Bir Hazin Aldanış
BİR HAZİN ALDANIŞ
Seni ilk kez, arada bir annemin ziyaretine gelen Osman Nuri dedemin titreyen parmakları arasında bana gülümserken gördüm. Güneş yanığı yüzünde yarım ay gibi halelenen ağarmış sakalını ipeksi bir dokunuşla yalayıp başındaki sekiz köşeli siyah kaskete ilişmeden, tavana doğru esrik çizgiler çekerek yükselen şuh bir beyazlıktın.
Ah! Bir bilsen bu halinle sen, ne gönül çelendin…
Oysa ben o yıllarda, senin aşkını kaldıramayacak kadar küçük, ağırlığını taşıyamayacak kadar çelimsizdim.
Çelimsiz; fakat mütecessis…
Sonra okullu oldum…
Kelimeleri henüz heceleyerek okuyabildiğimi; balıklı kurşun kalemle tekrar tekrar yazılıp silinmekten, önce siyahlaşan sonra yırtılan yazı defterimin sayfalarını kopara kopara bitirdiğimi bugün gibi hatırlıyorum.
Cırgın’ın; ağaçlarıyla, kuşlarıyla, sokak kedileriyle artık iyiden iyiye üşümeye başladığı Kasım’ın ilk günleriydi. Ders çıkışında hepimizi okulun bahçesinde toplayan müdür yardımcısı; bir taraftan 10 Kasım’da Atatürk’ü anma programı olacağını, o sabah okula beyaz yakalıklarımızı takmadan yalnızca siyah önlüklerimizle gelmemiz gerektiğini tembihlerken bir taraftan da seni, bizden gizlemeye çalışıyordu. Sen ise müdür yardımcısının, bu amacına ulaşamayan gizleme operasyonuna aldırmadan, korkusuzca ve ısrarla bana göz kırpıyordun…
Okul binası yeni yapılmış olmasına rağmen müsamere salonu yoktu. Koridor, tören yeri olarak kullanılacaktı. Okul müdürünün talimatıyla 10 Kasım’dan bir gün önce bütün sınıflarla birlikte koridorun henüz boyanmamış beton duvarları da siyah-beyaz Atatürk resimleriyle süslenmişti.
Ve sen bu kez, kahreden cazibenle görkemli bir Atatürk resmindeydin…
Atatürk’ün savaş yorgunu ellerinde, gözlerini gözlerime dikmiş, bana âdeta:
“Gel” diyordun…
Derken büyüdüm. Liseli oldum. O yıllar, “Vatan kurtarma” derdine düştüğüm yıllardı.
Hey gidi yıllar…
Sen, Sinop cezaevinde bir başka resimdeydin. Bakışlarını bir noktaya mıhlamış; ihtimal şiir düşleyen Nazım’ın dalgalı, sarı saçlarının arasından “bir kısrak başı gibi” uzanarak demir parmaklıklardan maltaya kıvrılıyor, oradan da salına salına sonsuz, mavi özgürlüklere süzülüyordun.
Sultanahmet cezaevinin taş duvarları arasında kırpıştırırken ateş çanağı gözlerini, kanı çekilmiş esmer dudaklarında keyif çatıyordun Üstad Necip Fazıl’ın…
“Zindan iki hece, Mehmet’im lâfta” sitemiyle başlayıp “Gün doğmuş gün batmış ebet bizimdir” muştusuyla biten muhteşem mektubun satır aralarına sinmişti kokun. “Sakarya”dan göklere “kıvrım kıvrım” buğuların yükseliyordu. “Muhasebe” ile yanıp kıpkızıl köze dönüyor, “Çile” ile kül olup tefekkür yüklü rüzgârlarla bulutlara savruluyordun…
O günler Aslı’sını özleyen Kerem gibi kavrulduğum günlerdi. Seninle henüz tanışmamıştık. Tanışmaktan korkuyordum aslında. Hemen hemen herkes kötü anlatıyordu seni. Buna rağmen sana yakınlaşmak istiyordum; çünkü delicesine vurgundum o ince, nâzenin endâmına…
Lisenin ikinci sınıfındayken çok seyrek de olsa ders çıkışlarında selâmlaşmaya başladık. Her selâm verişin başımı döndürüyor, her tebessümün ruhumu, bedenimi derinden sarsıyordu. Beni sersemletip sarhoş ettiğin öylesi zamanlarda senden uzaklaşmak istiyor ve bazen:
“Bir daha selâmını almasam bari bunun… Yoksa başıma bir felâket getirecek…” diye hayıflanıyordum. Ama selâmına kayıtsız kalma duygusu çok da karşılık bulmuyordu yüreğimde. O yüzden olacak ki selâmlaşmalarımız öğretim yılının sonuna doğru sıklaşmaya başlamıştı.
