- 3861 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN KURULUŞ FELSEFESİ
Bu çalışmayı ele alırken, içinde yaşadığım ülkenin temel yapısı hakkında bazı bilgileri analiz ederek, doğru bir yön bulma çalışması yapmak istedim.
Bugün, ideolojik kavga veren sol, dini mücadele veren İslamcılar, temelde Türkiye Cumhuriyetinin oluşturduğu düzene karşı çıkarken, aynı zamanda değişik açılardan savunucularıdırlar.
Günümüzde sol kendisini Kemalizm’le bütünleştirerek, söylemlerine güç katmaya çalışmaktadır.
Günümüzde muhafazakâr Müslümanlar kendilerini ülkenin tarihi milli değerleriyle bütünleştirerek, ülkenin tekrar kuruluş felsefesine dönmesi gerektiğini vurgulamaktadırlar.
Etnik kökeni esas alan Türkler, devleti kuran iradenin Türkler olduğunu vurgulayarak, devletin Türklere ait bir Cumhuriyet olduğunu, bunun asla değiştirilemeyeceğini söylemektedirler.
Mezhebi kökenlerini öne çıkaran Aleviler, Osmanlı’dan kurtuluşları hatırına cumhuriyete sahip çıkarak, muhafazakâr Müslümanları karşılarına alırlarken, ateizmi, sol ideoloji öne çıkarıp, kendilerini Mustafa Kemal ile bütünleştirerek, söylemlerine güç katmak istemektedirler.
Günümüzde Avrupa solunun ülkemizdeki temsilcisi CHP, inandıkları altı ilkeyi Avrupa soluyla bütünleştirme gayretindedir.
CHP kendisini Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş partisi olarak gösterse de, işin gerçeğinde bu gün Türkiye Cumhuriyetinin Kuruluş felsefesini AKP taşıyor.
Bu yargı, hem CHP taraftarlarını, hem AKP taraftarlarını memnun etmeyecek. Her iki parti taraftarları böyle bir yargıya itiraz edecekler. İtirazlarının nedeni, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ezber mantığıyla kabul edilmesidir. Eğer Türkiye Cumhuriyetinin resmi tarihi üzerinde, inceleme, araştırma, sorgulama imkânı, eğitimde, medyada, aydınların fikir hareketlerinde verilebilmiş olsaydı, belki o zaman, kuruluş tarihi, sonraki gelişmeler üzerine yorumlar yapılarak, değişimler izlenebilirdi.
Ancak bu gün, Türkiye Cumhuriyeti tarihi, özellikle CHP tarafından dokunulmazlık zırhıyla korunarak, kutsallık izafe edilerek, dogmatikleştirilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti döneminin tek parti bölümünün, incelenemez, sorgulanamaz oluşunun asıl nedeni, bugünkü CHP’nin, kuruluştaki CHP olmadığının ortaya çıkacak olmasıdır. CHP’nin asıl korkusu budur.
90 yıllık cumhuriyet döneminde iki farklı CHP vardır. Birincisi, kuruluş felsefesini taşıyan CHP, ikincisi 1950 sonrası CHP…
İki dönemdeki CHP’yi, yaptıkları açısından inceleyerek ele aldığımızda, aradaki büyük farkı göreceğiz.
TEK PARTİ DÖNEMİNDEKİ CHP’NİN ÖZELLİKLERİ
1. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan itibaren, batıya yönelmiş, batının kapitalist, liberal yapısını ideoloji olarak kabul etmiştir.
2. Cumhuriyetle birlikte kurulan düzen, Avrupa’nın kapitalist yasalarını tercüme ederek ülkeye getirilmesiyle oluşturulmuştur.
3. Türkiye Cumhuriyeti Türk ırkı üzerinde kurulmuş. O dönemdeki Türklük, ırkçılık anlayışıyla değil, Müslümanlığı belirleyen bir unsur olarak vurgulanmıştır. Dolayısıyla; o dönemde Türklük anlayışıyla, batının Hıristiyan din anlayışına karşı, Türkiye’deki farklı etnik kökenlere bağlı bütün Müslümanlar Türklük kavramında temsil edilmiş. Bu durum Lozan anlaşmasına da yansımıştır.
4. Türklük kavramını, ırkçılık bazında ele almak isteyen bütün etnik kökenler ret edilmiş. Irkçılık esası üzerinde yürüyen, Türk ırkçılar, Kürt ırkçılar, Arap ırkçılar düzen tarafından takibe alınmıştır.
5. Sol veya Komünizm yasaktır. Kuruluş dönemindeki bütün solcular, komünistler takip altındadır. Çünkü o dönemde, solcular Avrupa’daki solu, Rusya’yı kendilerine örnek alırlarken, Türkiye Cumhuriyetini kuran Mustafa Kemal ve arkadaşları, Avrupa’nın liberal, kapitalist düzenini kendilerine örnek almışlardır. Bu nedenle, tek parti CHP yönetimindeki yapılanlara devrin solcuları karşı çıkmış. Mustafa Kemal’in devrimlerini kabul etmemiş. Lozan anlaşmasıyla ülkenin batıya satıldığını, harf devrimiyle ülkenin kökeninden koparılarak ihanet edildiğini söylemişlerdir.
