- 834 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Şehrin Işıkları
Güneş dağların arkasına gizlenirken, Küçük çoban eve dönme vaktinin geldiğini anlıyor. Koyunlarını önüne katıp evin yolunu tutunca içi cız ediyor Küçük Çobanın. Henüz yedi yaşlarında bir çocuk. Küçük yüreği isteksiz atıyor. Yürüdüğü yollardaki tozlara karışmak, yok olmak mümkün olsa keşke.
Dağlarda koyunlarını otlattığı her gün, o gün akşam olmasın diye dua ediyor. Ne mümkün. Güneş her sabah müjde, her akşam hüzün getiriyor. Yine akşam, yine eve dönme vakti. Ayakları yolları ezberlemiş. Küçük yüreğinin karşı koymasına hiç aldırmadan yürüyor. Yol kenarında, boy verip tohuma durmuş otlara, üzerlerinde gezinen böceklere, sıra sıra dizilmiş karıncalara bile imreniyor.
Keşke, o da onlardan biri olsaydı, eve dönmek zorunda kalmasaydı. Yalnız kendi için üzülmüyor Küçük Çoban, koyunları da aynı durumdalar. Onlarda eve dönmek istemiyorlar. Bunu, koyunlarının tok oldukları halde, yol kenarındaki otları yemek için sık sık durmalarından anlıyor. Belli ki, onlarda eve dönmek istemedikleri için oyalanıyorlar. Ön tarafı yırtık, eski kundurasından bir taş ayakkabısının içine giriyor. Durup ayakkabısını çıkarırken kısık gözlerle yürüyeceği yola bakıyor. Doğrulup ayakkabısını silkelerken derin bir iç geçiriyor. Ayakkabısını giyip istemez adımlarla yürürken, yollar da ona inat kısalıyor.
Küçük tepenin son kıvrımından döndü bile. Şimdi eve giden dümdüz bir yol var. Her adımda yükü ağırlaşıyor. Korkusu isteksiz yavaş atan kalbini hızla çarptırmaya, çökmüş omuzlarını dikleştirmeye başlıyor. Dalgın gözleri çakmak çakmak açılırken beli bol geldiği için, bir iple bağladığı pantolonunu çekiştiriyor. Küçük yüzüne büyük gelen kasketini arkaya itiyor. Elindeki sopayı, elini acıtacak kadar sıkı tuttuğunun farkında bile değil. Koyunlarının sağa sola sapmadan aynı hizada yürüdüğünden emin olmalı. Bakışları, pürdikkat, Koyunlarının üzerinde.
Yine akşam, Güneş yeniden hüzün ve korku bırakıp dağların arkasına saklandı. Karanlık her yeri yavaş yavaş örterken Küçük Çobanın, ağasının evi sanki en zifiri karanlığa gömülmüş gibi. Akan burnunu koluna silerken adımlarını hızlandırıyor. Yine aklında aynı ürkütücü soru. Acaba Ağa, her akşam olduğu gibi bahçede onun gelmesini mi bekliyor?
Ağa, Küçük Çobanı bir yıl önce getirmişti buraya. Küçük Çoban daha önce Yaşlı bir kadının yanındaydı. Onun koyunlarını otlatırdı. Çok aksi. Çok sinirli bir ihtiyardı bu kadın. Köylü de onu sevmezdi, mecbur kalmadıkça yaklaşmazlardı ona. Hatta evinin yanından bile geçmek istemezlerdi. Çünkü bu ihtiyar kadının ağzından beddua eksik olmaz, kimseyi sevmez, olur olmaz bağırıp çağırır edepsiz laflar ederdi. Kadın erkek, köydeki birçok insan ondan az laf işitmemişti. Akla hayale gelmez suçlama ve iftiralarla benim diyen adamı bile utandırır bir köşeye sindirirdi.
Böylece zaman içinde etrafında tek dostu kalmamıştı. Kocası ölünce, oğlu ve gelini onun şerrinden kaçıp şehre yerleşmişlerdi. Yaşlı kadına göre oğlu gelini başta olmak üzere, tüm köylü düşmandı ona. Onun bu insanlara olan nefreti de, hep bu yüzdendi. Bu nedenle Küçük Çobanın, köyden kimselerle konuşmasını yasaklamıştı.
Küçük Çoban ona nine derdi. Bir keresinde köyden bir çocuğun, ninesinin elinden tutup gezdiğini ve bunu yaparken güldüğünü mutlu olduğunu görmüştü. Üstelik ninesi de ona güzel sözler söylüyordu. Fakat kendi ninesi çok farklıydı. Bu duruma bir anlam verememişti. Ona göre nine, korkunun adıydı. Çünkü bu ninenin elinde, silah gibi kullandığı bir bastonu vardı. Bu bastondan koyunlar gibi Küçük Çobanda bolca nasibini almıştı. Bazen “neden benden önce uyanmadın” diyerek indirirdi bastonu ayaklarına, beline. Bazen de “sürüyü aç mı getirdin eve! Neden samanı çok yiyorlar şimdi dayağı hak ettin derken, indiriverirdi bastonu.
Ya da tesadüfen de olsa Küçük Çobanın yanında köyden kimseyi görmüşse, bu da ona dayak atmak için iyi bir sebepti. İhtiyar kadının etrafındakilere saldırmak için bir bahanesi hep vardı.
En kötüsü de aç karna uyumaya çalışmaktı. İhtiyar kadın, ceza olsun diye, bazı akşamlar aç bırakırdı onu. Üstelik Küçük Çoban koyunlarıyla birlikte ağılda yatardı kış, yaz. Başının altına yastık diye eski çaputlarla doldurulmuş bir çuval, üzerine de ihtiyar kadının eski kilimlerini örtünürdü. Geçen yıl bitmişti her şey. İhtiyar kadın ölmüştü. O an, ne hissedeceğini bilmiyordu Küçük Çoban. Ninesi mi ölmüştü, yoksa korkuları mı? Emin olduğu tek şey, onu hiç özlemeyeceğiydi.
İhtiyar kadının oğlu annesinin defni için şehirden gelmişti. Fakat bir gün sonra şehre dönmek zorundaydı. Koyuna ihtiyacı yoktu. Hele fazladan bir çocuğa hiç ihtiyacı yoktu. O başındakilerden acizdi. Köyden bir akrabasına koyunları ve evi satmasını söyleyerek şehre döndü. Birkaç gün sonra koyunları satın almak isteyen bir ağa gelmişti. Ağa koyunlar için pazarlık yapıp anlaştı. Koyunları kamyonete koydular. O sırada Küçük Çoban boynu bükük, bir köşede bekliyordu. Köylülerden biri: “Ağam, bu koyunların çobanı, kimsesizdir. Eğer bir çobanın yoksa onu da al götür. Az yer, az uyur. Bizim ihtiyara dayandığına göre, senin her işini de kolaylıkla görür” deyince. Ağa da hiç düşünmeden: “atlasın arabaya demişti. Böylece son anda, Küçük Çobana da bir yuva bulunmuştu. Hem böylece kimsenin başına kalmamış oluyordu.
Küçük Çobanda sevinmişti bu işe, her yer bu evden daha iyiydi onun gözünde. Üstelik koyunların dan da ayrılmamıştı. Belki yeni yatağı daha sıcak, daha yumuşaktı. Belki aç karna ve ağrılar içinde uyumayacaktı. Yol boyunca hayaller kurup sevinmişti Küçük Çoban. Kamyonetin arkasında koyunlarının arasında gelmişti yeni evine. Eve yetiştikleri zaman akşam olmak üzereydi.
Ağa öyle cüsseli, öyle iriyarı bir adamdı ki, sanki koyun değil de saman torbası indirmişti arabadan. Sonra Ağa, kamyonetin içinde bekleyen şoförün ücretini ödeyip gönderdi. Burası, ıssız bir dağ yamacında, geniş bahçeli bir evdi. Toprak kerpiçten yapılmış bir ağılı vardı. Yine ağılın çevresi de düzenli bir çitle ayrılmıştı bahçenin içinden. Küçük Çoban arabadan indirilen koyunları ağılın bahçesine ustalıkla çabucak geçirmişti.
