- 867 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
TELEF
İnsanlar doğar, büyür ve ölürler. Ecel mutlaka zamanı geldi mi insanı bulur. İnsan kendine tahsis edilen ömrü böylece tamamlamış olur. Aynı durum diğer canlılar için de geçerlidir. Herkes mutlu, sağlıklı ve huzurlu bir hayat ister. Tabiatları gereği bazen acı çekmek de vardır kaderlerinde.
Öğrencilik günlerim çok tatlı ve heyecanlı geçti. Arkadaşlarımı çok seviyordum. Onlar da beni aynı şekilde severlerdi. Küçüklükten beri öğrencilik insan hayatının dönüm noktalarındandır. İnanılmaz anılar, hikâyelerle örülüdür öğrencilik yılları. Herkesin en az bir hikâyesi vardır bu eşsiz günlerle ilgili. Bu yüzden öğrencilik yıllarının değerini anlıyorum.
Biz, bir grup arkadaşla 1980’li yıllarda Yozgat merkez İmam Hatip Lisesi’nde okuyorduk. Aynı okulun yatılı pansiyonunda kalan öğrencilerdik. Okulumuz Yozgat oto garının ve eski askerlik şubesinin üst tarafında yani bu iki yerin kuzeyinde bulunuyordu. Mükemmel bir yeri vardır. İki yan yana binadan oluşuyordu. Binanın birinin önünden anayol geçerdi. Sınıf penceremiz tarafındaydı. Bu taraflardaki sınıflarımızda araba gürültüsünden ders yapamaz olurduk. Teneffüslerde pencereleri açıp gelenlere gidenler ve araçlara bakardık. Bu bizim gündelik yaptığımız bir durumdu. Diğer bina ise tali yola bakardı ve sakindi. Okula girişimizdi de bu bina tarafındandı.
Okulumuzun hemen yanında bir pansiyonumuz vardı. Okulumuz ve pansiyonumuz bizim her şeyimizdi. Evimiz barkımız ve yuvamızdı. Nefesimiz, soluğumuzdu. Biz burada kocaman kalabalık bir evin üyesiydik. Yurttaki büyüklerimiz ve küçüklerimizle kardeş olmuştuk biz bir aileyiz burada. Yurdumuzun birinci katında yemek hanemiz vardı. Yemekler pek güzel çıkmasa da şükürler olsun karnımız doyardı. Devlet parasız yatılı kazanalar da bura parasız olarak okurdu. Biz de yatılı kalan arkadaşlardandık. Yatılı ve pansiyon konusuna inşallah başka bir yazımda detaylıca değineceğim. Pansiyonumuza yakın yerde cami vardı. Bütün öğrenciler, akşam, yatsı ve sabah namazlarını bu camide cemaatle kılardı. Yozgat’ın ve civar illerin öğrencileri gelir okurlardı Yozgat’taki okullarda. O günlerde okul sayısı azdı ve yetersizdi. Hele yatılıya yerleşmeniz nerdeyse imkânsız gibiydi.
Okuldaki sınıf arkadaşlarımız, zaman zaman bizleri yaşadıkları köylerine davet ederlerdi. Biz de onları aynı şekilde köyümüze davet ederdik. Onların anneleri, annemizdi; babaları ise babamızdı. Bizleri güzel ağırlarlardı. Neler pişireceklerini, neler yedireceklerini şaşırırlardı. Patates kızartmak, tatlı yapmak, eşkili yapmak, pişi yapmak, köfte yapmak, kuru fasulye, köy tavuğu köy kazı ve köy hindisi pişirmek… Akılınıza gelebilecek envaı yemekleri bizler sunarlardı. Bizim köyde dâhil hangi arkadaşımızın köyüne gidersek aynı güzelliklerle karşılaşırdık. Yurtta iyi beslenme eksikliğimiz sanki misafirliğe gittiğimizde telafi ederdik Ne yiyeceğimizi şaşırırdık. Gezerdik, tozardık, öğrenciliğimizin tadını çıkarırdık. Köylerimizin güzelliğini tadardık…
Soğuk bir kış günüydü. Yarıyıl tatili yaklaşıyordu. Biz de okulda arkadaşlarımızla yarıyıl tatili planı yaptık. Bu sömestri tatilimizde, Yozgat ilinin, Sorgun ilçesine bağlı Gedikhasanlı köyüne gidecektik. Öyle kararlaştırdık. Bu durumu da ailelerimize haber verdik. Bizden endişelenmesinler diye. Bu güzide köy sınıf arkadaşımız Selhan Soysal ve Süleyman Önder’in köyüydü. Sizin anlayacağınız, Selhan Soysal’ın köyündeki evinde tatilimizi geçirecektik. Bu köye daha önce hiç gitmemiştik.