Bu yöndeki en net ifadeleri Kemal Tahir, yazdığı romanlarda işlemiş. Halit Refiğ 1971 yılında yayımladığı “Ulusal sinema kavgası” kitabında harf devrimine ve diğer devrimlaere ciddi eleştiriler getirmiştir. Kemal Tahir yol ayrımı kitabının ana mihengine Lozan anlaşmasını oturtmuştur.
Türkiye’nin sol adına en ünlü, en büyük şairi kabul Nazım Hikmet Ran, Bursa Cezaevi’nde1925 yılından başlamak üzere şiirleri ve yazıları yüzünden birçok kere yargılanmış. 1938 yılında orduyu ayaklanmaya kışkırtmaya çalıştığı gerekçesiyle 28 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırılarak cezaevine atılmış. Nazım Hikmet İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde 12 yıldan fazla kalmıştır.
Nazım Hikmet’in davalarını sıralarsak,
1925 Ankara İstiklal Mahkemesi Davası
1927-1928 İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Davası
1928 Rize Ağır Ceza Mahkemesi Davası
1928 Ankara Ağır Ceza Mahkemesi Davası
1931 İstanbul İkinci Asliye Ceza Mahkemesi Davası
1933 İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Davası
1933 İstanbul Üçüncü Asliye Ceza Mahkemesi Davası
1933-1934 Bursa Ağır Ceza Mahkemesi Davası
1936-1937 İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Davası…
1938 Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi Davası
1938 Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi Davası
Olmak üzere, 1923 ile 1938 yılları arasında, yani 15 yılda 11 kez yargılanmıştır. Son yargılaması olan 1938 yılındaki yargılamada, CHP yönetimi onu vatan hainliğinden cezaevine göndermiş. Nazım Hikmet cezaevinden afla çıkabilmiştir. Onu afla çıkaran CHP’liler değil, 1950 yılında iktidar olan Demokrat partidir. Onun cezaevinden çıkarılmasını hazmedemeyen CHP’liler öldürmek için peşine düşmüşlerdir.
Kemal Tahir, Nazım Hikmet gibi aynı düşüncelere sahipti, 1936 yılında yazdığı bir yazıdan dolayı 1938 yılında vatan hainliğinden 15 yıla mahkûm edildi. CHP’nin tek parti döneminde yönetimin politikalarını sürekli eleştirdi. 1950 yılında Demokrat partinin ilan ettiği af yasasıyla dışarı çıktı. Uzun dönem Kemal Tahir adını kullanmadan yazılarını yayınladı. Özellikle Eğitim Enstitülerine getirdiği ciddi eleştiriler nedeniyle CHP yönetimleri ve CHP’liler tarafından asla sevilmedi.
Sebahattin Ali 1932 yılında Mustafa Kemal Atatürk Aleyhine Konya’da şiir okuduğu için tutuklanarak bir yıl cezaya çarptırıldı. Cezaevinden çıktıktan sonra, 1934 yılında yayımladığı “benim aşkım “ şiiriyle Atatürk’e bağlılığını ilan ettiği söylenir. Ancak 1946-1947 yıllarında yazdığı yazılardan dolayı sürekli takip edilmiş. 1948 yılında üç ay cezaevinde yatmıştır. Cezaevinden çıktıktan sonra CHP yönetimleri tarafından sıkı takibe alınmış. Takipten kurtulmak için Bulgaristan’a kaçmayı planlayan Sebahattin Ali’yi, devlet adına çalıştığı söylenen bir kişi tarafından kaçış sırasında öldürülmüştür.
AÜT, yani Asya Üretim Tarzı temellerini esas alan sosyalist veya komünist düşünce, Türkiye’deki sol hareketlerin temellerinin Osmanlı toplumunun Mülkiyet ilişkilerinden çıkarılması gerektiğine inanmışlardır. Mustafa Kemal Yönetimindeki Tek parti dönemine karşı çıkan solcuların dayandığı temel esaslar, genelde Asya Üretim Tarzı modeli üzerine kuruludur. Bu nedenle bu solcular, bugünkü solculardan farklı olarak, Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığı devrimlere şiddetle karşı çıkmışlar. Tek parti CHP’yi, Mustafa Kemal’i sürekli eleştirmişlerdir. Kemal Tahir, Halit Refiğ, Sebahattin Ali, Nazım Hikmet düşünceleriyle Asya Üretim Tarzı modeline yaklaşarak, CHP’nin tek parti yönetimlerine ters düşmüşlerdir. Avrupa solunun diyalektik felsefesi olan, solun tarihsel kökenleri, toplumların temellerine dayanır görüşü, tek parti dönemindeki solcuların temel felsefesi olmuştur. Bu nedenle, batının sömürgesi olarak nitelendirdikleri, batılılaşma hareketlerine şiddetle karşı çıkmışlardır. Bu yönde en etkili karşı çıkışları ortaya koyan Nazım Hikmet Ran, yaptığı çıkışlarla sürekli mahkemelerin kapısını aşındırmıştır.