Ağanın evi üst köşedeydi. Üzeri kiremitli, önünde boylu boyunca balkonu vardı. Beş basamakla çıkılan yüksekçe bir balkondu. Evin avlusu alabildiğine genişti. Avlunun ortasında sadece yaşlı bir dut ağacı vardı. A
ğacın hemen altında bir tulumba duruyordu. Tulumbadan su çıkarmaya uğraşan beş yaşlarında kız çocuğu : “babam geldi! Ana! Babam geldi! Diye sevinçle bağırarak ağaya doğru koşarken, ağanın hanımı da çıktı evden, kızına: “Ayşe buraya gel diye bağırınca kız bir babasına bir anasına baktı. Ağada eliyle eve dönmesini işaret edince, çocuk isteksiz adımlarla döndü eve.
Ağa hanımına “hatun, sen bir kap yemek getir çobana, bizde hayvanları yemleyelim, uzak yoldan geldiler dedi. Sonra Ağa eliyle Küçük çobana yanına gelmesini işaret etti. Ağılın içine girdi ve: “bak işte burada kalacaksın diye gösterdi. Burası, ağılın girişinde tahtadan bir çitle koyunların yattığı bölümden ayrılmıştı. İçinde küçük bir sedir vardı. Sedirin üzerinde bir yastık, bir minder ve bir yogan katlanmış vaziyette duruyordu.
Ağa sedire oturup Küçük çobanı önünde durdurdu. Onun gözlerinin içine bakarak tane, tane konuştu: “bak Küçük çoban, eğer koyunlara iyi bakar ve sözümden çıkmazsan, yatacak yatağın, yiyecek ekmeğin olur. Benim üç kızım var. Onlar bahçede oynarken sakın ha onlara yaklaşma. Ancak hanımın çağırırsa hemen koş. Sabah erken kalkacaksın. İşin bitince ortalarda dolaşmayacaksın anlaşıldı mı? Küçük çoban itaatle başını öne doğru salladı. Ağa memnun olmuş görünüyordu: “Tamam. Şimdi otur yemeğini ye. Sonra da yat uyu. Sabah erkenden kalkıp, koyunları otlatmaya götürürsün dedi.
Küçük çoban o akşam, üşümeden rahat bir yatakta yattığı için çok mutluydu. Üstelik yatağının başında birde gaz lambası vardı. Ağanın hanımı lambayı nasıl yakıp söndürmesi gerektiğini de öğretişti. Ertesi gün koyunlarını erkenden alıp Ağasının gösterdiği tarafa götürdü. Bir günde koyunlarını otlattığı dağlara da alışmıştı. Geleli birkaç gün olmuştu. Her şey yolunda gidiyordu.
Sabahları eline verilen bir parça ekmeği yiyerek koyunlarını otlatmaya götürürdü. Gün boyu dağlarda sürüsünü otlatan Küçük Çoban, akşam olunca sürüsüyle birlikte evine dönüyordu. Ağanın hanımı, ona her akşam bir kap yemek, bir parça ekmek verirdi. Küçük Çoban ekmeğini yemeğini alıp, bahçenin bir köşesinde ya da yattığı ağılında yerdi. Sonra yemek kabını bahçedeki tulumbanın yanına bırakıp ağılda kendine ayrılan köşeye yatmaya çekilirdi.
Akşam olup yatağına geçince, gaz lambasının fitilini içine çekiyordu. Sonra, siyah isler çıkaran gaz lambasının titrek alevini seyrederken uykuya dalıyordu.
Fakat bu huzurlu günleri uzun sürmedi. Yine bir akşamüzeriydi. Koyunları eve henüz getirmişti. O sırada ağanın ortanca kızı, ablasının terliğini evin çatısına fırlatmıştı. Büyük kızın feryat figan ağlaması üzerine, Küçük Çoban dayanamayıp çatıya çıkmıştı. Kızın terliğini aşağıya atmış ve inip ağıla dönecekken büyük kız: "çoban! çoban! Baksana senin adın ne! diye seslenmişti.
Küçük Çoban adını bir an hatırlayamadı çünkü uzun zamandır adını söyleyen ya da soran olmamıştı. Nine ona anlamını bilmediği farklı isimlerle seslenirdi. Köylülerde ona bazen Ahmet bazen de Küçük Çoban derlerdi, “hım…. Diye düşünürken kızlarda kıkır kıkır gülmeye başlamıştı. Küçük çoban kızlara yaklaşarak: “adım Ahmet deyince kızlarda tanışma faslına devam etmişlerdi, ortanca: “benimki Elif. Büyük kız: benimki Emine" Küçük çoban parmağıyla işaret ederek: “Elif. Emine diye tekrar etti: kızlar bu tekrara da kahkahayla gülerken, evden çıkan Ağa bu manzara karşısında kızlarına öfkeyle: “içeri geçin lan! Diye bağırdı.
Kızlar korkudan sararmış bir şekilde, analarının yanına kaçınca. Küçük Çoban anlamıştı, büyük bir hata yaptığını. Oysa ağa, sıkı sıkıya tembih etmişti: “kızlarımın yanına asla yaklaşmayacaksın demişti. Küçük Çoban o gün, hiç unutamayacağı bir dayak yemişti ağadan. O günden sonra, ağa ya da hanımı çağırmadıkça yönünü bile dönmedi o tarafa. Buna rağmen ağanın hışmına uğramaktan, dayak yemekten kurtulamıyordu.
Yine eski karamsar ve korkulu günlerine dönmüştü. Sanki ıssız bir adada yaşıyormuş gibi yalnızdı. Küçük Çoban ailesini hiç hatırlamıyordu. Bir annesi, bir babası var mıydı? Varsa yaşıyorlar mı, yoksa ölmüşler mi? Bunu da bilmiyordu. Zaten bu konuyu da hiç düşünmemişti.
Fakat bir gün ağası eve yavru bir köpek getirdi. Yavru köpeği iple bir ağaca bağladı. Yavru köpek, gece boyunca ağlar gibi sesler çıkardı. Bahçenin dışına da, büyük bir köpek geldi. O da, acılar içindeymiş gibi havlıyordu. Sabah olunca, Küçük Çoban sürüsünü bahçeden çıkarırken hanımının, ağasına şöyle dediğini duymuştu: “bu yavru, sütten kesilmemiş belli ki. Bütün gece annesi için ağlayıp durdu. Annesi de ta nereden gelmiş yavrusu için. Keşke, biraz daha büyüyünce getirseydin. Anası buraya her gece gelip de yaygara koparırsa, vay halimize dedi.
Ağa öfkeyle: “bir şey olmaz, havlar, havlar gider diyerek bağırdı.
Oysa Küçük Çoban bu yavrunun da kendi gibi kimsesiz olduğunu düşünmüştü. Kimsesizlerin annesi olur muydu? Bu ne demek şimdi! Bu yavrunun bir annesi mi vardı? Küçük çoban bu düşünceler içindeyken hanımı seslendi:
“ hey Küçük Çoban gel ekmeğini al. Küçük çoban koşarak gitti hanımının yanına önce ekmeğini aldı, sonra dayanamayıp bir anda soruverdi:
“hanımım bu yavru köpeğin annesi var mı? Hanım’ı başını sallayarak:
“tövbe, tövbe anası olmasa kendi olur muydu? Hadi! Oyalanma işine git dedi. Küçük Çoban koşarak gitti sürüsünün başına. Sürüyü hemencecik toparlayıp sonra düştü dağ yoluna.
Sürü patikadan sıralıca geçerken ekmeğini küçük ısırıklarla yemeye başladı. Bir ısırık alıp çiğneyip yuttu. Sonra ikinci ısırık, tam çiğnemeye başlamıştı ki hanımının sesi yankılandı beyninde. “ anası olmasa kendi olur muydu? Öyleyse küçük çobanın anası olmasa kendi de olmazdı. Öyleyse Küçük çobanın da bir annesi olmalıydı. Ya annesi de kendini almak için yavru köpeğin annesi gibi ağlayıp yalvardıysa! Yoksa onu da bir ağaca mı bağlamışlardı? Yoksa annesi de ihtiyar kadının evine geçmeye korktuğu için mi? Onu bırakmıştı.
