getir. Kızım biber raftaydı. Kızım çayın suyunu koy. Dedeni ihmal etme, yumuşlarını tut. Misafirler hemen gelir, camiciler çıkmadan yemek hazır olsun. Kızım eben Kıymet’e bak, malı davarı görüp altını çalmış mı?” Diye laflarının ardı arkası kesilmek nedir bilmezdi.
Dedesi dışardan misafirler geldiğinde:
“Kızım Şerife! Yandım bir bardak su yetiştir. Kızım, çorabımı çıkar. İlanı, İbriği getir de bir abdest alayım. Vakit hayli yaklaştı...” Ardı arkası gelmeyen yumuşlar devam ediyordu. Şerife’nin de maşallahı var. Küçük yaşına rağmen kirmen gibi her tarafa yetişiyor. Ayağı çabuk, temiz iş görür. Şerife’yi dedeleri ve ebeleri çok seviyorlar, üzerlerine titriyorlardı. Ancak onu okutmaktan mahrum bırakmaları çok kötüydü. İnsan biricik torununu ilkokula göndermez mi hiç? Sen bir de koca köyün muhtarısın. İnsan istikbal vadeden bu çocuğu eğitimsiz bırakır mı hiç? Evet, maalesef çocuğu okula bile göndermediler. Sırf kendilerine hizmet etsin diye. Bu, bir çocuk için ne acı durumdur.
Şerife, dedesi Mehmet ve ebesi Emine’yi çok sevmektedir. Gerçek ebesi Kıymet’i sevmemektedir. Kaymağın Oğlu Mehmet ve hanımı Emine, Şerife’nin anneannesini, dayılarını ve anne tarafından diğer akrabalarını adeta çocuğa düşman gibi göstererek yetiştirler. Kıymet ebesini de sevdirmediler. Küçük hanım Şerife, anne tarafı akrabalarını asla sevmemektedir. Adeta onlara düşman olarak yetiştirilmiştir. Onları gördü mü yolunu değiştirir. Yolda ani karşılaşma olursa yüzünü öte tarafa çevirerek hızla uzaklaşır oradan. Anne ve basından da uzak durmaktadır. Annesine anne, babasına baba dememektedir. Anne ve babası kızlarını ne kadar sevmek istedilerse de Emine Hanım ve Kaymağın oğlu Mehmet anne ve babasından bu körpecik kızı uzaklaştırmışlardı. Dayıları yeğenleri Şerife’yi sevmek istediği zaman yanlarına yanaşmamaktadır. Verdikleri hediyeleri almamaktadır. Dayılarının vermiş olduğu hediyeyi ve harçlığı başka biri veriyor diye küçük kıza söylüyorlar o da bu sebeple kabul ediyordu. Hediye ve harçlıkların dayılarından geldiğini bilse asla almazdı. Çocuk bu ruh haliyle yetiştirilmişti. Şerife bunları algılamayacak yaşıtadır. Emine Hanım ve Kaymağın oğlu Mehmet adeta her gün çocuğu anne babasına karşı ve anne tarafı akrabalarına karşı olumsuz yönde doldurmaktadırlar. Bu dolduruşlar da acı ve zehirli meyvesini vermektedir. Şerife; cevval, çalışkan ve elinden her iş gelen bir kızdır. Çok küçük yaşta olmasına rağmen bulaşık yıkamakta, yemek yapmakta ve çamaşır yıkamaktadır. Babası Seyfali, evini babasından ayırdığı zaman, dedesi Mehmet ve ebesi Emine, çocuğu anne ve babasına düşman etmişlerdi. Şerife’nin annesine anne, babasına baba dememesine annesi Züleyha ve babası Seyfali çok ama çok üzülmektedirler…
Muhtar Mehmet’in geleni, gideni çok olurdu. Köylüler, köy işleri vasıtasıyla işlerini yaptırmak için gelip giderlerdi. Kıymet, bütün ev işlerini görecekti. Emine Hanım da bunun sefasını sürecekti. Kaymağın Oğlu Mehmet’in Emine hanımından Tenzile ve Yunus isminde iki çocuğu olmuştu. Yunus daha sonraları Kaymağın Yunus olarak meşhur oldu.