Aynı dönemde CHP’nin tek parti dönemindeki devrimlerine karşı çıkan İslamcılar ile solcular aynı saftadırlar. Her iki düşünce, Mustafa Kemal Atatürk’ün yönetimindeki CHP’nin batılılaşma devrimlerini, batıya kölelik, batı emperyalizmine boyun eğme olarak kabul ederek aynı safta buluştular. Bu nedenle, mahkemelerde, cezaevlerinde İslamcılarla kader birliği yaptılar. Türkiye Cumhuriyeti döneminde İslam adına ortaya çıkan en güçlü yazar ve şairlerden birisi Necip Fazıl Kısakürek’tir. Necip Fazıl Kısakürek, 1934 yılına kadar batı tipi, bohem bir yaşam tarzıyla yaşamını sürdürürken, 1934 yılında Abdülhakim Arvasi’yle tanışmış. Bu tanışıklığın ardından yüzde yüz bir eksen değişikliği yaşayarak batıya, Türkiye Cumhuriyetinin batılılaşma hareketlerine karşılık Müslümanlık adına ciddi faaliyetler sergilemiş. 1934-1950 arası CHP yönetimleri tarafından sürekli takip edilen, Necip Fazıl solcularla aynı kaderleri paylaşmıştır.
İskilipli Mehmed Atıf “Firenk mukallitliği ve şapka” isimli risalesini şapka kanunundan önce yazmıştı. Mustafa Kemal Atatürk Şapka kanunu çıkarınca, Müslümanlar İskilipli’nin risalesini dolaştırmaya başladılar. Bunun üzerine İskilipli tutuklanarak yargılandı. Yargılanmalarda görüşlerinden vazgeçmeyerek idama mahkûm edildi ve idam edildi.
Said Nursi’nin hayat hikâyesi ise bambaşkadır. Said Nursi çıkarıldığı tüm mahkemelerde, siyasetle bir ilgisinin olmadığını, devrin iman kurtarma devri olduğunu, bu nedenle, devletle, hükümetle uğraşmadığını defalarca açıklamasına rağmen, yargılamalardan, cezaevlerinden kurtulamamıştır.
6. 1945 yılından sonra, Türkiye Cumhuriyetinin Amerikan nüfuz alanında kalmasıyla, ülke çok partili sisteme geçerek, 1960 yılında Demokrat parti iktidar oldu. Aslında Demokrat parti üyelerinin çoğunluğu eski CHP’lilerdi. Demokrat parti Amerikan kapitalizminin temsilcisi durumuna gelince, CHP eksen değiştirerek, Avrupa kapitalizmini terk edip, Avrupa solunu temsil etmeye başladı. Hâlbuki CHP’yi kuran Mustafa Kemal Atatürk Avrupa solunu değil, Avrupa Kapitalizmini temsil etmekteydi. Bu nedenle de, dönemindeki solculara, komünistlere göz açtırmamıştı. Bugünkü CHP Avrupa solunu temsil ederek Mustafa Kemal Atatürk’ün düşüncesine, yaptıklarına ters düşmektedir. Ancak, Mustafa Kemal Atatürk’ü istismar ederek, siyasi varlığını sürdürmeyi yeğlemektedir. Aslında bugünkü CHP iki büyük çelişkiyi yaşamaktadır. Birincisi, Avrupa Kapitalizmi yerine Avrupa solunu tercih ederek, Mustafa Kemal Atatürk’e ters düşerken, Kemalizm’i savunmaktadır. İkincisi; CHP’nin tek parti döneminde sürekli takip ettiği, yargıladığı, cezaevlerinde yatırdığı komünistlerle eksen değişmesinden sonra aynı safa geçerek, fikri hayatlarına Nazım Hikmet’i, Kemal Tahir’i, Sabahattin Ali’yi oturtmuşlardır. Bu durum geçmişle yüzleşemediklerinden sürekli ikincilikli bir tutum yaratmıştır. Çünkü bu yazarlar CHP’nin tek parti devrinde yaptıkları bütün devrimlere karşı çıkmışlar. CHP’yi ülkeyi batıya satmak, batı emperyalizmine teslim etmekle suçlamışlardır. Hâlbuki günümüz CHP’si gerçek kurtuluşun tek parti yönetimi sırasında olduğu vurgusunu yapmaktadır. Savunduğu yazarlarla düştüğü bu çelişki ciddi bir kimlik sorunu doğurmaktadır.
7. Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, 1924 yılında üç kanun çıkarıldı.
Birinci kanun; 03.Mart. 1924 yılında 341 sayıyla çıkarılan “Halifeliğin ilgası” kanunudur. Bu kanunla, “Halife halledilmiştir. Hilafet Hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilafet makamı mülgadır” denmiştir. Kısaca, hilafetin bütün yetkileri Türkiye Cumhuriyeti Hükümetlerine devredilmiştir.
İkincisi kanun; 03.Mart.1924 yılında 439 sayıyla çıkarılan “ŞER’İYYE VE EVKAF VE ERKAN-. I HARBİYE VEKÂLETLERİNİN İLGASINA DAİR KANUN” Bu kanunun birinci maddesiyle; “İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere; Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur”
Üçüncü kanun; 20. Nisan. 1924 yılında 491 sayıyla çıkarılan “teşkilat-ı esasiye kanunu” yani 1924 anayasasıdır.
Bu üç kanunun kurulan Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesini yansıtmaktadır. Kanunların özünden çıkan şey, “Hilafetin bütün yetkileri Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerine devredilmiştir”, “Türkiye Cumhuriyetinin din işlerini yönetmek için Diyanet işleri reisliği kurulmuştur” Bu iki husus kurulan devletin din eksenli bir devlet olduğudur. Laikliğin kabulüyle ilgili çıkarılan yasalar, devletin bu özünü kaybettirmemiştir. Özellikle, hilafet yetkilerini Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerine devredilen yasa bugüne kadar kaldırılmamıştır.
Osmanlı’daki padişahlık yerine Cumhurbaşkanlığını, sadrazamlık yerine başbakanlığı getiren kanunun, Şeyhülislamlık makamı yerine de Diyanet İşleri başkanlığını getirmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk yönetimindeki CHP iktidarları, batılılaşma adına her türlü devrimi yaparken, İslam anlayışı olarak Diyanet Teşkilatı aracılığı ve daha sonra kurulan İmam Hatip okulları, İslam Enstitüleri, İlahiyat fakülteleriyle, Hanefi mezhebine ait din anlayışını ülkeye hâkim kılmışlardır.
Bir yandan batılılaşma adına yapılan devrimler, diğer yandan Hanefi ağırlıklı din anlayışının ülkeye hâkim kılınması çelişkili gibi görülebilir. Ancak Osmanlı’nın devamı olan Türkiye Cumhuriyeti dikkatle incelenirse, herhangi bir çelişki görülmeyecektir. Çünkü Osmanlı yönetimleri de, Türkiye Cumhuriyeti yönetimleri gibi Hanefi ağırlıklı din anlayışıyla politikalarını çizerlerken, yönetimlerine dini karıştırmamışlar, ancak dinsel değerleri sürekli amaçları doğrultusunda kullanmışlardır. Yönetimlerin ne yaptıklarına ses çıkarmayacak bir din anlayışı, Osmanlı’nın ve Türkiye Cumhuriyetinin temel politikasıdır. Zira Hanefi mezhebinin “zalim de olsa, ulum emre (halifeye) baş kaldırılmaz” ilkesi her zaman yönetimlerin işine gelmiştir.
8. Türkiye Cumhuriyeti, diyanet işlerini kurduktan sonra, ülkedeki din anlayışlarını kurduğu diyanet aracılığıyla tek tip haline getirmeyi amaçlamıştır. Tek tipliği bozacak bütün dinsel unsurları yok etmeyi politika edinmiştir. Bu amaçla, bütün tekke ve zaviyeler kapatılarak, din devletin izlenimine, yönetimine verildi. Sünni tarikatların tekkeleri, zaviyeleri, Alevilerin, Bektaşilerin tekkeleri, cem evleri kapatmalardan nasibini aldı. Zaten Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda kurulan Diyanetin resmi politikası devletin dinin İslam, mezhebinin Hanefi vurgulaması yapılmıştı. Buna ters düşen aleviler, Bektaşiler dışarıda kaldı. Toplumu din açısından biçimlendirmek için yola çıkan devlet, bütün toplumu Hanefi mezhebine göre şekillendirirken, şafi mezhebi taraftarlarına sert davranmadı. Ancak, biçimlendirmeye karşı çıkan Sünni anlayışların, Alevilerin üzerine şiddetle yürüdü. Din adına isyan eden bütün toplumlar acımasız şekilde bastırıldı. En kanlı bastırma hareketi ise Dersim harekâtı oldu. Dersim Türk ordusu tarafından yerle bir edildi. İnsanlar mağaralara kaçtı. Mağaralar toplarla, uçaklarla vuruldu. Binlerce insan yok edildi. Dersim’in adı Tunceli olarak değiştirildi.