Küçük Çoban ağzında çiğnediği lokmayı yutarken acı hissetti. Önce boğazında, sonra içinde her yerinde, en çok da göğsünün içinde beliren bir sızı, neydi bu sızı, neydi bu acı, anlayamadı. Bu acıyı ağası onu tekmeleyerek dövdüğünde bile hissetmemişti. Ekmeği düştü elinden. İlk kez görüyormuş gibi baktı koyunlarına. Sürmelinin, Alacanın, Kınalının, hepsinin de baharda kuzuları olmuştu. Hepsi birer anaydı. Kuzular anaları olduğu için doğmuştu.
Öyleyse Küçük Çobanın anası neredeydi, kimdi. O gün dağlarda sürüsünü otlatırken hiç gülmedi Küçük Çoban, hiç oynamadı koyunlarıyla. Akşam olup eve dönünce de hissetti içindeki acıyı. O gece de İlk defa uyku tutmadı gözlerini. Anne köpek yine aynı yere gelip yalvardı, ağladı. Küçük çoban defalarca kalkıp yavru köpeğin yanına gitti. Onu çözüp annesine vermek istedi. Fakat korktu, yapamadı, ağa mutlaka anlayacaktı. Anlamasa da senin yüzünden kaçtı diyecekti. Dövecekti onu.
Sonunda ağıla geçip yorganı kafasına kadar çekti yavru köpeğin ve annesinin seslerini duymamak için kulaklarını kapadı. Sonra rüyasında yavru köpeğin yerinde kendini gördü. Ayağından bağlanmıştı. Annesi dışarıda yavrumu verin, yavrumu verin diye ağlıyordu. Sonra annesini sürükleyerek götürüyorlardı. Annesini sürükleyen bir nine oluyordu, bir Ağa. Ter içinde soluk soluğa uyanınca rüya gördüğünü anladı. Gördüğü rüyanın üstünde fazla durmadı, çünkü o sırada daha büyük bir sorunu vardı. Yine yatağını ve üzerini ıslatmıştı.
Bir çare aradı ağılın küçük penceresinden dışarı baktı. Ağa henüz çıkmamıştı. Karısı sacda ekmek pişiriyordu. Sedirin altından file torbayı çıkardı. Buruşmuş iki eski pantolondan yırtığı olmayanı alıp giydi. Ya bu ıslak pantolonu ne yapacaktı. O sırada ağanın sesini duydu. “ çoban nerede! Daha kalkmamış mı? Küçük Çoban ne yapacağını bilemiyordu. Islak pantolonu minderin altına koyup hemen dışarı fırladı.
Dağlar onun huzur duyduğu tek yerdi. Fakat artık orada da aklından çıkaramadığı sorular içini kemirip duruyordu. Anası neredeydi? Hep böyle mi yaşayacaktı? Neden kimsesizdi? Günler geceler böyle mutsuz geçerken bir gece, sağa sola dönüp durmuştu yine. Olmamıştı işte, bir türlü uyku tutmamıştı gözlerini. Artık, küçük ve karanlık ağıl köşesi, daha küçük daha karanlık geliyordu ona. Korkularını unutturmuştu içindeki huzursuzluk. Ağılın dışına çıkmıştı. Her yer karanlıktı. Yalnız ağanın evinde kısılmış bir gaz lambasının sönük ışığı görünüyordu, o da belli belirsiz.
Etrafta başka evde yoktu. Bir tarafta ardı ardına sıralanmış dağlar vardı. Küçük tepecikler halinde sıralanmış dağlar, gitgide yükseliyordu. Gündüz seve seve gezdiği dağın kıvrımları gece, pusuya yatmış canavarlar la doluydu sanki. İçinin ürperdiğini hissetti. Bir umut arar gibi, bir ışık aradı gözleri. Fakat diğer tarafa bakınca da korktu. O tarafta da uçsuz bucaksız tarlalar vardı. Gündüz olsa korkması için hiçbir neden yoktu. Fakat ara ara tarlaların arasına ekilmiş dut ağaçları da, karanlıkta nöbet bekleyen canavarlara benziyordu. Hele dikkatli bakınca hareket ettiklerine yemin edebilirdi. İyi ki her yeri avucunun içi gibi biliyordu. Eğer bilmeseydi en kötüsü ağılın az uzağında duran çalı yığınıydı. Öylesine karanlıktı ki, arkasında bir kısım yaratıkların saklanmış olması içten değildi.
Vazgeçmedi. Bir ışık bulmalıydı. Ağasının evindeki kısık ışığa baktı. Oraya bakınca da içi ürperdi. Hangi canavar bir ağadan daha ürpertici olabilir diki? Sonra başını gökyüzüne çevirdi. Orada milyonlarca ışık yanıyordu. Bunların yıldız olduğunu biliyordu, erişilmez olduklarını da. Yinede doya doya seyretmek istemişti. Nereden daha iyi görünür? Nasıl daha yakın olunurdu yıldızlara?
Evet! Ağılın çatısına çıkmalıydı, üstelik çatıya dayalı bir tahta merdiven vardı. Hemen tırmandı Küçük Çoban. Bir süre seyretti yıldızları. İçindeki sızının hafiflediğini hissetti. Sonra gözü, uzaklarda ama yıldızlardan daha aşağılarda görünen ışıklara takıldı. Şaşırdı Küçük Çoban. Bunlar nasıl yıldızlardı böyle? Güneş dese, değildi. Yıldız dese, yıldıza da benzemiyordu.
Artık içindeki acıyı büsbütün unutan Küçük Çobanın aklı, merakla tutuşmaya başladı. Bir gece, iki gece derken bir sabah dayanamayıp ağanın hanımına sordu: “ hanımım, gece şu dağların üzerinde koca koca kandiller yanıyordu. Onlar yıldız mıydı? Diye. Hanımı sac üzerindeki ekmeği çevirirken birden durakladı. Derin bir iç geçirdikten sonra: “ yok be Küçük Çoban, onlar yıldız değil. Onlar şehrin ışıkları. O ışıklar bizimkilere benzemez. Orada her yer gündüz gibi aydınlıktır. Gerçi şehrin insanları da bize benzemez. Bizim gibi erkenden yatmazlar. Gece boyunca eğlenir, şarkı söyler, yer içerler. Onlar için hayat hep güzeldir derken sac üzerindeki ekmeği çevirmeyi unutmuştu. Aman be Küçük Çoban, nereden nereye gittim. Haydi! Beni oyalama. Sende işine bak derken bir tarafı yanık ekmeği uzattı.
Küçük Çoban sorusuna bir cevap bulmuştu ama bu cevap aklında onlarca yeni soru oluşturdu. O gün iple çekti akşamı. Akşam olup el ayak çekilince ağılın çatısına çıktı ve Şehrin Işıklarını seyretmeye başladı. Öylesine parlak ve büyük ışıklardı ki dikkatli bakınca büyüyorlardı sanki. Hanımı orada herkesin mutlu olduğunu söylemişti. Gözünde mutlu insanları canlandırmaya çalıştı. O ışıkların altında dans eden, oynayan rengarenk elbiseleri olan mutlu çocuklar hayal etti.
Sonra ağanın çocuklarının elinde gördüğü şekerleri, balonları hayal etti. Orada herkes mutluydu öyleyse orada, herkesin güzel elbisesi, rengarenk şekerleri, balonları olmalıydı. Hem oradaki çocukların mutlaka anneleri de vardı. Tabi, hepsi mutlu olduğuna göre, anneleri mutlaka yanlarında olmalıydı. En büyük ışığın olduğu yerde, en mutlu insanlar olduğuna inandı. Her ışık kümesine başka mutlu hayaller kurdu ve her hayaline de kesinlikle inandı.
Artık her akşam şehrin ışıklarını seyrediyor, sanki kendi de oradaymış gibi mutlu oluyordu. Bazen ağılın çatısında uyuklayıp gece zifiri karanlıkta korkuyla uyanıyordu. Bir süre sonra Şehrin Işıkları altında yaşayan çocukları, insanları, özlemeye hatta gerçekte onların yanında olamadığını düşündükçe kıskanmaya başlamıştı. Tüm mutlu çocuklar anneleriyle birlikte orada, fakat kendi, yalnız ve mutsuzdu.