Kaymağın Oğlu Mehmet, ikinci hanımından doğan çocuklarını daha çok sevdi. Hediyelerin en güzelini bu çocuklarına aldı. Onlara yemeklerin hasını yedirdi. Arta kalanlarını da diğer çocuklarına yedirdi. O, ilk hanımını dışladığı gibi ondan doğan çocuklarını da dışladı ve ikinci palana itti. İnsan kendi çocukları arasında ayrım yapar mı? İnsan çocukları arasında nasıl ayrım yapabilirdi? Birini diğerinden nasıl daha çok sevebilirdi? Evlatlar can parçası değil miydi? Onlar bir elin parmakları gibi değil miydi? Bu nasıl acımasız bir sevgiydi? Kadersiz çocuklar ne yapabilirdi? Birine koşarak giderken diğerlerinden kaçıyordu...
Seyfali ve Şabet’i genç yaşlarda gurbetlik esir aldı. Seyfali, Şabet’ten yaşça büyüktü. O, küçükken menenjit hastalığı geçirmişti. Bu hastalık az da olsa onda kalıcı hasar bırakmıştı. Unutkanlık vardı. Bazen baş dönmesi olabiliyordu.
Kıymet ve iki çocuğu kendi evlerinde âdeta misafir gibiydiler. İki kardeş ise gurbette ev sahibi gibiydiler. Gurbet eller onlara kucak açmış, babasının esirgediği sevgiyi onlara vermişti. Çile vardı. Istırap vardı. İş vardı, güç vardı ama gurbette mutluydular. Mutlu olmak zorunda bırakılmışlardı. Adeta bu evde üvey evlatlar gibiydiler. Ah çileli Seyfal’im ve Şabeti’m benim… Gençleri gurbet eller esir aldı, onlara arkadaş sırdaş oldu. Çalışmak, çabalamak ve evini geçindirmek için çocukların babası köyden dışarı çıkmıyordu. Ama küçücük çocuklarını gurbet ellere gönderiyordu.
Çocuklar, evlerine ekonomik yönden katkı sağlamak için kâh köyde iş buldu mu köyde çalışıyorlar, kâh şehirde iş buldu mu da şehirde çalışıyorlardı. Şabet, bir gün köyünde kavak ağacını budamak için belinde nacakla ağaca tırmanır. Kavak ağacına tırmanmak dünyanın en zor işlerindendir. Her babayiğit buna cesaret edemez. Kavak ağacı budandı mı kalınlaşır ve de uzar. O, kavak ağacını budarken, gövdesi yağ gibi olan ağaçtan iyice tutamaz. Eli, ayağı kayar ve aşağı feci şekilde düşer. Bu düşme sonucu ölümden dönmüştür. Allah korumuştur. Verdikleri sadaka karşı gelmiştir. Onu eve zor taşıdılar. Yüce Rabbim yaşamasına izin verdi. Alacak nefesi, içecek suyu, yiyecek aşı varmış dünyada. Öldürmeyen Allah öldürmüyor işte. Şabet’i davar derisine çektiler. Belirli süre yattıktan sonra Allah’a şükür eski sağlığına kavuştu.
Aradan birkaç yıl geçtikten sonra, genç, çileli Şabet’im, Kızılkale denilen yüksek bir kaleden düştü. Birkaç kırıkla bu düşmeyi de ucuz atlattı. Bütün aksilikler, felaketler bu genç delikanlıyı buluyordu. Kadersiz Şabet’im benim. Ne diyeyim ben? Söyleyecek söz bulamıyorum.