Son sınıfa eriştiğimde bu aşk vuslata dönmüştü artık. Seninle sarmaş dolaştık… Her gün birkaç kez buluşuyor; fakat bu güvercinler gibi tedirgin buluşmalarımızı herkesten özenle saklamaya çalışıyorduk. Sen başkalarını bana misâl gösterip aşkımızı, saklı gizli yaşamamızın gereksiz olduğunu söylüyordun. Ben ise alabildiğine korkuyordum…
En çok da babamdan ve öğretmenlerimden korkuyor, “İkimizi bir arada görürlerse yandığımızın resmidir.” diyordum.
Sen aldırmıyordun…
Gizli birlikteliğimiz aylarca sürmüştü. Bu arada buluşmalarımızın sayısı da günden güne artıyordu. Öylesine bağlamıştın ki beni kendine, sensiz yapamıyordum bir türlü. İçimdeki korku da eskisi gibi çok rahatsız edici değildi artık. Bizim gibi olup da aşklarını herkesin gözü önünde ve özgürce yaşayanlara bakıp onlardan güç alıyorduk.
Hiç unutmam…
Bahar kokularının kuş cıvıltılarına karıştığı ılık bir Mayıs sabahıydı. İlk ders bitmiş, teneffüs zilinin çalmasıyla birlikte okul binasının arkasında, öğrencilere yasak olan havuzlu bahçenin kuytu bir köşesinde gizlice buluşmuştuk. Akasya ağaçlarından en iri olanının gövdesini de kendimize siper etmiş, ıslak çimenlerin üzerine yan yana oturmuştuk. Böylece gören olmayacaktı ikimizi de. Sarılmak için acele ediyorduk. Teneffüs kısaydı çünkü. Sen tam kollarını boynuma dolamış, dudaklarını dudaklarıma doğru uzatıyordun ki öğretmenlerin girip çıktığı bahçe kapısının gürültüyle kapandığını duyduk. Açıldığını hiç fark etmemiştik demek ki. Öğrencilerin, boyu çok uzun olduğu için “Kavak Ahmet” dedikleri ve aynı zamanda müdür yardımcısı da olan kimya öğretmenimizdi kapıyı örten. Birkaç adım yürüdükten sonra da gözden kaybolmuştu.
Ben bir taraftan:
“Bu adam bizi mutlaka görmüştür.” diye telâşa kapılıyor, bir taraftan da senin yemyeşil, ıslak çimenlerin arasına boylu boyunca uzanmış o aldırmaz haline bakıp korkuyla karışık gülümsüyordum.
Sonunda ikimiz de:
”Ama görseydi mutlaka yanımıza gelir ve bizi bir iyi benzetirdi.” diyerek rahatlatıyorduk kendimizi. Sonra da ikinci derse giriyorduk hiçbir şey olmamış gibi...
Hâlbuki asıl kıyamet akşam evde kopacakmış da haberimiz yokmuş. Havuzlu bahçedeki buluşmamız babama yetiştirilmişti bile…
O akşam, yemekten sonra babam beni odasına çağırdı:
“Gel bakalım efendi, otur şöyle karşıma.” dedi müşfik bir ses tonuyla. Memleketin saygın bir din adamıydı babam. Bana nedense “oğlum, yavrum” demez, hatta adımı bile kullanmaz, “efendi” diye hitap ederdi hep.
Zor durumdaydım. Gözlerimi babamın gözlerinden kaçırıyor, mümkün olduğunca doğal olmaya gayret ediyordum. Tam istediği gibi karşısına oturdum.
Seni kastederek:
“Bugün yine onunla birlikteymişsin, öyle mi?” dedi.
Kaşlarım çatıldı birdenbire:
“Kim söyledi? Kimmiş gören?” dedim.
Böyle durumlarda babam çok ketum davranırdı. Oldum olası benimle ilgili kendisine olumsuz haber getirenleri ele vermek istemezdi. Israrla “Kim?” diye sormama rağmen söylemedi muhbirin kim olduğunu. Sonra sesinin tonunu dalga dalga yükselterek:
“Kimin söylediğini ne yapacaksın! Seni bu konuda daha önce kaç kere ikaz ettiğim halde sen, o pislikle olan beraberliğini inatla sürdürüyorsun, utanmıyor musun?” diye bağırıyordu. İlk başta göstermeye çalıştığı sun’i, zoraki ‘mutedil öfke hâli’nin sınırını çoktan aşmış; makinalı tüfek gibi art arda sıralıyordu:
“Sen ne zaman adam olacaksın?”
“Hem ayıp hem günah değil mi?”
“Allah’tan korkmuyor musun?”
“Sana sınırlı miktarda verebildiğim harçlığı hangi hakla o pisliğe yediriyorsun?”