Bir yolunu bulup oraya gitmeli annesine, şekerlerine, balonlarına, güzel elbiselerine, sıcak yatağına, arkadaşlarına kavuşmalıydı ama nasıl? Günler birbirini kovaladı. İçindeki hasret gitgide büyüdü. Artık tek düşüncesi şehre nasıl gideceğiydi. Bu düşünceler yalnız ruhunda, iyice yer etmiş ve hayalle gerçeği karıştırmaya başlamıştı. Bu nedenle sık sık hata yapıp ağanın öfkesini üzerine çekiyordu. Her defasında dayak yemekten sırtı bile nasırlaşmıştı.
Dağda koyunlarını otlatırken rahat rahat hayal dünyasında yaşıyor, akşam karanlığı çökmeye başlayınca bunun gerçek hayatı olmadığıyla istemeden de olsa yüzleşiyordu. Eve yaklaştıkça hayalden tamamen sıyrılıp kendini acının ve korkunun bilinmez karanlığına teslim ediyordu. İşte bu günde karanlık ve yalnızlığına yürüyordu. Acılar içinde yutamadığı lokmalarını Garip’e yani evin yavru köpeğine verecek, ondan gördüğü şefkatle teselli olacaktı.
Sonra şehrin ışıklarına bakıp, mutlu hayaller de gezinecekti. Sonra çatıda uyuyup kalmamak için, istemeden veda edecekti şehrin mutlu çocuklarına. Başını yastığa koyunca da bir süre şehre gitme planları yapacaktı. Sonra yorgun ağrılar içindeki bedeni uykuya yenik düşecekti. Ya rüyaları! Uyumakla sönmüyordu ki şehrin ışıkları. Aksine gittikçe büyüyordu, içine çekiyordu onu. Bir parıltı, bir ışık yağmuru ve ardından şehrin mutlu çocuklarının kahkaha ve şarkı sesleri. Küçük çoban sevinçle koşuyordu, mutlu çocukların yanına, kimi şekerini uzatıyordu ona, kimi oynamak için elinden tutup koşmak istiyordu.
Sonra bir el okşuyordu başını. Tatlı bir ses: “canım oğlum diyordu. Kafasını kaldırıp bakınca, yüzünde milyonlarca gül açmışçasına gülümseyen annesini görüyordu. Sonra arkadaşlarıyla koşup oynuyordu. Sanki bulutların üzerinde gezinir gibi, hafif ve mutluydu. Sanki Ilık bir bahar sabahı gibi yumuşak bir kucaktaydı. Her yer şefkat, her yer emniyet, her yer mutluluktu.
Ya sonra? Koyunlarının yalamasıyla uyanacak, altına ıslattığı belli olmasın diye, bir sabah önce minderinin altına sakladığı ıslak pantolonu çıkarıp giyecekti. Küçük çoban o akşamda, eve dönerken güneşe kızıyordu. Sanki ne vardı? Neden dağların arkasına saklanıp duruyordu? Belki biraz daha vakti olsa, o eve hiç dönmeyecek şehre gitmenin bir yolunu bulacaktı. Her akşam karar veriyordu şehre gitmeye. Fakat bir türlü cesaret edemiyordu. Ya ağası görürse! Ya koyunlara bir şey olursa! Sonra ağası ona hesap sormaz mıydı? Öfkeyle gürleyip onu tekmeleyerek dövmez miydi? Beklide onu ceza olsun diye kulaklarından duvara çivilerdi. Çünkü ağası ona kızınca bunu hep söylerdi.
Nihayet eve gelmişti. Dış kapı açıktı. Koyunlar artık kendi evlerinin neresi olduğunu biliyorlardı. Başka yöne sapmadan doğru ağılın içine doluştular. Anlaşılan koyunlar da Küçük Çoban kadar uslu ve itaatkardı. Sanki onlarda ağanın hışmından korkuyorlardı. Küçük çoban koyunlara su vermek için ağılın kapısı önünde duran kovayı aldı. Tulumbaya yönelince o sırada elini yüzünü yıkayan ağanın, onu görmezden gelip evine geçmesini ne çok isterdi.
Ağa eşine: sen eve geç, yemek koy ben geliyorum dedi. Küçük çoban endişeliydi, korkuyordu fakat yapması gerekeni biliyordu. Koşarak tulumbanın başına gitti. Tulumbanın altına koyduğu kovayı suyla doldurdu. Sonra kovayı alıp yalpalayarak ve suyu üzerine dökerek götürmeye çalıştı. Ağada hanımının uzattığı havluyla elini yüzünü kurutmuş gömleğinin kolunu indirip düzeltiyordu. Karısı eve girip kapıyı kapatınca ağa bakışlarını Küçük Çobana yöneltti. Küçük Çoban kovadaki suyu tekneye boşaltıp yeniden tulumbanın yanına geldi.
Tam su çekmeye başlayacağı sırada, Ağa, Küçük Çobanı kolundan yakaladı: “gel buraya derken sesinin tonunda tehdit vardı: “ Yarın bu köpeğin kulaklarını keseceksin tamam mı? Yavuz bir köpek olması için önce kulaklarının iyi duyması lazım anladın mı? Dedi.
Küçük çobanın kara gözleri dehşet içinde kocaman açıldı. Ağa önce Küçük çobanın başını okşadı, ardından ellerini sinsice onun kulaklarına götürdü, acıtacak kadar ovuşturup: ne var lan! Korktun mu? Bakalım senin kulakların iyi duyuyor mu? Derken küçük çobanın kulaklarından tutup havaya kaldırdı. Küçük çoban bu beklenmedik saldırılara sık sık maruz kalsa da, her seferinde korku ve hayrete düşüyordu. Dudakları titredi bir şey diyemeden ağa onu yere indirdi ve elinin izi kalacak şekilde bir tokat attı yüzüne. Sonra arkadan bir tekme savururken: gavat oğlu gavat diye bağırdı.
Küçük Çoban bu tekmelerden kaçması gerektiğini öğrenmişti. Biraz çekilince tam olarak kurtulamasada tekmenin acısı da azalıyordu. Ağa kendi kendine söylenip gülerek evine geçti. Evin içinde gürleyen sesi dışarıdan duyuluyordu, fakat bu sevgi gösterisi mi yoksa kavga gürültüsü mü belli değildi.
Küçük Çoban son kovayı tekneye boşaltırken düşünüyordu. (gavat oğlu gavat ne demekti yoksa bu ağa onun babasını tanıyor muydu?) sonra o evin içinde olmadığı için, şanslı olduğunu düşündü. Fakat Ağanın söyledikleri yani Garip’e yapmasını istediği şey! Doğru olamazdı. Az sonra akşam yemeğini vermek üzere balkonda onu bekleyen Hanımının yanına koştu. Hanımı ona: “Aman! Küçük Çoban, köpeğin kulaklarını çocuklar uyanmadan çok erkenden kesin. En iyisi onu buradan biraz uzağa götürün. Kulaklarını keserken avaz avaz bağırır şimdi bu. Hem ağan kulaklarını kesiverince bahçenin dışında bir yere göm kulakları demez mi? Bu sözler üzerine Küçük Çoban ne diyeceğini ne yapacağını bilemedi. Fakat hatırlamıştı. İhtiyar kadının yanındayken köydeki bazı köpeklerin kulaklarının olmadığını hatırlamıştı. Bu nasıl olurdu, bu yavruya böyle bir şeyin yapılmasına izin veremezdi.
Nihayet o akşam da el ayak çekilmişti. Garip hala ağaca bağlıydı. Annesi garipten umudu kesmişti, artık gelmiyordu. Küçük Çoban ekmeğinin bir kısmını Garip’e ayırmıştı. Hanımı ona da ekmek veriyordu ama olsun, ekmeğini paylaşmak istiyordu onunla. Garip henüz çok küçüktü. Başına geleceklerden habersiz iştahla yiyordu elindeki ekmeği. Küçük Çoban kendini hiç olmadığı kadar çaresiz hissediyordu. Garip’i okşadı sevdi. Onun için gözyaşı döktü. Çok üzgündü ne yapacağını bilemiyordu. Sonra birden aklına şehrin ışıkları geldi. Belki orada ki arkadaşlarına anlatabilirdi derdini. Belki annesi söylerdi ne yapması gerektiğini.