Tarihteki bu oluşumlara rağmen Bektaşi, alevi gruplarının, niçin bugün Atatürkçü oldukları ve CHP’yi destekledikleri soru olarak karşımıza çıkabilir. Belki de bu sorunun en önemli cevabı, “kendilerini güçsüz gören her toplumun, varlığını sürdürebilmek için güçlüleri istismar eder politikasıdır” Osmanlı döneminde güçsüzlüğüyle ses çıkaramayan aleviler, Mustafa Kemal’i bayraklaştırıp, CHP’ye oy vererek, ancak sol ile kendilerini kabul ettirebileceklerine inanmışlardır. Hâlbuki hangi dönemde olursa olsun, ister CHP’nin tek parti döneminde, isterse çok partili dönemde iktidara gelen CHP (DSP) yönetimleri, devletin din anlayışından vazgeçerek, Alevilere istedikleri hakları vermemişlerdir. Cem evlerini ibadethane, oralarda yapılanları ibadet kabul etmemiştir. Çünkü devlet Sünni anlayışla oluşan ibadet merkezlerini ibadethane, ibadet şekillerini ibadet kabul etmektedir. Devlet tarafından Alevilerin cem evlerinde yaptıkları ibadet kabul edilmemektedir. Bu mantık, Mustafa Kemal Atatürk’ün inancında, onun kurduğu devletin yapısında mevcuttur.
Bugün devletin meclisine şöyle bir kanun gelse, “artık bundan böyle cem evleri İslam’ın ibadethanesi kabul edilip, cem evlerinde Alevilerin yaptıkları ibadet kabul edilecektir” denilse, buna ilk önce itiraz edecek CHP’dir. Zira bu düşünce, bu gelişme CHP’nin Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesine aykırıdır. Zaten nasıl aleviler CHP’ye oy vererek varlıklarını CHP içinde sürdürmek istiyorlarsa, CHP’de Alevileri oy potansiyeli görerek istismarlarına göz yummaktadır. Değilse, din olgusunda, CHP’nin kurucu felsefesiyle, sağ partiler arasında hiç fark yoktur. Bugün CHP’nin başında bulunan Alevi kökenli Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin tek parti döneminde Alevilere karşı yapılan zulümlere tek kelime söyleyememesi bu nedenledir.
9. Atatürk ve devrimlerini koruma kanunu. CHP’nin tek parti döneminde Mustafa Kemal’i ve devrimlerini koruyacak, ona karşı yapılacak saldırıları cezalandıracak hiçbir yasa yoktu. Mustafa Kemal’e saldırılar kişi haklarına giriyor. Devrimlere karşı çıkışlar ise devlete karşı çıkış olarak kabul ediliyordu. Mustafa Kemal öldükten sonra, yerine geçen İnönü, kendisini Mustafa Kemal’in misyonuna soktu. 1950 de iktidara gelen Demokrat parti yönetimi, İnönü’nün bu davranışına karşı çıkarak bir yasa çıkardı.
Yayım tarihi ve sayısı: 31.07.1951 - 7872
Numarası: 5816
Madde 1- Atatürk’ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
Atatürk’ü temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut Atatürk’ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir. Yukarı ki fıkralarda yazılı suçları işlemeye başkalarını teşvik eden kimse asıl fail gibi cezalandırılır.
Madde 2- birinci maddede yazılı suçlar; iki veya daha fazla kimseler tarafından toplu olarak veya umumî veya umuma açık mahallerde yahut basın vasıtasıyla işlenirse hükmolunulacak ceza yarı nispetinde artırılır.
Birinci maddenin ikinci fıkrasında yazılı suçlar zor kullanılarak işlenir veya bu suretle işlenmesine teşebbüs olunursa verilecek ceza bir misli artırılır.
Madde 3- bu kanunda yazılı suçlardan dolayı cumhuriyet savcılıklarınca re’sen takibat yapılır.
Madde 4- bu kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer.
Madde 5- bu kanunu adalet bakanı yürütür.
Demokrat partinin çıkardığı bu kanun, aslında İnönü’ye bağlı CHP’lilerin, Mustafa Kemal’in büstlerini ortadan kaldırıp İnönü’nün büstlerini koymasına karşı alınmış tedbirlerdi. Adnan Menderes İnönü’nün güçlü kişiliğine, Cumhuriyeti kuran iradenin ikinci adam olmasına dikkat ederek, politikasını bu yolla sürdürmeyi planlamıştı. Ancak kanun ne yazık ki, daha çok Müslümanların aleyhine uygulandı.