Gedikhasanlı köyünün tarihi kesin bilinmemekle beraber, halkının Kırşehir yöresinden geldiği söylenmektedir. Adı hakkında anlatılan rivayet ise şöyledir: Hasan isimli bir zat keçilerini otlatmak için yaylaya çıkarmış. Yine böyle bir günde bugünkü bulunduğu yere çadırını kurmuş. Köyün iki tarafının tepeyle çevrili olması bakımından tam bir yerleşim yeriymiş. Zamanla buraya ev yapar. Daha başka gelenler de olur. Köy büyümeye başlar. Hasan atlı zatın dişi de gedik olduğu için köye "Gedik Hasan’ın Köyü" denmiş ve günümüze "Gedikhasanlı" olarak geçmiştir. Köy sorgun ilçesine 35 km’dir. Köyde toplam 1153 kişi yaşamaktadır.
Arazisi çok geniş olan köyün doğusunda Çavuşköy, kuzeyinde Çamurlu, güneyinde Büyükören ve Sivri, batıda ise Bayat köyleri vardır. Halkın geçimi tarım ve hayvancılığa dayanır. Ulaşım durumu iyidir. Yolu asfalttır. Köyde ilk eğitim-öğretim 1936 tarihinde başlamış. 1940 yıllarında açılan Gedikhasanlı Köy Enstitüsü 2 yıl eğitim hizmeti vermiş. Çevreden bazı baskılar üzerine kapatılınca, ilkokul 1946’da açılmış. 1993 yılında ilköğretim ilkokuluna dönüştürülmüştür
Köyün meşhur yemekler: Erişte, Mantı, Kesme Aşı, Düğürcük Aşı, Bulamaş Aşı, Hasıde, Cullama, Ufak Aşı, Ekmek Aşı, Tarhana Aşı, Cilbir, Helle, Mıhla, Omaç, Abdal Omacı, Kaygana, Kabak Aşı’dır
Köyün sülaleleri: Hacı Ömer Ağa, Karaoğlanlar, Demircioğlu, Devletoğlu, Akıllıuşağı, Seyisoğlu, Yahyalar, Çökelekoğulları, Ali Efendiler, Baranlar, Karakoçlar, Yıldırımların Hacı Osman, Aksoylar, Köseler’dir. En çok kullanılan soyadlar: Suntay, Özger, Soysal, Uslu’dur.
Gedihadsanlı köyü güzel bir yere kurulmuştu. Ortasından ufak bir dere akıyordu. Söğütler, kavaklar dere kenarında kendini gösteriyordu. Evler müstakil bir şekilde yapılmış ve çevre duvarlarıyla çevrilmişti. Bu bahçede bozkırda yetişen meyvelerin tamamını bulmak mümkündü. Köylüler meyve konusunda hassastılar. Hatta evlerinin bahçesinin bir kısmını da sebzelik yaparlardı.
Tabiatım gereği sakin ve çekingen bir çocuktum. İnsanlara alışana kadar ısınamazdım. İnsanlara geç ısınırdım; ısındı mı da onlardan geç soğurdum. Benim böyle bir özelliğim vardı. Belki de sıcaklığım soğumaz, devam eder ve giderdi. Herkesin değişik özelliği vardır. Kimileri ilk gittiği yere hemen alışır, kimisi alışamaz çekingen olur. Bazıları açık olur. Konuşacağını hiç çekinmeden konuşur. Bu sosyolojik bir olgudur. Dünya kurulalı böyle olmuştur. Kıyamete dek de böyle gidecektir.