Hemen ağılın çatısına çıktı. Oturup şehrin ışıklarını seyretmeye başladı. Bir müddet sonra büyüdü şehrin ışıkları. Küçük Çobanın üzerini önce bir ışık bulutu kapladı, sonra yağmur yağıyormuşçasına ışık yağmaya başladı. Bir anda annesinin karşısında buldu kendini. Annesi gözlerinin içine baktı: gel oğlum gel artık dedi. Sonra arkadaşları sardı etrafını: hadi! Gel! Hadi gel! Diyerek hepsi birden ellerini uzatıyorlardı ona.
Birden Garip’in sesiyle irkildi. Kısa süre uyuklamıştı fakat bunun ayrımını yapamadı, beklide yapmak istemedi. Sanki Garip’te ona bir şey söylemek istemişti. Küçük Çoban silkelendi sanki bir anlık uykudan değil de tüm hayatından uyanmıştı. Anlamıştı. Artık ne yapması gerektiğini biliyordu. Hemen şimdi çekip gitmeliydi. Şehrin ışıklarına, annesine, arkadaşlarına, huzura, emniyete kavuşmalıydı. Garip’te bunu söylemişti: “annelerimiz bize gelemiyorsa biz onlara gidelim demişti. Daha ne bekliyordu ki?
Aceleyle çatıdan indi. Önce koyunlarının yanına geçti. Onlara veda etti. Sedirin altından elbiselerinin bulunduğu file torbayı çıkardı. Fakat Garip’i nasıl taşıyacaktı? Bunu düşününce torbayı bıraktı. Sonra dışarı çıkıp ağanın evine baktı. Zaten onlar ışıklarını kısalı saatler olmuştu. Mutlaka uyuyorlardı. Garip’in ipini çözdü. Onu kucağına aldı. Ağası şehre, tarlaların arasındaki toprak yoldan gidiyordu. Eğer şehre kaçtığını anlarsa, yolu takip ederek onu yakalayabilirdi. Bu nedenle tarlalardan gidecekti. Eğer şehrin ışıkları sönmeden yetişirse yolunu bulması zor olmayacaktı. Tek yapması gereken şey, şehrin ışıklarına doğru koşmaktı.
Tarlalar hasat edileli uzun zaman olmuştu. Bazı tarlalar sürülmüştü. Toprak büyük parçalara bölünmüştü. Buralardan koşmak bir yana, yürümek bile çok zordu. Fakat Küçük Çoban kurtuluşa koşuyordu, şimdi engeller küçülmüş o, büyümüştü sanki.
Bir süre sonra karanlığa alışan gözleri rahat görmeye başlamıştı. Hatta gece bakmaya korktuğu tarla kenarlarındaki ağaçlar bile ona güven veriyordu. Yetiştiği her ağaçta, bir tarlayı daha geçtiğini ve yolunun biraz daha azaldığını anlıyordu. Ayaklarının acıdığını hissedene kadar, kalbinin atışlarını boğazında hissedene kadar koştu. Durmak istemezdi ama vücudu onu dinlemiyordu. Keşke kuş olup uçabilseydi. Keşke gördüğü rüyalardan hiç uyanmasaydı. Neden yorulmuştu sanki.
Yine bir ağacı geçince durdu. Dönüp arkaya bakmadı hiç. Arkaya bakmaya cesareti de, isteği de yoktu ki! Geride bırakmalıydı her şeyi, endişeyi, korkuyu, yalnızlığı, ağayı, tüm yaşadıklarını her şeyi geride bırakmalıydı. Garip’ten de çıt çıkmıyordu, debelenmiyordu Küçük Çobanın kucağında. Onunda tek isteği şehre gitmekti. Bu nedenle uslu uslu duruyordu. Küçük çoban, Garip’i kucağından indirmeden soluklanmaya çalıştı. Göğsü yanmadan nefes alıp verince, ayaklarındaki yük biraz hafifleyince belini doğrultup karşıya baktı.
Fakat şehrin ışıkları hala çok uzak görünüyordu. O güne kadar batmasını istemediği Güneş’in şimdi doğmasını istemiyordu. Şehrin ışıkları sönmeden, Ağa evden kaçtığını anlamadan yetişmeliydi. Annesine, arkadaşlarına, şehrin mutlu insanlarına kavuşmalıydı. Güneş! Ne olur şimdi doğma diye yalvardı içinden. Sonra sağına soluna baktı, korkuyor muydu yoksa? Bir keresinde Nineye karanlıktan korktuğunu söylemişti. Oda kızarak: “korkacak ne varmış! Gündüz ne varsa gecede o var demişti.
Garip’e baktı onu yüzüne yaklaştırdı: “korkma garip ben yanındayım, hem korkacak bir şey yok, gündüz ne varsa gecede o var, dedi. O zamanlarda bu söze pek güvenmemişti hatta ninenin de karanlıktan korktuğunu düşünmüştü. Fakat şimdi güvenmeliydi.
Sonra başını kaldırıp şehrin ışıklarına baktı ve yeniden koşmaya başladı. Bazen içini ot bürümüş kuru hendeklerden geçiyordu. Eğer hendek yüksekse, içine atlayıp Garip’i karşıya bırakıyor, kökü sağlam otlara tutunarak kendide karşıya geçiyordu. O sırada Garip sessizce olduğu yerde bekliyordu. Böylece uzun süre kah koşarak, kah yürüyerek ilerledi.
Bir köyün yanından geçiyordu. Köyle arasında birkaç boş tarla mesafe vardı. Köy umurunda değildi, yalnızca sessizce geçip gidecekti. Hedefi belliydi, şehrin ışıkları. Belki köyde bu saatlerde uyumayan birileri olabilirdi. Karanlık ta olsa onu fark edebilirdi. Bu nedenle geçtiği tarlanın başındaki hendeğin içinden yürüyordu. O sırada köyün içinden bir gurup köpeğin havlayarak kendine doğru koştuğunu anladı. Hemen, hendekten dışarı fırladı. Hızla koşmaya başladı. Ayağı takılıp düşünce, yerdeki çerçöp elini yüzünü acılar içinde bıraktı, ellerine diken dolmuştu.
Vakit kaybetmeden ayağa kalkıp yine hızla koşmaya başladı. Garip’in de canı yanmış olacaktı o da bir süre söylendi durdu. Köpeklerin havlama sesi gittikçe yaklaşıyordu. Küçük Çoban öylesine korkmuştu ki ne acı hissediyordu ne de yorgunluk. Önüne çıkan hendeği bile düşünmeden atlayarak geçti. Hızla koşarken, artık köpeklerin sesinin, geriden geldiğini anladı. Dönüp arkasına bakınca köpeklerin durdukları yerde havladıklarını gördü. Köyün hizasını geçmişti. Bu nedenle köpekler vazgeçmiş olmalıydı. Nihayet biraz soluklanabilecekti.
Fakat bir köpek tekrar harekete geçti. Hızla ona doğru koşuyordu. Diğerleri vazgeçmiş dönüyorken bu köpek neden peşini bırakmamıştı. Küçük çoban tekrar can havliyle koşmaya başladı. Bir süre sonra önüne koca bir su kanalı çıktı. Karşıya geçmeliydi fakat köprü falan görünmüyordu. Bir süre kanalı takip ederek koştu. Artık yolun sonuna gelmişti galiba. Çünkü koşacak dermanı kalmamıştı. Üstelik su kanalı yüzünden hedefine doğru da koşamıyordu. Bu baş belası köpek vazgeçmeyecekti. Durdu Küçük Çoban, yere çöktü. Yavru köpeğe sarılmış halde gözlerini kapayıp bekledi. Kalbi yerinden çıkacak gibi atıyordu. Köpek onu yakalamıştı. Belki birazdan diğer köpeklerde gelecekti. Korkusunu bir kenara bırakmış onu bekleyen sona teslim olmuştu.
Fakat bu canavar köpek, neden hala onu ısırmamıştı. Köpeğin soluğunu bir an yüzünde hissetti nefes alış verişini duyuyordu. O da kendi gibi soluk soluğa kalmıştı. Ne bekliyordu köpek, arkadaşlarının gelmesini mi? Yavru köpek sesler çıkarıyordu. Küçük Çoban, ellerine değen köpek dilini hissedince gözlerini açtı. Aman Allah’ım bu köpek Garip’i yalıyordu. Evet! Bu Garip’i almak için bahçenin dışında saatlerce yalvaran köpekti. Bu onun annesiydi!