10. Tek parti CHP yönetimi döneminde, 1949 yılına kadar ülkedeki insanların hacca gitmesi yasaktı. Ancak 1949 yılında Cumhuriyet döneminde ilk defa Anadolu insanı hacca gidebildi. Türkiye Cumhuriyeti döneminde hacca izin verilmemesini sadece din düşmanlığıyla özdeşleştirmek yanlış olacaktır. Zira birinci dünya savaşından önce, uzun yıllar süren Osmanlı ile hicaz, yemen bölgeleri savaş halindeydi. Savaşlar sırasında toplumlar birbirine karşı kinlenmişler. Osmanlı toplumu hicaz bölgesine hâkim Vahabi yönetimlerini kâfir ilan etmişti. Tabi aynı şekilde hicaz bölgesi sakinleri de Osmanlı’yı kâfir ilan etmişti. Birinci dünya savaşında ise, Arabistan bölgesi halklarının Osmanlı ile savaşlarını dikkate alan İngilizler, Arapları tamamen Osmanlı’ya karşı kışkırttılar. Araplar İngilizlerin komutasında, İngilizlerle birlikte Anadolu’ya doğru yürüdü. Osmanlı Suriye cephesi oluşturdu. Başında da Mustafa Kemal vardı. Suriye cephesindeki Osmanlı ordusu yenilerek geri çekildi. Mustafa Kemal orduyu bırakarak İstanbul’a döndü. Yemen, hicaz savaşları, arkasından gelen birinci dünya savaşındaki olayların arkasından, Türkiye Cumhuriyetinin Anadolu insanlarını Hicaz bölgesine göndermesi zordu. Zira savaşlar nedeniyle Arap toplumuyla, Osmanlı toplumu arasında önü alınmaz kinler oluşmuştu. Diğer taraftan Türkiye Cumhuriyeti batılılaşmayı esas almış yeni bir uygulama yapıyordu. Her şeye Anadolu’dan hicaz bölgesine hac için insanlar gitmiş olsaydı, Türkiye’de yaşananlar Arap toplumlarına aktarılabilirdi. Bu iki nedene dayalı olarak, Türkiye Cumhuriyeti Arabistan’a kapılarını kapattı.
11. Tek parti döneminde, Mustafa Kemal’in ortaya koyduğu Avrupa kapitalizmini hedefleyen görüşlerin dışındaki bütün görüşler yasaktı. Sol ideoloji, İslamcılık, Yahudilik, Hıristiyanlık, Zerdüştlük vs. Yani Anadolu’nun batı kapitalizmiyle özdeşleşmesini kabul etmeyen her türlü düşünce yasaklanmıştı. Bazen Mustafa Kemal görüşleri, taraftarlarını tespit için partilerin kurulmasına izin veriyor. Bakıyor ki, toplumda potansiyelleri var hemen kapatıyordu. İnsanların fikir özgürlü, siyasi özgürlükleri yoktu. Tek fikir serbestti, Mustafa Kemal’in fikirlerini, CHP’nin politikalarını savunmak. Aksi kesinlikle en şiddetli şekilde takibe uğrar. Fikirlerini toplumsal boyuta taşımak isteyenler cezalandırılırdı.
Belki Türkiye Cumhuriyetin ilk dönemi olan CHP’nin tek başına olduğu devre ait özellikler çoğaltılabilir. Ancak üzerinde durduğum özellikler konunun özünü teşkil ediyor. Konuların ayrıntıları bir yana, Türkiye cumhuriyetinin kuruluş felsefesi, ne kadar batılılaşma hareketleriyle devrimler yapmış olsa da, din eksenliydi. Kaldı ki, batılılaşma hareketleri sadece Türkiye Cumhuriyeti dönemine ait değildi. Geriye doğru baktığımızda, Osmanlı’nın son yüz, yüz elli yılı batılılaşma hareketleriyle geçmiştir. Osmanlı padişahları, sadrazamları her halükarda batılılaşmayı öne çıkarmışlardır. Her ne kadar Osmanlı içinde batılılaşmaya karşı çıkanlar olduysa da, sesleri batılılaşma yanlıları kadar çıkmamıştır. Balkan, hicaz, yemen, 1. Dünya savaşlarının ardından Osmanlı’nın yıkılışı, batılılaşmayı daha çok hızlandırmıştır. Türkiye cumhuriyetinin ilk dönemlerinde, Lozan anlaşmasıyla verilen tavizler, ülkenin sadece batılılaştırılması değil, düzen, yaşam olarak tamamen batı tipi hale getirilmesine çalışılmıştır. Ancak burada unutulmaması gereken husus, Türkiye Cumhuriyeti ne kadar batılılaşırsa batılılaşsın, İslam dinini, kendine özgü olarak müdafaa ve muhafaza etmeyi amaçlamıştır. Bu nedenle kurduğu diyanet teşkilatı, din okulları aracılığıyla hem dini kendi rengiyle bütünleştirmiş, hem de yaygınlaşmasını sağlamıştır.