Yarı tatili başlamıştı. Altı arkadaş, okulda planladığımız gibi on beş tatilde Gedikhasanlı köyüne gittik. Arkadaşlarımız: Selhan Soysal, İsmail Alpkaya, İdris Çetin, Recep Çetin, Ali Ünal ve Seyit Taze idi. Süleyman Önder ise zaten kendi ailesinin yanına gelmişti. Onunla yedi kişi olmuştuk. Arkadaşım Selhan Soysal’ın ailesi bu tatilde bizleri misafir edecekti. Selhan’ın babası ve annesi bizleri bir anne baba şefkatiyle çok sıcak ve sevecen karşıladılar. Bağılarına bastılar.
Gedikhasanlı köyünün manevi bir yönü vardı. Mehmet Şakir Suntay (Gedikhasanlı Şakir Efendi) aslen Kayseri’nin Cami-i Kebir Mahallesi’nden olup Yozgat’ın Gedikhasanlı Köyü’ne yerleşmiş aileye mensuptur. Kayseri’de Cücezadeler namıyla tanınan bu aileden olan Ali Efendi’nin ortanca oğludur. 1853’de Yozgat’ta doğar. Tahsiline ilk olarak doğduğu köyde başlayıp daha sonra Osmanpaşa Medresesi’ni bitirir. Bilahare Kayseri’ye giderek orada tanınmış ulemadan mürit zade Ali Efendi ve diğerlerinden icazetname alır ve Yozgat’a döner. Mehmet Şakir Efendi Yozgat’ta Demirli Medresesinde hem Osmanlı Dönemi’nde, hem de Cumhuriyet Dönemi’nde müderrislik yapar. Okuduğu Osmanpaşa Medresesi’nde bir süre müderrislik yaptıktan sonra medreselerin kapatılmasıyla köyüne çekilir, imam-hatiplik yapar ve halkı irşada devam eder. Yozgat ve Osmanpaşa’da ömrü boyunca sayısız öğrenci yetiştirmiştir. Başta Nakşî Şeyhi Şeyhzade Ahmet Efendi olmak üzere, Müftü Hulusi Akyol gibi isimler, Şakir Hoca Efendi’nin talebeleridir. Mehmet Şakir Efendi vücutça sıhhatli olmasına rağmen ömrünün son yıllarında iki gözünü birden kaybeder. 1937 yılında Gedikhasanlı Köyü’nde vefat eder ve köy kabristanlığına defnedilir.
Selhan soysal arkadaşımızın annesi, tatil boyunca bizim en sevdiğimiz yemek ve tatlıları yaptı. Yemekte yok yoktu, her şey vardı. Yediğimiz yemekler, yatılı yurdunun yemeklerinden çok farklıydı. Yemekleri severek tıka basa yiyorduk. Pansiyonda doyasıya bir yemek yemedik. Arkadaşımızın ailesi bizlerden varlıklıydılar. Sıcacık çay vardı. Kocaman kazanlarda kaynamış şekerleri içine atılmış çaylardan artık uzaktık. Çaylar küçücük demliklerde yapılacaktı ve o çayları içecektik kana kana…
Kış günüydü hava çok soğuktu. Soğuktan evden dışarı çıkamıyorduk. Dışarıda birkaç dakika durmanız, sizi dondurabilirdi. Sıcaklık eksi yirmilerde yüzüyordu. Tükürseniz, tükürüğünüz buz tutuyordu. Tatilimiz, neşe ve sevinç içinde geçiyordu. Ev içinde arkadaşlarımızla oynayıp eğleniyorduk.