Küçük çoban ellerini gevşetti. Garip kucağından indi. Annesi bir süre Garip’i yaladı, kokladı. Sonra onu alıp köye doğru yürümeye başladı. Küçük çoban Garip için sevinmesi gerektiğini biliyordu fakat kendi, can yoldaşını dayanağını kaybetmişti. Tek başına gidebilecek miydi? Güneşin doğmasına az kalmıştı, tan yerinde, bir kızıllık belirmişti. Hafif bir esinti tüylerini ürpertmeye yetti, üşüdü. Ellerinin acısını yüzündeki yanmayı hissetti. Elini, yüzündeki çiziklerde gezdirdi. Canı yanıyordu ama bir yandan bir uyuşukluk hali çöktü üzerine. Artık ne olursa olsundu. Yere uzandı, ayaklarını karnına doğru çekip iyice büzüştü, gözlerini kapadı. Artık hiçbir şey düşünemiyordu...
Bir gürültüyle uyanan Küçük Çoban, gözlerini ovuşturarak kalktı. Bir süre uyumuş olacaktı, güneş ilk ışıklarını dünyaya göndermişti. Etrafta kimse yoktu. Yaşadıklarını hatırladı, sonra bir ses daha duydu. Bu bir araba sesiydi. Gece asfalt yolun yanına kadar gelmiş olduğunu anladı. Ağa evden kaçtığını yeni anlamıştı belki. Belki koyunlar ağılda sessizce durmuşlar, ağada onun koyunlarla beraber dağa gittiğini zannetmişti. Belki şu anda sadece Garip’in evden kaçtığını sanıyordu.
Bu düşünceleri bir yana bırakıp tarlayla yol arasındaki hendeği geçip yola çıktı. Bir müddet yol kenarından yürüdü. Yanında bir arabanın yavaşladığını anlayınca, korku ve ümitle baktı. Kamyon şoförü: "nereye gidiyorsun evlat" diye açık camdan seslendi. Küçük çoban şehri gösterdi eliyle. Bu arada şehrin evlerinin, ışıklar söndüğü halde gözle görüldüğünü anladı. “Atla öyleyse, diyen şoföre gülümseyerek baktı. Şoför eliyle diğer kapıyı işaret etti. Açılan kapıya doğru koştu. Biri daha vardı. O da kamyona binmesine yardım etti. Şoför tam gaz giderken: neden şehre gidiyorsun, kime gidiyorsun diye sordu. Küçük çobanın kalbi bu defa heyecandan pır pır atıyordu:
“şehirde anam var, ben onun yanına gideceğim dedi. Sonra bir an duraklayıp düşündü.
Şimdi bu şoföre anlatsa, şehrin ışıklarını, orada kendini bekleyen mutlu çocukları, şekerlerini, balonlarını anlatsa acaba onu anlar mıydı? Oraya gidince nasıl mutlu olacağını anlatsa, anasının, arkadaşlarının onu beklediğini, onu çağırdıklarını anlatsa inanır mıydı?
Şoför yine sordu: evden kaçmadın değil mi? Küçük Çoban bu soruya cevap veremedi. Şoför: baban kim, kimlerdensin, hangi köydensin diye peş peşe sorunca Küçük Çoban cevap vermesi gerektiğini anladı: "gavat, babamın adı gavat" dedi. Şoför ve yanındaki kahkahayla gülerken: "emin misin babanın adı gavat mı? Yoksa baban seni dövdü mü? Ona kızgınsın galiba ama ayıp ediyorsun insan babasına öyle demez" dediler: "benim babam yok" dedi utanmış, kısık bir sesle, sonra: “ama ağam bana hep, gavat oğlu gavat derdi. Herhalde babamı tanıyordu" dedi.
Şoför hala gülerken kamyonu kenara çekip durdurdu: "bak oğlum, sen ananın yanına gidince babanın adını bir sor, en iyi o bilir. Biz şehre girmiyoruz. Şu köşede bekle dolmuşlar buradan geçer, hangi mahalleye gideceksen oraya giden dolmuşa binersin dedi. Küçük çoban şaşkınlıkla kamyondan indi. Şehrin evleri çok yakınındaydı.
Yürüdü, yürüdü… Kalabalık caddelere yetişinceye kadar yürüdü. Gördüğü her şey ona yabancıydı. Sağa sola bakmaktan ne kadar yürüdüğünün farkında bile olmamıştı. İnsanlar bir yerlere koşturup duruyorlardı. Arabalardan gelen korna sesleri, insanların sesleri, polis arabasından gelen anons ve nereden geldiğini anlamadığı bir yığın ses. Anlam veremediği bu sesleri uğultu halinde duyuyordu. Şaşkındı, ne yöne bakacağını bilemeden bir o tarafa bir bu tarafa gidiyordu. Kalabalık insan selinin, bir düğüne ya da bir cenaze evine gidebileceğini düşündü önce. Bir süre takip etti. Fakat sonra bazıları ayrılıyor, farklı yönlere gidiyordu. Sonra başka başka insanlar görüyordu etrafında.
Çocuklarının elinden sıkıca tutmuş bir ana baba gördü. Bunu neden yaptığını bilmiyordu ama onları takip etmeye, gözden kaçırmamaya çalışıyordu. Uzun süre takip etti onları. Kalabalık kaldırımdan çıkan aile, bir ara sokağa daldı. Kendide peşlerindeydi. Onları daha rahat görebiliyor, daha yakından yürüyebiliyordu. Aile bir kapının önüne gelince durdu. Onlar zile basıp kapının açılmasını beklerken, Küçük Çoban kaldırım kenarındaki duvara yaslanmış onları seyrediyordu.
Çocuklardan biri onu işaret ederek: baba! Şu pis çocuk var ya, deminden beri bizi takip ediyor" dedi. O sırada kapı açıldı, babası çocuğa: "boş ver oğlum dilenci herhalde" derken içeri geçip kapıyı kapadılar.
Küçük çoban yorgundu, açtı fakat merakı ve arayışı ona her şeyi unutturuyordu. Bir tanıdık aradı. İçinde, anasının bir yerden aniden çıkıp kendini bulacağı umudu vardı. Belki de onu çağıran arkadaşları çıkacaktı bir yerden. Kaç caddeden geçti, ne kadar yürüdü bilinmez. Yorgunluk açlık ve susuzluktan tükenmişken yolu bir parka düştü. Ağaçları çimenleri görünce sevindi. Burası ninenin yanındayken koyunlarını otlattığı meraya benziyordu. Bitkin düşmüştü ama bir tanıdık yer bulmanın huzuru içindeydi.
Çimenlerin arasında duran bir ağaca yaslanıp oturdu. Önce vücudundaki ağrıları hissetti, sonra derin ve kasvetli bir uykuya daldı. Nineyi gördü rüyasında, ağlıyordu nine. Karanlık bir kuyudaydı. Kendinin elinde tuttuğu bir ışık vardı. Onu nineye vermek istiyordu. Işığı bırakıyordu kuyuya, fakat ışık sönüyordu nineye ulaşmadan. Sonra Garip’i ve annesini görüyordu. Ağa Garip’in kulağını kesmek için yaklaştığı sırada Garip’in annesi, Ağayı ısırıyordu. Ağa yalvarıyordu, ağlıyordu, sonra kendine dönerek: “senin yüzünden! Senin yüzünden! Diye bağırarak uzaklaşıyor, kayboluyordu. Sonra dağlarda yolunu kaybettiğini, uzun süre yolunu bulmaya çalıştığını görüyordu. Sonra bir anda karanlıkta tarlalarda koştuğunu görüyordu, fakat şehrin ışıkları yoktu. Ne yöne baksa karanlıktı. Kendi etrafında döndü, şehrin ışıklarını arıyordu ve bir ışık gördü. Kısık bir lambanın cama vuran güçsüz ışığı, olamaz! Bu ağanın eviydi. Ter ve ateşler içinde uyandı.
Sesler geliyordu. Önce açlığını hatırladı, sonra yaşadıklarını ve şu anda şehirde olduğunu!