Türkiye Cumhuriyetini kuran iradenin partisi olan CHP, tek parti yönetimi sırasında Avrupa kapitalizminden yana tavırlarıyla öne çıkmıştı. Ancak bu gün CHP, Avrupa kapitalizminden beslenirken, Avrupa solunun temsilciliğini yapıyor. CHP bu görüşleriyle Mustafa Kemal Atatürk’e ters düşüyor. Diğer taraftan toplumda gelişen ateist düşüncelere sahip olanlar CHP içinde toplanarak, CHP’nin tek parti dönemindeki dinsel yapısından ayrı düşüyorlardı. Tek parti dönemindeki CHP ile bugünkü CHP arasında tek tutarlılık, Alevilere karşı yürütülen politikalardır. Alevilerin kendine özgü ibadethaneleri, ibadetleri CHP tarafından hiçbir zaman İslam dininin ritüelleri olarak kabul edilmemektedir. Bugün aşırı Alevilerin, ateistlerin, diyanet kaldırılsın veya Alevilere de Sünnilere verilen haklar verilsin dendiğinde buna içten içe ilk karşı çıkan CHP’lilerdir. Bugün AKP bu yönde meclise yasa getirse, yasaya türlü bahaneler ileri sürerek hayır diyecekler yine CHP’lilerdir. Bahaneleri de genellikle Alevilere mesaj iletirmiş gibi, “bu haklar yetmez, onun için hayır dedik” diyeceklerdir. Aslında, içlerindeki gerçek düşünce, asla Aleviliği devletin dinsel göstergesi olarak görmedikleridir.
AKP, toplumun muhafazakâr Müslüman yapısına dayalı, Amerikan kapitalizmini öne çıkaran düşünce yapısıyla, kapitalizm noktasında Mustafa Kemal ile aynı noktadır. Mustafa Kemal Diyanet teşkilatını kurarak, iki Müslüman bilim adamına tefsir yazma talimatı vererek, hatta ilk baskı bedelini kendisi ödeyerek, toplumun muhafazakâr anlayışına karşı çıkmış, Müslümanlığın öğrenilmesi yönünde ciddi adımlar atmıştır. Dolayısıyla Mustafa Kemal ve CHP yönetimi, medrese anlayışındaki dinden uzaklaşıp, yeni bir din anlayışına sahip olarak, batılılaşmayı öne çıkarmıştır. Bu düşünce Osmanlı aydınlarının arasında tartışılan bir konudur. Batının tekniğini alalım, dinimize sahip çıkalım özündeki düşünce, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesidir. Ancak, yapılan uygulamalarda farklı algılar olmuştur. Din düşüncesi Bektaşi anlayışına sahip Mustafa Kemal, tamamıyla Sünni anlayışla bütünleşmiyordu. Bu nedenle yaşamını batılılar gibi ayarlamayı öne çıkarmıştı. Diğer taraftan diyanet işleri kurumunun ortaya koyduğu din, toplumun geleneksel din yapısıyla çatışıyordu. Medreselerin, tarikatların oluşturduğu din anlayışı ile diyanetin din anlayışı çatışıyordu. Eski geleneğe hâkim olan, Müslümanlar arasındaki tartışmalardaki restleşme, küfürleşme, kâfirlikle hüküm etme, burada da söz konusuydu. Toplumun muhafazakâr kesimleri diyaneti din anlayışına küfür olarak bakıyorlardı.
Bugün AKP’yi oluşturan düşüncenin temel yapısında da aynı şey var. Batının bilimini, tekniğini alalım, dinimize sahip çıkalım. Bu tez Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesinde de vardı. Yaklaşımlar yüzde yüz olmasa da, ilke aynıydı. AKP, laiklik kavramına yeni boyut getirerek, laikliğin dinlere özgürlük olarak kabul edilmesi için elinden gelen çabayı gösteriyor. Benzeri ifadeler Mustafa Kemal’de de mevcut. Bu nedenle AKP lideri Erdoğan, meydanlarda İnönücü CHP’yi vurgulayarak ki ona göre bugünkü CHP İnönücüdür. Mustafa Kemal Atatürk’e sahip çıkıyor. Birçok Müslüman bunun politik olarak söylendiğine inansa da, asılda Erdoğan bu görüşe inanıyor.
Cumhuriyetin kuruluşundan beri, Türkiye Cumhuriyetinin Osmanlının devamı olduğu görüşü, tezi, ülkenin kuruluş felsefesidir. Osmanlının neredeyse bütün kurumları devam etmiştir. Türkiye Cumhuriyetinin resmi tarihine göre, Osmanlının son padişahı ülkeyi batılılara satarak kaçmıştır. Bu söylemin artık doğru olmadığını çoğu tarihçi biliyor. Türkiye Cumhuriyeti yönetimleri bu tür söylemlerle yapacaklarına zemin hazırlamaktaydı. Belki bu tür söylemler politik olarak değerlendirilebilir. Zira politikacılar çıkarları için her şeyi ters yüz etmeyi becerebilirler. Ancak son Osmanlı padişahına karşı söylemler çoğaltılırken, tüm Osmanlı tarihi Türkiye Cumhuriyeti yönetimleri, özellikle Türkiye Cumhuriyetini kuranlar tarafından ret edilmemiştir. Bu nokta da AKP, konuyu daha ileri götürerek, hem Osmanlı’ya, hem Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesine sahip çıkmıştır. CHP bu nokta da kuruluş felsefesinden sapan bir parti olarak ortada boy göstermektedir.
