- 552 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
O Yıllardan Kalma
Yaşlı kadınlar da sevebilirdi. Bunu asla söylemezdi yüzleri. Hele dilleri ucundan kıyısından bile geçmezdi o duygunun. Bir suçmuş gibi en kuytularına gizlerlerdi ne zamandır renksiz, şekilsiz bir şeye dönmeye başlamış hayatlarına mucize gibi giren o esintiyi. O yaşlı kalbin hala çarpabileceğini, bedeni henüz toprağa girmemiş bir ölü gibi değil gerçekten yaşayan biri olarak sabahı karşılayabileceğini, çayın demlenme süresine büyük bir titizlikle önem verdiği o günlerdeki kadar her yudumun lezzetine varabileceğini anlatan…
Daha genç yaşlarında, aynaya bakıp göz kenarlarında yeni yeni beliren kırışıkları gördüğünde yaşlılıkla aşkın asla bir arada yaşayamayacağını düşünür, aşkın yaşamından ebediyen çıkıp gitmesini bir nebze de olsa geciktirebilmek için kremlere sarılırdı hemen. Kapıyı açıp çıktığında, ona bir kadın olduğunu hissettiren şeyler olmayan bir dünyaya adım atmak bir boşluğa ilerlemek gibiydi. Erkeklerin gözlerini üzerine çekmek için olmadık kılıklara giren o kadınlardan olmamıştı hiçbir zaman. Ama bu onun bir kadın olarak girdiği herhangi bir ortama hoş bir görünüm kattığını ona hissettiren beğeni dolu bir bakıştan rahatsız olacağı anlamına da gelmiyordu. Bir kafeye girdiğinde masalardan birindeki bir adamın, kahvesini yudumlarken içine dolan o tatlı sıcaklıktan bir parça da kendisinin mesul olduğunu bilmek az önce geçtiği yollarda unutmaya başladığı “nereye gidiyorum” sorusunun cevabında oldukça önemli bir yer tutuyordu.
Ne zamandır kafelere gitmiyordu bu yüzden. Bir yerde oturup sıcak bir şey içmek isterse balkonu ne güne duruyordu? Orada ona yaşlı bir kadın olduğunu haykırıp duran manzaralarla burun buruna gelmiyordu an be an. Kendisine yönelen hayranlık dolu bir bakışa milyonda bir bile rastlama ihtimali olmayan bir göz kalabalığında tek görünmeyen kendisiymiş gibi hissetmeden rahat rahat yudumluyordu çayını.
Nereye gitse mekanlar ve yaşlar arasındaki sıkı bağı haykırıyordu ona karşılaştığı her şey. Kafeler, pastaneler gençler içindi. Kimse açık açık söylemese de bunu, yaşam kalın harflerle gözüne gözüne sokuyordu insanın. Eğer o yasak yerlerden birine girersen kimse seni durdurmuyordu, evet… Zaten durdurulmasına gerek duyulmayacak kadar görünmez oluyordun çünkü. Bir köşeye sinip çayını yudumlarken genç kahkahalar taşıyordu masalardan… Genç yüzler ve sesler durmadan kovalayıp duruyorlardı yaşlı olan her şeyi. En kolay buyur ettikleriyse aşktı tabii ki. Hemen hemen her masada aynı duygu uçuşuyor; kahkahaların, kelimelerin içini kendisiyle öyle bir dolduruyordu ki, bütün kafeyi bir mabede çeviriyordu sanki.
Bir köşede yıpranmış elleriyle çay fincanını tutan bir kadına da içlerinde yer veren bu nazik gençler farkında olmasalar da aslında her halleriyle gitmesini söylüyorlardı ona. “Burada ne duruyorsun daha? Görmüyor musun aşk var burada. Sana göre bir yer değil.” diyordu kahkahaları.
İşte böyle bir umutsuzluk denizinde debelenip dururken yorgun bir an’ında önüne çıkan ilk kafenin masasına atıvermişti bir gün kendini. Gözü bir şey görmüyordu. Tek dileği nefesinin düzene girmesi, kalbinin normal temposuna geri dönmesiydi. Şansına çok da tenhaydı kafe. Kendisini yüzündeki kırışıklarla yüzleştirecek gencecik yüzler koca bir ayna tutmuyordu ona karşıdan. Hoş, tutsalar bile görecek halde değildi. Görevli gence çay ısmarladı, fazla kalmaya niyeti yoktu.