Köyde geceleri geç yatıp sabahları da geç uyanıyorduk. Bu tatil esnasında alışkanlık haline gelmişti. Yozgat’ta pansiyonda ise erken yatıp erken uyanıyorduk doyasıya bir uyku uyuyamıyorduk. Günlerden bir gün yine geç uyumak istedik. Oynadık ve iyice eğelendik. Gece yarıyı çoktan bölmüştü bile. Tam bu esnada gece yarısı bir ses duyduk. Bağrışmalar, çağrışmalar, çığlıklar ve gürültüler birbirine karışıyordu.
Bu acı çığlıkları duyduğumuzda altı arkadaş derhal evden dışarı fırladık. Acaba be ses çığlık da neyin nesiydi? Deprem mi vardı? Yoksa bir evde cenaze ya da cenazeler mi vardı? Endişe içindeydik.
Evden dışarı çıktığımızda, uzaktaki evden ve ağıldan yükselen, insan ve hayvan çığlıkları kulaklarımızı cırmalıyordu. Kulaklarımıza acı acı ve yanık yanık sesler geliyordu. Gökyüzünü acılı sesler kaplıyordu. Misafir olduğumuz evin karşı tarafındaki evden, ateş yığını arasından dumanlar göklere yükseliyordu.
Yangın vardı, ev, ahır ve samanlık cayır cayır yanıyordu. Ateş; kar ve buza meydan okuyarak, göğe direkleniyordu. Köy evlerinde; ev, ahır, depo ve samanlık aynı çatı altında bulunurdu. İki katlı evlerin alt katı; samanlık, ahır ve depo olarak kullanılırdı. Üst katta ise ev halkı otururdu. Bu yanan ev de böyleydi.
Ev yanmaya başlayınca, evde bulunan insanlar anında canlarını dışarı atmışlardı. Çocukları ve yaşlıları da güçlükle evin dışına çıkarabilmişlerdi. Ahırda bulunan hayvanları çıkarmaya zaman yetmemişti. Çünkü alevler, ahırı ve samanlığı çoktan sarmıştı. Kısaca hayvanlar, ateş ve ölümle baş başa kalmıştı.
Köyde itfaiye yoktu. Köy ilçesi olan Sorgun’a hayli uzaktı. Sorgun’dan itfaiye gelinceye kadar ev, ahır ve samanlık yanıp kül olurdu.
Bu çaresizlik karşısında, biz ve köylüler de bir şey yapamıyorduk. Köylüler, yanan evin etrafında toplanmışlardı. Yangını söndürmek için ellerinden geleni yapıyorlar fakat yangını söndürmeye muvaffak olamıyorlardı. Yangın, hızla yayılarak büyüyordu. Yangını söndürmek de bu saatten sonra imkânsızlaşmıştı. İnsanlar, zaten dışarıda soğukta durmakta zorluk çekiyorlardı. Bu an, ateşle buzun savaşından başka bir şey değildi. Hava buz kesiyordu. Ateş ise buza ve kara meydan okuyarak yanıyordu. Alevler göklere ulaşıyordu.
Nihayetinde çok sayıda hayvanın bulunduğu ahır çoktan tutuşmuştu. Samanlık, yanmaya başlamıştı. Samanlığı söndürmek, bu şartlarda imkânsızdı. Ev ahşaptı. Tahtalar çoktan tutuşmuştu. İçeriye sızan dumanlar, içerdeki büyük ve küçükbaş hayvanları zehirlemeye başlamıştı.
Koca bir ahır dolusu hayvan vardı. İçerisinde; İnekler, danalar, koyunlar, keçiler; tavuk, ördek, kaz ve hindi gibi aklınıza gelen bütün hayvanlar mevcuttu ahırda. Hepsi ya cayır cayır yanarak ya da dumandan zehirlenerek ölüyordu. İnsanların ellerinden bir şey gelmiyor gözyaşlarıyla izliyorlardı.