Sesleri dinledi. Bu sesler tanıdıktı. Bu sesler şehrin mutlu çocuklarının sesleriydi! Etrafına baktı, akşamdı fakat her yer gündüz gibi aydınlıktı.
Evet! Şehrin ışıkları işte tam olması gereken yerdeydi! Şimdi annesini, arkadaşlarını bulacaktı. Rengarenk şekerlerine, balonlarına, güzel elbiselerine kavuşacaktı. Şehrin mutlu çocukları onu hemen tanıyacaktı! “Şehrin ışıkları! Şehrin ışıkları! Diyerek koştu. Koşarken sevinçle etrafı gündüz gibi aydınlatan sokak lambalarına bakıyordu. Yoksa gördükleri yine bir rüya mıydı?
Hayır! bu bir rüya değildi, işte az ötede şehrin mutlu çocukları oyunlar oynuyorlardı. Salıncakta sallanan çocukların yanına gelmişti. Gülümseyerek baktı onlara, fakat sanki onu görmüyorlardı. Sonra kaykaya binen çocukları gördü. Onların yanına koştu. Kaykayın en başında duran çocuk kendini bırakmak üzereyken aşağıda bekleyen kardeşine sesleniyordu: “haydi korkma sende gel! bak çok eğlenceli diyerek bir anda aşağıya kadar kaykaydan süzüldü ve tekrar koşarak kaykayın merdivenlerini çıktı. Küçük Çoban bu teklifin kendine yapıldığını sandı. Hemen çocuğun arkasından merdivenleri çıktı. Kaykaydan aşağı sevinçle kaydı. Biraz acele ettiği için öndeki çocuğa çarpmıştı. Çocuğun canı yanmamıştı ama onu görünce: baba! Diye avazı çıktığı kadar bağırdı. Babası koşarak geldi. Küçük çoban hala gülümserken ne olduğunu anlayamadan onu sarsıp tokatladı ve: "defol buradan! Pis serseri! Adi Sokak çocuğu!" Diye bağırdı. Küçük çoban gerisin geri yürürken şaşkınlık ve hayal kırıklığı ile kocaman açılan gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Bu nasıl olur, onu tanımamışlardı?
Arkasını dönüp hızla koşmaya başladı. Burası değildi demek yanlış gelmişti! Koştu hangi ışıktı annesini gördüğü! Arkadaşlarını gördüğü hangi ışıktı! Park’tan çıkıp cadde de koşmaya başladı. Yolun karşısında yürüyen iki çocuk gördü. Beklide onlar kendini tanıyacaklardı. Yanlarına gitmeye karar vermişken, çocukların önlerinde giden yaşlı adamı gördü. Adam zor yürüyordu ve o anda büsbütün yere devrildi. Çocuklar eğilip adamın ceplerinden bir şey aldılar. Sonra çocuklardan biri, hala yerde yatan adamı tekmeleyerek: “pis sarhoş dedi ve koşarak oradan uzaklaştılar.
Küçük Çoban bir kez daha hayal kırıklığına uğramıştı. Artık açlığını ve vücudundaki ağrıları dayanılmaz olmaya başlamıştı. Yürüdü sokak lambalarına rengarenk ışık saçan dükkanlara bakarak yürüdü. Kimse onu görmüyordu sanki. Bir direğe yaslandı umudunu kaybetmek üzereydi ki, bir araba yanında durdu. Karşıdaki işyerinden bir genç koşarak arabanın kapısını açtı. Çok güzel bir kadın, güneş kadar sıcak bir gülümsemeyle arabadan indi. Küçük Çoban birden irkildi. Bu gülümseme tanıdıktı, yoksa evet bu anası olmalıydı. Birden kadının karşısına geçti, ona gülümseyerek baktı. Ondan bir söz bir sıcaklık bekledi.
Kadın gülümserken ona kapıyı açan genç, küçük çobanı kolundan yakalayıp çekmek istedi. Kadın: “dur yahu! Karışma çocuğa dedi. Sonra çantasından para çıkarıp uzattı. Parayı eline alan Küçük Çoban şaşırmış bir ifadeyle kadına bakarken, kadın başını okşadı ve geçip gitti. Yanındaki genç: efendim her gün bunun gibi kaç tanesi geliyor, bunlara yüz vermeye gelmez, diyordu. Küçük Çoban elinde parayla amaçsızca yürüyordu. Annesi değildi! Bir süre ağlayarak sessiz hıçkırıklara boğularak yürüdü. Avazı çıktığı kadar bağırmak ağlamak bunu yapmamayı uzun süre önce öğrenmişti.
Nine’nin yanındayken ondan dayak yediği zaman eğer sesli ağlarsa, nine daha çok kızar, daha çok döverdi. “sus! Sesin çıkmasın! Diye onu tehdit ederdi. O anda nine yoktu ama Küçük çoban böyle alışmıştı. İçin, için ağlamayı öğrenmişti. Ağlamaya dermanı kalmayınca sustu sonra burnuna gelen kokular açlığını her şeyin üstünde hissetmesine neden oldu.
Başını kaldırıp bakınca yolun karşısında vitrinde kızaran eti ve onu kocaman bir bıçakla kesen adamı gördü. İnsanlar bekleşiyor dürümlerini alıp para uzatıyorlardı. Kimi içeride oturmuş yemek yerken ki mi de ellerine aldıkları dürümleri yiyerek uzaklaşıyorlardı. Elindeki paraya baktı. Bu parayı verip kendine dürüm alabilirdi. Karar verdi gidip parayı uzatacak: “bana dürüm ver amca diyecekti. Fakat bir anda, arkasında duran biri parayı elinden çekip aldı. Arkasını dönüp bakınca sırıtan bir yüz gördü. Uzun, zayıf, on üç yaşlarında bir oğlandı bu. “Ufaklık bu mangırı nereden aşırdın dedi pişkince.
Küçük Çoban elini uzattı: “o benim, ben onunla yemek alacağım dedi. Çocuk onu dinlemedi hemen karşı tarafa geçti ve tam! Küçük Çobanın yapmak istediğini yaptı. Kendine bir dürüm aldı. Küçük Çoban artık yapabileceği bir şey olmadığını anlayıp olduğu yerde umutsuzca bekledi. Belki bu çocuk, haline acıyıp ona da dürümden bir parça verirdi. Fakat bir göz açıp kapamasıyla çocuk ortadan kayboldu.
Yeniden yürümeye başladı. Dalgın ve bitkin bir haldeydi. Artık etrafında olup bitenlere aldırmıyordu. Çevresine bakınmıyordu. Onu görmeyen kalabalığı artık oda görmüyordu. Annesine kavuşmaktan başka arzusu kalmamıştı. Dağlarda gezerken bile, dünya ona bu kadar ıssız gelmemişti. Bir süre şuurunu kaybetmiş gibi yürüdü. Sonra yine açlığını ona hatırlatan bir kokuyla kendine geldi. Az ötesinde taze mısır satan bir satıcı vardı. Bir ana baba ve iki çocuğu satıcının bardağı tane mısırla doldurmasını seyrediyorlardı.
Satıcı sevecen tavırlarla mısır dolu bardağı önce beş yaşlarında kız çocuğuna, sonra yedi yaşlarındaki oğlan çocuğuna uzattı. Küçük Çobanın bir şey düşünecek hali kalmamıştı. Yakınında duran kız çocuğunun yanına giderek elini ona doğru uzattı. Kız gülümseyerek bardağı ona verirken, Satıcı bunu, ana babadan önce fark etti. “defol buradan, pis dilenci! Diye bağırarak atıldı.
Bu bağırtı küçük kızı korkutmuştu kız: “anne! Diyerek yüksek sesle ağlamaya başladı. Anne telaşla kızını kucağına alıp sakinleştirmeye çalışırken satıcı kahraman edasıyla Küçük Çobana bir tokat indirip yere düşürdü. Küçük Çoban acı içinde kalmıştı ama dayak yemeye alışkın bünyesi vardı. Ayrıca böyle durumda kaçmak, refleks olmuştu onda. Hemen kalkıp kalabalık arasında kaybolmasaydı eğer, ömründe ilk kez onu savunan birini bulacaktı. Küçük kız “yapma! yapma! Ona vurma! Diye ağlarken, babası da satıcıya çıkışıyordu: sen ne yaptın be adam! O daha küçücük bir çocuktu! Belki de açtı!