“Hiç mi vicdanın sızlamıyor?”
“Onun zehirli bir yılan olduğunu bilmiyor musun?”
Babamın söylediklerini artık duymuyordum. Karşılık vermenin de bir yararı olmayacağını biliyordum. Öfkeyle fakat pek belli etmeden ayağa kalktım. Açmak için kapının kolunu tuttuğumda:
“Nereye gidiyorsun? Gel buraya!” diye bağırmasına aldırmıyormuş gibi görünerek kapıyı açıp kendimi dışarı attım.
Seninle ilgili babamla aramızda ne zaman bir sorun çıksa bir an önce evi terk etmek ve sana koşmak isterdim. Yine öyle yapmış, oflaya poflaya sana gelmiştim. Böyle durumlarda beni, bir tek sen teselli ediyordun. Belki de o yüzdendi sana olan sarsılmaz bağlılığım.
Babamın kahreden, içimi acıtan sözleri aşkımızı ona inat daha da perçinliyordu sanki… Zaman zaman ona hak vermiyor da değildim hani. Seninle birlikte olmak parasal yönden hayli zorluyordu beni. İşin bu yönünü düşündüğümde, erkek öğrencilere “paşam” diye hitap eden matematik öğretmenimizin yüreğimi sızlatan şu sözünü hatırlarım hep:
“Baba parasıyla aşk olmaz paşam!”
Babam da öğretmenlerim de ne derse desin ben, seninle olmaktan mutluydum. Kimseleri taktığım yoktu. Bunu sen öğretmiştin bana. Artık gören olur falan diye de pek sakınmıyordum. Seninle her mekânda beraber oluyorduk. Kırlara çıkıyor, çarşı pazarda dolaşıyor, kafeteryalara uğruyor, aşkımızın tadını çıkararak öğretim yılının sona ermesini bekliyorduk.
O günlerde sevimsiz bir olay daha yaşamıştık seninle… Ben edebiyat imtihanından çıkmıştım. Sen kapının önünde beni bekliyordun. Görür görmez boynuma sarılmış, sarılmakla da kalmayıp ateşten bir buse kondurmuştun titreyen dudağıma. “Eyvah” demiştim ama iş işten geçmişti. “Baba parasıyla aşk olmaz paşam” diyen matematik öğretmenimize yakalanmıştık bu kez de…
Nasıl da yanı başımızda bitivermişti hemen. Nasıl da görmemiştik bize doğru geldiğini… Yukarıdan yukarıdan konuşmaya başlamıştı bile. Sana bir şey dediği yoktu, banaydı bütün öfkesi… “Bu” kelimesinin üstüne basa basa haykırıyordu:
“Paşam sen bu okulun avlusunda, bu edepsizliğe, bu ahlâksızlığa nasıl cür’et edebiliyorsun? Bu cesareti nereden ve kimden alıyorsun?”
Seni arıyordu gözlerim…
Böyle durumlarda kayboluverirdin ortalıktan. Sonra merdivenlerin aşağısında iki büklüm olmuş bir vaziyette; ama büyük bir kayıtsızlık ve müstehzi bir eda ile matematik öğretmenimizin söylediklerine kulak kabartırken görmüştüm seni. Yine rahattın ve yine bana:
“Dik durmalısın…” der gibi bakıyordun.
Bakışlarının ima ettiği mesajdan aldığım güçle:
“Bizi rahat bırak hocam!” deyivermiştim. Hâlâ bugün bile hayretle hatırlarım bu cesaretimi… Öğretmenimiz, başkaca hiçbir şey söylemeden öfkeyle imtihan salonuna girmişti. Sen tekrar kalkıp yanıma gelmiş, tekrar kollarını boynuma dolamış ve bana:
“Aldırma aşkım, bize ne yapabilir ki…” dercesine dudaklarıma ateşli buselerini dokundurmaya kaldığımız yerden devam etmiştin.
Ertesi gün beni idareye çağırmışlar, yazılı savunmamı almışlar; daha sonraki günlerde de disiplin kurulu kararı ile üç gün okuldan uzaklaştırılmış olduğumu bildiren bir tebligatı elime tutuşturuvermişlerdi. O üç günü seninle dolu dolu yaşadığımı, hayatım boyunca hiç unutamayacaktım…
Derken yüksek tahsil için Eskişehir’e gittim. Okul kantininde toplanır, günlük öğrenci olaylarını değerlendirirdik çaylı sohbetlerde. Sensiz tadı olmazdı bu sohbetlerin. Mitinglerde pankart taşıyıp sloganlar atardık memleket için. Karşıt gruptan öğrenciler okulun girişine barikat kurup bizi içeri sokmazlardı; biz, güya düşen okulu ele geçirmek adına barikatı yarmaya çalışırdık. Polis müdahale ederdi. Can kaygısı taşıdığımız netameli günlerdi o günler… Ve seninle bu hengâmede de hep yan yana hep omuz omuzaydık.