Tüm beklentilerinin ötesinde büyüklükteki şeyler hiç beklemediğin anlarda geliyordu. İşte bu kural onun yaşamında da hayata geçti ve karşı masalardan birindeki bir görüntü ne zamandır ilk kez içini acıtmadı, hatta acıtmak ne kelime okşadı usul usul. Çantasını açıp aynayı çıkarmak için dayanılmaz bir ihtiyaç duyuyordu. Gerçekten öyle mi görünüyordu, o adamın kendisine tuttuğu o aynadaki gibi… Gözlerinden yansıyan o kadın kendisi miydi?
Adam en çok 55’inde olmalıydı. Kendisiyle hemen hemen aynı yaşlarda yani… İlk kez bulunduğu yaştan aşkı dışlamadan bakıyordu biri kendisine böyle. Cinsiyetinden onu soyutlamadan, kadın olduğunu ve o masadaki varlığıyla bulunduğu ortama bir şeyler katabileceğini, hala bir kalbin atışlarına yön verebileceğini göstererek…
Sonrası çok doğal bir akışta gerçekleşmiş, kendilerini aynı masada kırk yıllık arkadaşlarmış gibi koyu bir sohbetin içinde buluvermişlerdi birden. Adam nasıl yaklaşmıştı masasına, ilk ne söylemişti hatırlamıyordu bile. Her şey öyle kendiliğinden gelişmişti ki, onlara sadece sandalyelerine yaslanıp keyifle seyretmek kalmıştı bu olağanüstü durumu.
Eve döndüğünde ilk işi aynaya koşmak oldu. Hala o adamın bakışlarını duyarken yüzünde, kendisini çirkin bulması mümkün değildi zaten. Artık karşısına nasıl bir görüntü çıkarsa çıksın hep kafedeki o an’ı hatırlatacaktı ona. Adamın kendisine yönelmiş beğeni dolu gözlerini görecekti.
Evet, tam da umduğu gibiydi. Bir bakış güzelleştirebiliyordu insanı. "Nasıl bakarsan öyle görürsün” sözünü haklı çıkarmakla kalmıyor, baktığı gibi yapıyordu da insanı hatta. Gözlerine aylardır ilk kez uzun uzun bakıyordu böyle. Artık kenarlardaki birkaç kırışıklığa takılıp kalmadan görebiliyordu onlardaki bir erkeği çekebilecek o derinlikleri.
O derinleri kaybedeli öyle uzun zaman olmuştu ki! Geride kala kala tansiyon hapının saatini kaçırmamaya çalışan, elinde bez sehpadaki, büfedeki küçücük bir tozu kovalamakla meşgul koca bir günü tüketen pimpirikli, mızmız mı mızmız bir kadın kalmıştı. Birilerini kendimizde kaybetme gücünü yitirdiğimizde, kimsenin merakını uyandıramayacak kadar şeffaf hale geldiğimizde; biz de bu kafa kurcalamayan, basit yaratık pozisyonumuza bir tepki olarak daha da beter basitleştiriyorduk yaşantımızı. Küçücük şeylere yöneliyor, onları önemli kılarak gerçekten önemli şeylerin boşluğunu doldurmaya çalışıyorduk.
İşte şimdi aynada gözlerine bakarken, birkaç gün önce onlarda yeniden bulduğu o derinlerden seyrediyordu yaşamını. Çay demleyecekti az sonra. Az önce O aramıştı. Kulağında hala onun okşayan sesi, on altısında bir genç kızın kalp çarpıntısıyla mutfağın yolunu tutacaktı. “Kim demiş yaşlılar da sevemez diye?” diyerek koca bir kahkaha patlatacak, ardından da yıllar önce henüz ayrılmadığı eşiyle birbirlerine delice aşık oldukları o zamanlarda ikisinin en sevdikleri aşk şarkısını mırıldanmaya başlayacaktı yine, o yıllardan kalma bir gülüşle…