Satıcı bu çıkışmaya bir anlam veremeden kendini savundu: "aman be kardeş! Bu serserileri bana anlatma! Ben bunların ciğerini bilirim. Sokak çocuğu,Tinerci bunlar, tinerci! Diye bağırırken aile ona cevap vermeden oradan uzaklaştı.
Küçük Çoban ağlıyordu bunun nedeni canının yanması mıydı? Açlığı mıydı? Yoksa şehrin ışıklarında hatta Dünyada tutunacak bir dal bulamayışımı?
Koşuyordu Küçük Çoban kaybolmuştu, yolunu bulamıyordu. Nerede kaybolmuştu? Şehir demi? Dünyada mı? Yoksa kaybolan o değil de, insanlık mıydı? O sırada bir çocuk tuttu kolundan: “gidecek yerin yok mu? Dedi. cevap vermese de olurdu. Bu çocuk onu tanıyordu. “benimle gel, dedi çocuk. Küçük Çoban ona omuz veren çocuğa yaslanarak yürüdü. Çocuk onu bir yere getirdi. Burada onu arkadaşları karşıladı. Önce ona elleriyle yemek yedirdiler, içirdikleri ilaçla ağrılarını dindirdiler. Sonra dizlerini yastık sevgilerini örtü diye üzerine örttüler. Huzurluydu şimdi yanında dostları arkadaşları vardı. Yorgun bedenini dinlendirecek, kırgın kalbini avutacak yakınları vardı. Uyudu o gece huzur içinde uyudu. Anne karnında yatan bebek gibi kıvrılıp uyudu.
Ertesi gün dinlenmiş olarak uyandı. Gözlerini açtı, tavanı gördü. Oturup etrafına baktı. Odada kimse yoktu. Hatta hiç eşya da yoktu. Kendi de yerde yatıyordu. Odanın duvarları, yerleri kir içindeydi. Başının altındaki kırık bir koltuk kenarıydı. Üzerine paçavralar örtülmüştü. Sesler duydu. Kimdi bunlar? Onu nereye getirmişlerdi. İçeri üç çocuk ve bir köpek girdi. Köpek sevinçle kuyruk sallayarak yanına geldi, elini yüzünü yalamaya başladı. Çocuklardan biri uzun boylu zayıf olan: "o.. Küçük bey uyanmış" dedi gülümseyerek. Orta boylu esmer çocuk: "baksanıza Keş’e pek sevdi onu" derken köpeği okşuyordu. Diğeri kendi yaşlarındaydı. O da: "acıktın mı? Neredeyse akşam olacak, amma da uykucuymuşsun" dedi.
Küçük Çoban şaşkınlık içinde siz kimsiniz? Diye sordu. Uzun boylu. Biz mi? Biz sokak çocuğuyuz, ya sen? Küçük Çoban: “sokak çocuğu mu? Diye tekrar edince çocuk: yani evsiz ve kimsesiziz anlamadın mı? Derken diğerleri gülüyorlardı. Küçük Çoban şaşkınlıkla: "a.. bende kimsesizim" dedi. uzun boylu çocuk: "öyle olmasa burada ne işin vardı zaten" dedi. Bir şey sormadan devam etti: “benim adım Arif ama bana keskin arif derler. Ben yetimhaneden kaçtım üç yıldır özgürüm dedi. Orta boylu: "benim adım da Mehmet, ben de evden kaçtım, ninem ölünce akrabaların yanında kalıyordum, beni dövüyorlardı sonra Arifle tanıştım. Bende iki yıldır onunlayım. Bu da Hasan, onu da anası bırakıp kocaya kaçmış. Babası anasını vurmuş. Şimdi hapisteymiş. Ya sen, sen niye buradasın dedi.
Küçük Çoban: “benim adım Ahmet ama bana Küçük Çoban diyorlardı. Ben anamı babamı hiç bilmem. Ben bir ninenin koyunlarına bakıyordum. O ölünce koyunları bir ağaya sattılar, beni de onun yanına verdiler. Ağa beni dövüyordu, sonra Garip’in kulağını kesecekti bende Garip’i de alıp kaçtım. Fakat Garip yolda anasını buldu. Bende… derken sustu. Hasan: “Garip köpeğin miydi diye sorarken Mehmet ve Arif yere serdikleri gazetenin üzerine akşam yemeklerini hazırlamışlardı. Arif elindeki birayı bardağa boşaltırken: "bak Küçük çoban ya da boş ver, o uzun, biz sana Ahmet diyelim. Bak Ahmet, bizim ayrı ayrı görevlerimiz var. Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için çalışırız. Bana neden keskin Arif derler biliyor musun? Derken Cebinden bir ustura çıkarıp gösterdi. Bununla çok adam çizdim. Bu civarda benden korkarlar. Hayatta kalmak için kimini korkutman, kimini de kendine acındırman gerekir. Dün akşam elindeki parayı alan bendim. Kimsesiz misin, dilenci misin anlamak istedim. Anan, baban, gidecek yerin var mı diye seni takip ettim. Bizden olduğunu anlayınca seni buraya getirdim. Bu şehirde, hayatta kalmak zordur. Fakat korkma, bizden ayrılmazsan sana her numarayı öğretiriz. Mehmet, gözümüz kulağımızdır. Nerede yolacak kaz varsa o haber verir. Hasan’ın boyuna bakanlar onu çocuk sanırlar ama o inenin deliğinden girer, her anahtarı açar, o her zaman bizden ballıdır dedi.
Küçük Çoban o an pek bir şey anlamadı fakat sıkı sıkıya bağlandı dostlarına. Şehrin ışıkları ebediyen sönmüştü onun için. Sevgiye güvene mutluluğa olan özlemini saklamıştı kalbinin en kuytu köşesine. Köprü altları, karanlık köşeler, terk edilmiş harabeler onundu artık. O Küçük Çobandı. O kimsesiz Ahmet’ti. O Arifti, o, Hasan, O Mehmet’ti. O, onlar, günahlarımızın bedelini ödeyen çocuklarımızdı! Onlar sokak çocuklarıydı...
.......................
İnsanlık, sokağa terk edilmiş çocuklara henüz yeterince sahip olamazken, şimdide, savaşlarda binlerce çocuk, öksüz ve yetim kalıyor. Onların vebali zulme dur demeyen dünyanın, insanlığın boynundadır.
Ayrıca, sokak kedisi, sokak köpeği derken vicdanımız sızlıyorsa insan yavrusuna nasıl sokak çocuğu deriz, bunu da aklım almıyor... Rabbim elbette başıboş bırakmadı dünyayı, ona güvenip, ona dayanıyoruz.
Selam ve Saygılarımla... Leyla Gülsüren
Sokak Çocukları
Günahımız Neydi? Anlayamadık
Ana, Baba Neydi? Tanıyamadık
Çok Düşündük,Yol Bulamadık
Bu Nasıl Hayat, Nasıl İnsanlık
Biz İstemedik, Cenin Olmayı
Canında Yeşerip, Hayat Bulmayı
Bir Anlık Zevkinde, Meze Kalmayı
Köprü Altında Yatıp, Para Çalmayı
İnsanlık Deme, Hayvanlar Yapmaz
Küçücük Sabiyi, Sokağa Atmaz
Yaptığın İhanet, Kalemler Yazmaz
İşlediğin Günahın, Affı Hiç Olmaz
Bir Kap Yemek miydi? Bizi Attıran
Neydi Söyle Bize, Zehir Yutturan
Bakar mı? Sandın, Sokakta Bulan
Hayallerimizdi Solan, Yıkılan
Sevgini Verseydin, Yeterdi İnan
Bir Şekilde Büyür, Yetişirdi Can
Sıcacık Yuvamda, Doğardı Tan
Küçücük Hayaller, Olmazdı Yalan
Çocukluk Nedir? Bilemiyoruz
Taş Oldu Kalbimiz, Gülemiyoruz
Kendimizde Gelecek, Göremiyoruz
Bütün İnsanlığa, Ah Ediyoruz
Muhammed Karabağ beyefendiye bu güzel şiiri için çok teşekkür ederim.