Karahacılı köyü dağlık ve ormanlık bir köydü. Fakirdi fakat kalbi zengin bir köydü. Köy halkı, evini geçindirmek için yurt içi ve yurtdışını mekân edinmişti. Herkes çalışmaya gediyordu. Köylüler yurt dışı olarak Arabistan’ı çalışma mekânı seçmişlerdi. Sıcak memleketti orası ama iyi para kazanılıyordu. Parayı kazanmasına kazanıyorlardı da gurbet köylülerin ömrünü yiyip bitiriyordu…
Köylü, geçimini sağlamak için, bir bir Arabistan gidiyordu. Hem de mahalleden mahalleye gider gibi gidiyordu. Bir kafile gidiyor, arkasından başka bir kafile daha gidiyordu. Suudi Arabistan ile Karahacılı Köyü iç içe olmuştu. Geçim zordu. Çalışmaya gidenler arasında bu iki kardeş de vardı: Şabet ve Yunus. Abisi Seyfali köy işleri için mecburen köyde kalmıştı. Babasının tarla, bağ, bahçe vb. işleriyle meşgul oluyordu.
Anadolu’da ekmek parası kazanmak hiç de kolay değildi. Ekmek parası kazanmak… İş sahasının olmaması gençleri gurbet ellere yollamıştı. Arabistan’da çalışmak kolay mıydı? Yaz günü, artı elli, altmış derece sıcaklıkta çalışmak hiç de kolay değildi. Ekmek parası kazanmak için çalışmak gerekiyordu. Çoluk çocuk geçim istiyordu. Burada hava o kadar sıcaktı ki işçilerin çalışırken bu sıcak havada içtikleri su, anında vücuttan ter olarak çıkıyordu. Vücuttan çıkan ter, duvarları suluyor ve yerleri ıslatıyordu. Buradaki sıcak havada yere konan yumurta anında pişiyordu.
Şabet de diğer köylüleri gibi Arabistan’a çalışmaya gitti. O, inşaat işinde çalışan sıvacıların yanında çalışan ameleydi. O henüz on dokuz yaşındaydı ve bekârdı. Gelecekle ilgili güzel hayalleri vardı. Askerliğini henüz yapmamıştı.
Kendi kendine:
“Arabistan’a gideyim, evimize maddi katkı sağlayayım ve asker harçlığımı çıkrayım.” Diye yola çıkmıştı. Ne ümitlerle yola çıkmıştı. İnşaat artık onun en sevimli dostuydu. Köylüleri tarafından da çok sevilirdi. Harç, mala, kürek, çimento, kireç vb. araç gereçler onun ayrılmaz parçasıydı. Köylüler, sıva işini dadanmış her önüne geçen bu mesleği öğrenmeye başlamıştı. Sıva yapmak gerçekten de zor bir işti…
Köyden bir Allah’ın kulu da çıkıp:
“Şu çocuklarımızı okutalım. Üniversiteye gönderelim. Çocuklarımız cahil kalmasın. Okuyup büyük adamlar olsun…” demiyordu. Evet, böyle düşünden hiç yok muydu? Vardı elbette. Vardı ama koca köyde bunların sayısı bir elin parmaklarını geçemeyecek kadardı.
Arabistan’da sıva işinde çalışan Şabet, diğer işçilerle birlikte çalışmak için sabah erkenden iş yerine gider. İşçilerin çalıştığı inşaat çok yüksek katlıdır. Ustalar, inşaatın dış cephesinde, dış duvara sıva yapılacaklardır. Şabet de ustaların harç işini yapan bir ameledir. Sıva işi yapan usta sayısı çoktur. Bu ustalara yardım eden amele ise yeterli değildir. Ustalar, yüksek binanın dış cephesinde sıva yaparken binanın iç kısmında talihsiz bir kaza yaşanır. Şabet, ustalara el arabasıyla harç taşırken merdiven boşluğuna çok feci bir şekilde düşer. Bu talihsiz kazadan ustaların haberi olmaz. Mısırlı bir işçi, merdivenlerden yukarı çıkarken bodrum katta bir inilti, bir hırıltı ve yardım çağrısı duyar:
“İmdat! İmdat! Beni kurtarın. Beni kurtarın…” yüksek olmayan bu ses hafifçe kulağına yansır. Ağzından çıkan bu sözler bile anlaşılmamaktadır. Mısırlı işçi ustaların yanına koşar ve:
“Rical Rical. Tağel Tağel…” Der ve ustaları yanına alır merdiven boşluğuna düşen Şabet’in yanına koşarak varırlar. O, çok feci düşmüştür. Bu düşme sonucunda ağır bir şekilde yaralanmıştır. Kendinde değildir. Ağzı, burnu ve bütün bedeni kan revan içindedir. Her tarafı kırıktır ve baygındır. Köylüleri onu alırlar alelacele en yakın hastaneye götürüler. Doktorlar, Şabet’e gerekli müdahaleyi yaparlar. Onun belden aşağısı tutmamaktadır. Felç olmuştur. Gencin parası pulu yoktur. Köylüleri aralarında para toplarlar onu memlekete göndermek için. Onun kendi memleketi Türkiye’de muayene olmasını söylerler. Orada bir umut iyileşebileceği söylenir. Umut dünyasıdır bu. Toplanan paraları kardeşini götürmesi için küçük kardeşi Yunus’a verirler. Ayrıca otobüsten Türkiye bileti alırlar. Yolculuk Arabistan’dan Türkiye’ye otobüsle olacaktır. Uçakla gitmeye paraları kâfi değildir. Ağır yaralı, belden aşağısı felç olmuş Şabet ile küçük kardeşi Yunus tâ Arabistan’dan otobüsle Türkiye’ye geleceklerdir. Ağır yaralı, felçli ve hiçbir yeri tutmayan biri nasıl yolculuk yapar? Kolları ve bacakları kırık bir hasta bu yolculuğa dayanabilir mi? Böyle yolculuk olur mu? Bu ne biçim bir düşüncedir böyle? Ah Şabet’im benim. Gariban Şabet’im benim. Çileli Şabet’im benim… Kolları ve ayakları kırık, beyninde de hasar oluşmuştu. Bu durumda nasıl yolculuk yapacaktı?
Şabet, gerçekten iyi biriydi. Kimseye iyiliğinden başka bir şeyi dokunmamıştır. Güler yüzlü, saygılıydı. İyi huyluydu. Orta boylu, hafifi kilolu ve çakır gözlüydü. Gözleri babasının gözüne benziyordu. Şabet’in ağır yaralı olması Arabistan’da ve köylerinde büyük üzüntüye neden olur. Kardeşi Yunus, ağır yaralı abisini otobüse bindirir ve Türkiye yolculuğu böylece başlamış olur. Tabi ki yanlarında yolculuk yapan başka Türk vatandaşları da vardır. Yunus, Arabistan’a turist olarak kaçak gitmiştir. Pasaportu yoktur. Yolcular, otobüsle Ürdün’ü geçerler bir sorunla karşılaşmazlar. Suriye’nin başkenti Şam’a geldiklerinde yetkililer otobüsü durdurur ve pasaport ve kimlik kontrolü yaparlar. Bu inceleme sonucunda pasaportu olmayan Yunus’u tutuklarlar ve karakola götürüler. Yunus; Suriyeli güvenlik görevlileri kendisini götürmeden önce ağır yaralı abisini otobüsteki Türk kardeşlerine teslim eder. Yunus’un gidişi o gidiştir. Türk vatandaşları Şam’da durumu ağırlaşan Şabet’i acilen hastaneye götürüler. O direk yoğun bakıma alınır. Acılara dayanamaz ve fazla sürmez vefat eder. Türkler onu Suriyeli yetkililere teslim ederler ve otobüslerine döneler. Suriyeli yetkililer gencin Türkiye’ye götürme parası olmadığı için Şam’daki kimsesizler mezarlığına defnedilir. Yunus üzerindeki parayla kaybolmuştur.
Acı haber çabuk yayılır. Bu acılı haber anne Kıymet’e de ulaşır. Kıymet Hanım, oğlunun ölüm haberini alınca, üzüntüsünden neredeyse aklını oynatacak gibi olur. Kıymet Hanım’ın saflığı bir kat daha artar, oğlunun ölümünden sonra. Köylü Şabet’in cenazeni düşünürken bir de Yunus’un kaybolması kafalarını kurcalar durur. Acaba ona ne oldu? Tutuklandı mı? Başına bir şey mi geldi? Acaba şimdi nerededir?