AKP’nin toplumun yarısından oy alabilecek kapasiteye ulaşması, AKP yönetimlerinin arka planda birçok aydını, fikir adamını, siyasetle uğraşanları, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesine göre hareket edeceği teminatını vermiş olmasıdır. İşte bu nokta da, bir çok CHP’li AKP içinde buluşmuşlardır.
Amerika için, Türkiye Cumhuriyetinin rejiminin nasıl olduğu önemli değildir. Amerika tek konuya endekslidir. Nüfuz alanındaki ülkelerden çıkarları ne kadardır, ne kadarını alabilmektedir? Türkiye Cumhuriyeti, faşist, şeriatçı, demokratik, komünisti, sol, monarşiyle yönetilen bir ülke olsa Amerika için bir şey ifade etmez. Yeter ki ülke yöneticileri Amerikan’ın isteklerine evet desinler. Tabi bu evet, yüzde yüz Amerikan lehinde olmayabilir. Elbette evet diyen ülkeler de bazı çıkarlar sağlayacaktır. Ama çıkarın en büyük oranı Amerika’nın olacaktır.
AKP Türkiye Cumhuriyetinin, kuruluş felsefesine sıkı sıkıya sahip çıkmaktadır. Bunu Erdoğan konuşmalarında sürekli vurguluyor. AKP’nin bu politikası karşısında CHP gittikçe oy kaybederek marjinal bir partiye doğru gitmektedir. CHP içindeki bu sıkıntı, kendini sokaklara dökmektedir. Erdoğan canı istediğinde CHP’yi sokaklara dökecek söylemlerde bulunarak, CHP’yi çılgına çevirmektedir. Artık CHP eskisi gibi, devletin sahibi değildir.
1950 ve özellikle 1970’li yıllardan sonra gelişen Müslümanlar, değişik yapılanmalar sergileyerek kendilerini göstermektedirler. 1979 yılındaki İran devriminden sonra Müslümanların devlet fikri daha çok keskinleşmiştir. Ancak 1980 ihtilali, arkasından gelen ANAP politikaları, AKP politikaları, Müslümanların çoğunluğunu düzene adapte etmiştir. Artık bugün AKP içinde bulunan Müslümanlar, Türkiye Cumhuriyeti düzenini değiştirme yerine, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesini savunur hale gelmişlerdir.
Bu noktada, Kur’an-a göre dinini oluşturduğunu söyleyen Müslümanlar ne yapacaklardır? Bir zamanlar Türkiye Cumhuriyetini İslam dışı gören Müslümanlar, İslam’a dayalı bir düzen kurma fikirlerini yükseltirken, bugün onların çoğu, cumhuriyetin kuruluş felsefesini savunmaktadırlar. Müslümanların önünde iki problem vardır.
Birincisi; Türkiye Cumhuriyetinin resmi kurumu diyanetin ve okullarının topluma sunduğu din Kur’an-a uygun mudur?
İkincisi; Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesi içinde yer alan, batılılaşma, batı tipi düzen anlayışları İslam ile bağdaşmakta mıdır?
Diyanetin ve devletin resmi okullarının öğrettiği din Hanefi ağırlıklıdır. Kur’an-ın anlattığı din ise mezhepler üstündedir. Müslümanların tarihinde mezhepler, amaçlarının dışına çıkmış, düşünceleriyle, hukuk kurallarıyla yeni bir dine dönüşerek, İslam dininin önüne geçmiştir. Sadece Kur’an-a inanan Müslümanların bu tür din anlayışını kabul etmeleri imkânsızdır.
Cumhuriyetin kuruluşuna hâkim olan batılılaşma fikri ise, batı karşısında Anadolu Müslümanlarının asimile edilmesidir. Anadolu insanları düşünceleriyle, yaşamlarıyla batılılar gibi düşünmeye, yaşamaya başlamışlar. Bireycilik, hümanizm, kapitalizm, çıkarcılık topluma hâkim olmuş. Toplumdaki geleneksel değerler, dini değerler yok olmaya başlamıştır. Kur’an-a göre düşünen Müslümanların bu gelişmeleri kabul etmesi mümkün değildir. Müslümanlar, Müslüman toplumlarının batı karşısındaki ASİMİLASYONU asla kabul etmeleri mümkün değildir.
Bu nedenle Kur’an-a göre düşünen Müslümanların, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesiyle yetinmeleri, uzlaşmaları mümkün görünmemektedir.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.