Okul bitti… Yıllarca Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yaş ağaçları eğip bükmeye gayret ettim. Beni oralarda da yalnız bırakmadın. Teneffüs zilleri çalar çalmaz biterdin yanı başımda. Teftişlerdeki fuzuli sıkıntılarımı seninle giderirdim. Gurbet akşamlarının hüznü, efkârı seninle dağılırdı. Düşlerimle baş başa kaldığım uzun kış gecelerinde, bîçare yalnızlığımın dayanılmaz ağırlığını bir nefeste kaldırıp atıverirdin üzerimden.
Yıllar sular gibi akıp gitmişti ve emekli olmuştum nihayet…
Vücudumun bütün azaları ağız birliği etmişçesine senden ayrılmam gerektiğini söylüyorlardı artık. Çevremde de, benden başka herkes iğreniyordu senden. Çok erken yaşlandırmıştın beni. Merdivenleri çıkarken, yokuşları tırmanırken nefes nefese kalmamdan anlıyordum bunu. Bütün bunlara rağmen seninle birlikte olmak vazgeçilmezimdi benim…
Bir tek günüm bile sensiz geçmemişti bunca sene. Yalnızca Ramazan aylarının oruçlu geçmesi gereken saatlerinde ayrı kalıyorduk. İftarda alelacele birkaç lokma atıştırdıktan sonra yine sana koşuyor, sahur vaktine kadar gündüz katlandığımız zorunlu ayrılığın acısını kat kat çıkarıyorduk. Bu birliktelikte senin hiçbir kabahatin yoktu biliyorum. Bütün kusur bendeydi. Âşık olan bendim. Sen yalnızca bu aşka karşılık veriyordun. Ben seni terk etseydim bile sen hiçbir acı çekmeden, hiçbir travma yaşamadan, güle oynaya bir başka sevgili bulabilirdin kendine. Seni, ben bırakmadım. Senden gelen, senden gelecek olan her belâya razıydım…
Emekli olduğumdan bu yana seninle evin balkonunda buluşmaya başlamıştık. Bu günlük buluşmalarımızdan sonuncusu, gecenin hayli ilerlemiş bir saatinde gerçekleşmişti. Her zaman olduğu gibi kısa bir muhabbetten sonra seni balkonda yalnız bırakıp içeri girdim. Pijamamı giyinip tam yatağıma uzanıyordum ki göğüs kafesimde birdenbire peydahlanan müthiş bir ağrı ile doğruldum, ayağa kalktım. Ellerimle göğsümü tutuyor, sağa sola kıvrılarak eğiliyor, ağrının bir an önce geçmesini bekliyordum. Geçmiyor, aksine daha da şiddetleniyordu. “Hayırdır inşallah” deyip tekrar girdim yatağıma. Yan yatıyorum olmuyor, sırt üstü uzanıyorum yine olmuyor. Sanki göğüs kafesimin üstüne koca bir fil, dört ayağı ile birlikte çıkmış, ter ter tepiniyordu. Dakikalarca sürdü bu işkence. Sonra geçiverdi nasılsa. Rahatlamakla birlikte “Nedir bu?” diye hayli telâşlandım…
Sabah erkenden hastaneye gittim. Gereken test ve tahliller yapıldı. Sonuçları inceleyen doktor kesin ve net konuştu:
“ Kalp spazmı, anjiyo yapmamız gerekiyor.”
Kabul ettim…
Anjiyo sonunda kalp damarlarımdan ikisinin ileri derecede tıkalı olduğunu söyledi ve ilâve etti:
“Stent takabiliriz ama stentin tıkanma riski var. Kesin çözüm istiyorsan ameliyat şart…”
Şu anda ameliyathanede sırtüstü uzanmış yatıyorum… Bütün bedenim çadırımsı, yeşil bir bezle örtülü vaziyette…
Hemşireler özenle beni ameliyata hazırlarken doktor seni sordu:
“Onunla kaç yıl birlikte oldun?”
Cevap verdim:
“Kırk yıl…”
Doktor:
“Bunca zaman nasıl tahammül ettin bu belâya?” dedi.
Narkozun bütün vücudumu uyuşturmaya başladığını hissediyor gibiydim…
Doktor tekrar sordu:
“Hâlâ seviyor musun onu?”
“…seviyor musun onu?”
“…musun onu?”
“…onu?”
“…”
Verdiğim cevabı hatırlamıyorum.
Muhtemelen derin bir uykuya dalmıştım…
AHMET KÖKEN
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.