- 600 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Annelik Nerde
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Pencerede gördüm onu ilkin. Küçücük bir yüze bu kadar kocaman bir ifade nasıl sığar dedim, kalakaldım kaldırımda. Birkaç adım geri çekildim emin olmak için gördüğümden. Abarttım mı, yoksa gerçekten öyle mi bakıyor bu çocuk, anlayayım diye… Yalnız mıydı yoksa evde? Başkaları da olsa, yüzünde kimsesiz bir kedi gezinir durur muydu böyle? Hele bu yaşta olunca insan, bana şimdi gözleriyle söylediklerini haykırmaz mıydı evde kim varsa? Çocuklar biz yetişkinler gibi boynunu eğip öyle kolay kolay kabullenmezdi içlerine alamadıkları gerçekleri… Böyle susup susup oralarından buralarından taşırmazlardı.
“Anne, çok sıkıldım!” derlerdi. Ya da somurtur, gürültülü sesler çıkarırlardı, “bana bak” diyen. Velhasıl pencerede yapışıp kalmazdı yüzleri cansız bir resim gibi… Aksine varlıklarını hatırlatmadıkları tek bir saniyeyi heba olmuş sayar, “buradayım ben” derlerdi her söz ve davranışlarıyla.
Utanmasam bir çırpıda aşardım merdivenleri, o kimsesiz kedi yüzünde kocaman bir gülücük açtırmak üzere en şaklaban yanımı diğerlerinin arasından en ön sıraya koyarak. Nükteli cümleler hazırlar, yeri gelince ortaya dökmek üzere bekletirdim dudaklarımda. Gülsün isterdim çünkü o çocuk ve tüm terk edilmiş çocuklar.
Sokağa atılması gerekmiyordu ille de bir çocuğun çünkü, terk edilmişler sınıfına girebilmesi için. Koca evde bir başına bırakılmış bir çocuk da bir bakıma o sokaktakiler gibi yapayalnız kalırdı bin bir kötülükle dolu bir dünyanın ortasında. Elektrik prizleri, kibritler, pencereler koca koca uçurumlar açardı önünde. Boşluğun cazibesiyle kendilerine çeker dururlardı.
Kadın bir fabrikada çalışıyordu belki de. Evin döküntü hali, pencerelerdeki yıpranmış perdeler “hiç değilse bir bakıcı tutsaydı” demeye bir an bile fırsat vermiyordu çünkü. Yoksulluk somutlaşıp bu bina şekline girmişti sanki. Sahi yoksulluk deyince aklıma gelmişti, aç mıydı karnı? Az ilerideki bakkaldan almayı düşündüğüm çikolatalara alaylı bir kahkaha anlamı verecek türden yiyeceklere ihtiyaç duyacak kadar… Üzerimde de çok az para vardı aksi gibi. Şimşek hızıyla aklıma gelen bir fikirle az önce vazgeçtiğim şeyi yaptım, eve yöneldim. Mutfakta bir şeyler olmalıydı. En azından bir çorba falan yapabilirdim ona belki. Ama ya açmasaydı kapıyı? Hem her kapı çaldığında açması doğru muydu sanki? Ya ben değil de yerimde kötü niyetli biri olsaydı?
Ama ben öylelerinden değildim ki! Bunu ona anlatmalıydım bir an önce. Binanın kapısından geri döndüm önceki yerime ve ona el kol hareketleriyle pencereyi açmasını söyledim yüzümü komik şekillere sokarak. Baktım açmaya niyeti yok pencereyi, iki elimle midemi tutup açlığı ifade etmeye çalıştım. Ardından hayali bir tabağa daldırdığım hayali kaşıkla bir çorba imgesi yaratmaya giriştim. Son olarak da kendimi işaret edip “oraya gelirsem çorba yaparım sana” anlamına gelecek bir dizi hareket… Sonuçta pencereyi açmasını sağlayamasam da beklediğim izni kopardım ondan. Başını üç kere onay anlamında hızlı hızlı sallamasından anladım bunu.
Sonra her şey kafamda çizdiğim resimdeki gibi tıkır tıkır işledi. Çorbayı yaptım… İyice doymasını sağladıktan sonra da yüzündeki kediyi kovdum. Karnı tok, mutlu bir çocuk koydum yerine.
Evden çıkarken “bu çocuğu bir yerden tanıyorum” duygusunun nedenini keşfettim birden. Benim evin karşısındaki apartmanda oturan çocuğunkine benziyordu aynen yüzündeki ifade… Koleje gidiyordu çocuk. Bir giydiğini bir daha giymezdi. Yani yanımdaki bu çocukla arasında benzerlik kurulabilecek belki de en son çocuktu bu dünya yüzünde. Ama yine de öyle benziyorlardı ki! Avukat kadınla fabrikada çalışan kadını eşitleyen bir bağ vardı aralarında. Onları çok ayrı yerlere savuran hayat, tek bir noktada adaletli davranmış, eşitsiniz demişti. İkisi de yalnızdılar çünkü. Bedensel olarak anneleri babaları vardı belki… Ama ruhen kimsesizdiler.
Hadi bu çocuk yoksuldu… İşe gitmek zorundaydı annesi. Döndüğünde evladına birazcık bile gülümsemeye takati kalmayacak kadar onu tüketen bir çarkın dişlilerinden biri olmak üzere… Peki diğer anne, yani avukat hanımın çocuğu nasıl oluyor da bu fakir, sevgisiz kalmış çocuğun yüzüne sahip olabiliyordu? Medeni dünyanın kadını olmanın yasaları da mı yok sayıyordu çocukları yoksa, yoksul dünyanın yasaları gibi? Annelik nerdeydi?