Kaymağın Oğlu Mehmet ve ikinci eşi Emine, Kıymet Hanım’a kötü davranmakta ve ona eza ve cefa yapmaktadırlar. İhtiyarlık başa beladır. Eski muhtar Kaymağın Oğlu Mehmet, eşi Kıymet ve ikinci eşi Emine, zamanla daha da yaşlanırlar. Yunus ve Tenzile de evlenirler. Evden ikisi de uçup giderler. Yunus evde pek durmaz zaten. Babasından payına düşen; öz, bağ, tarla, bahçe ve ev yerini bir çırpıda satar gider. Tenzile köyden Âdem diye bir delikanlı ile evlenmiştir. Yunus’un başından birkaç evlilik geçer ilk eşinden ayrılır. Çocuklarını ve eşini sefalete esir eder. Yunus izi gökte bir adamdır. Aynı dramı ikinci eşine de yaşatır…
Bu ihtiyarlardan ilkönce, Emine Hanım vefat eder. Evde Mehmet dede, Kıymet ebe bir de küçük kız Şerife kalmıştır. Bu kız çocuğu, dede Mehmet ve ebe Kıymet’in yanında yavaş yavaş büyür ve hanım hanım bir genç kız olur. Emine Hanım’ın vefatından sonra torun Şerife, yavaş yavaş annesine anne, babasına baba demeye başlar. Ara ara anne ve babasının evine gidip gelmeye başalar. Sonra Fadik ebesi ve dayılarının evine gider, verdikleri hediyeleri alır. Zamanla anne tarafı akrabalarına sıcak bir ilgi duymaya başalar. Annesine, babasına, dayılarına ve anneannesine daha da yaklaşmaya başlar. Çocuk artık anne, baba, dayıları ve anneannesine sevgisini göstermektedir. Onlar da sevgi kucağını bu sevimli torun açmaktadırlar.
Şerife, büyür genç kız olur. Her genç kız gibi o da evlenir ve yuvadan uçar gider. Şerife’nin evliliğinden sonra iki yaşlı; Kaymağın Oğlu Mehmet ve Kıymet Teyze, koca evde yalnız başlarına kalmışlardır. Mehmet Bey de belirli süre sonra vefat eder. Kala kala Kıymet Teyze koca evde tek başına kalır. Oğlu Seyfali ve gelini, Çekerek ilçesine göçer. Yunus, İstanbul’a göçmüştür. Tenzile ise evleneli çok olmuştur.
Koca evde Kıymet, acı ve yalnızlık vardı. Kıymet, gelini Züleyha’ya birlikteyken çok çektirdiğinden dolayı, onun yanına gitmeye yüzü yoktur. Kuması Emine yüzünden gelinine gelinim dememiştir. Birlikte oldukları sürede gelinine çok çektirmiştir. Hem Emine hem de Kıymet. Kıymet bütün bunları Emine’den korktuğu için yapmıştır. Züleyha gelin de onun kendi yanına gelmesine bu yüzden razı değildi. Artık Kıymet, evde tek başınaydı. Köyde evlilik hayatını sürdüren üvey kızı Tenzile, onu çekip kucağına almıştı, artık yaşlı ve aciz kadına o bakıyordu. Gündüzleri evine geliyor akşamları onun evine yatmaya gidiyordu.
Yaşlı kadın Kıymet Teyze tek başınadır. Usanmamak için bazen komşularına, dünürlerine gider gelirdi. Saflığı bir kat daha artmıştı. Genç hanımken sigaraya başlayan Kıymet Teyze, oğlunu kaybedince sigarasını daha da artırır. Her sabah evinin önüne gelir, bir sigara yakar ve için için çekerdi. Evlerinin önünden yol geçmektedir. “Ah Şabet’im ah Seyfali’m” derdi. Onların fotoğraflarını koynunda taşır, her rast geldiğine sevgili oğlu Şabet’in dramatik ölümünü anlatırdı durmadan…
Bahçenin bütün meyvelerini her gün kontrol eder ve sulardı. Bahçesinde; elma, armut, erik ceviz vb. ağaçlar vardı. Bu meyveleri, yoldan gelen ve geçen herkese verirdi, oğlunun canı için. Malına mülküne sahip olurdu.
Malına, mülküne, bağına, bahçesine sahip olmak için komşularıyla her gün çekişirdi. Vay! Bizim bahçeye su vermiyorlar. Vay! Bahçemize tavuk cücükleri giriyor. Vay! Bahçenin sınırını kaldırıp kendi hisselerine katıyorlar.” Diye. Her sabah başka bir konu yüzünden komşularıyla çekişirdi. Çekişmediği, tartışmadığı gün yoktu. Haklı yönleri yok muydu? Elbette vardı. Sahipsizin malına konmaya çalışan çoktu. Dünya haksızlıklar dünyası olmuştu.
Kıymet Teyze, oğlu Şabet’in resmini, koynundan çıkarır ve şöyle derdi:
“Benim oğlum Şabet, Cenneti alanın içinde yatmaktadır. Dün rüyamda onu gördüm. Bu gün, bunu gördüm…” Oğlu Şabet, ölmeden önce güllük gülistanlık içinde bir resim çektirip, annesine göndermişti. Annesi o resmi, sabah ve akşam demeden koynundan çıkarır, resme bakar ve:
“Oğlum, Şabet’im Cenneti alanın gülleri içinde yatmaktadır.” diye konu komşuya ve yoldan geçenlere anlatır dururdu...
Kıymetin evi yol üstündedir. Evinin önüne bir kaysı ağacı, bir ceviz ağacı ve bir de üzüm tefeği dikilmişti. O, üzüm tefeğini; el bebek, gül bebek büyütmüştür. Üzüm tefeğinin etrafını da o kadar sarıp sarmalamıştır; sanki kırık ve çıkık sarar gibi sarmıştır. Her sabah, evinin önüne gelir, o üzüm tefeğini, ceviz kaysı ağacını kontrol ederdi. Tabii ki bahçeyi de ihmal etmezdi. Bahçesini her gün sulardı. Yavrularının sevgisini ağaçlara akıtırdı. Bununla mutlu olurdu. Dayanacak dalı kalmamıştı. Onun bir boz kedisi vardı. Tüyleri yumuşak mı yumuşak, sevimli mi sevimliydi. Kedisi onun en iyi dostuydu. Kedisinin gözlerinin rengi oğlu Şabet’in gözlerinin rengine benziyordu. Belki de onu çok sevmesinin nedeni buydu. Kedisi onun yaşam kaynağıydı. Onu anlayan, bağrına basan o kediydi. Herkes onu terk etmişti. Sadece boz kedisi kalmıştı yanında. Vefakâr boz kedi. Onun etrafında dolanır asla yalnız bırakmazdı.
Çenesi konuşmak istediği zaman, komşularına sataşırdı. Kendini haklı görerek, bazen komşularına ağza alınmayacak laflar ederdi. Ne yapsın sataşmasın da? Kadının arazisini, komşuları adım adım almaya başlamışlardı. Zaten oğlu Yunus, arazinin çoğunu satmış, araziden bir şey bırakmamıştı.
Kıymet Teyze, o virane evinin önüne oturur, gelen giden ona sadaka ve fitre verirdi. Verilen bu sadakayı da Kıymet Teyze, oğlu Seyfali ve üvey kızı Tenzile’ye verirdi.
Kıymet Teyze, her gün evinin önünden geçen yolun kenarına oturur ve gelen gidene oğlu Şabet’in dramatik yaşamını, ölümünü anlatırdı. Koynundan oğlu Şabet’in resmini çıkararak:
“Oğlum Şabet, güllük gülistanlıkların ve Cenneti alanın içinde yatmaktadır.
Oğlum Şabet, güllük gülistanlıkların ve Cenneti alanın içinde yatmaktadır.
Oğlum Şabet, güllük gülistanlıkların ve Cenneti alanın içinde yatmaktadır…” diye söylenir dururdu. Bu arada sevimli boz kedisini de kucağına alır öpüp okşardı.
Kapısının önüne oturur. Can dostu boz kedisini yanına alır ve bir sigara yakardı. Oğlunu Şabet’in cansız resmini çıkarır; öper, okşar koklardı. Öldüğüne bir türlü inanmamızdı. Onun yollarını beklerdi. Onun kadar boz kedi de beklerdi…
25.12.2006
Akdağmadeni
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.