Bu ateşte yanan ve dumandan zehirlenen hayvanların acılı bağrışmaları ve çığlıkları ta bizim bulunduğumuz evin yanına kadar geliyordu. Hayvanlar, acı acı meleşiyordu. Göz göre göre acımasızca telef oluyordu. Hiç kimse de bu durumda bir şey yapamıyor, çaresizce bu duruma bakıyordu. Nihayet birkaç saat sonra; ev, yandı ve kül oldu. Yanan evin; kadın, erkek ve çoluk çocukları hep ağlaşıyorlardı. Üstlerinde battaniye vb. giysiler vardı. O dondurucu soğukta yanan evlerinin başında ağlayarak bekliyorlardı. Gözlerinden akan yaşlar soğuktan buz tutuyordu. Hayvanların hepsi de göz göre göre, acılar içinde telef olmuştu. Ev de yanıp kül olmuştu. O gün hiç sabah olmamıştı sanki. O gecenin uzunluğu sanki bir yıl gibi olmuştu. Sabah bir türlü gelmemişti. Ev sahiplerinin soğuk kanlarını dondurmuştu. Yanan hayvanların çığlıkları herkesi dehşete düşürmüştü. Sanki kıyamet sahnesi gibiydi. Yaşananlar geçekti.
Sabahın aydınlığı ağır ağır etrafı kuşatmaya başlamıştı. Biz de o gece sabaha kadar uyumadık sabah namazımızı cemaatle kıldık evimizde. Karşı yangının olduğu evden hâlâ dumanlar yükseliyordu. Soğuk ise etrafı kesiyordu. Sabah olduğunda, bu yangının sebebini sorduk. Anlatılanlar sadece şuydu. Köydeki iki aile arasında husumet varmış. Bu husumetlerinden dolayı gece evi, ahırı ve samanlığı ateşe vermişler…
Bu yapılan ne insanlığa ne de Müslümanlığa yakışan bir davranıştı. İnsan olan bunu yapamazdı. Bunu yapana asla insan denmezdi. Çünkü dinimizde bir insanı öldürmenin bütün insanlığı öldürmek olduğu, bir insanı kurtarmak da bütün insanlığı kurtarmak olduğu ilkesi vardı. Bunu diğer canlılar için de düşünebiliriz. Bu vicdansızlık karşısında hangi yürek dayana.
Peki, bu günahsız hayvanların suçu neydi? Bunu yapanlar; bu masum hayvanlar acımasızca yanarken hiç mi vicdan azabı çekmediler? Evet, ev sahibi ile huşunetiniz olabilir. Peki, bu hayvanların suçu günahı neydi? Husumetinize bu masum hayvanları niçin alet ediyorsunuz? Bu masum hayvanların hesabını ahirette nasıl vereceksiniz? Vicdanları hiç mi sızlamadı mı? Tabii ki vicdanları varsa. Bu ne cehaletti, Allah aşkına. Bunu yapanlar insan içine çıkıp insanız diye dolaşabilecekler miydi? Bu ne insanlık dışı bir olaydı. Hâlâ o hayvanların acılı çığlıkları, bağrışmaları, acılı meleşmeleri kulaklarımı cırmalıyor durmadan. Siz iki insan arasındaki düşmanlık ve husumetin günahını, suçsuz ve günahsız hayvanlar mı çekmeliydi?
Bütün köylülerin gözleri önünde onlarca, yüzlerce hayvan telef olmuştu. Çocuklar ağladı ve anneler feryat etti. İnsanların cehaletlerinin acısını, hayvanlar ve masum çocuklar çekti. Bütün bu can kaybının yanında, onca yanan eşya ise israftan başka bir şey değildi.
Aranızdaki husumetin günahını masum hayvanlara yüklemeyin. Düşmanlıkları ve cehaleti bir tarafa bırakın. Bu cehaleti bırakmanın yolu da eğitimden geçer. Dinimizi güzelce öğrenmek ve öğretmekten geçer. İslam ahlakını güzelce öğrenmek ve öğretmekten geçer. Anne ve babanıza saygılı olun. Komşularınızı sevin ve onlara yardım edin. Hayvanları sevin ve onlarla ilgilenin. Doğayı sevin ve onu koruyun. Tefekkür denizinde yolculuk yapın. Yarınlar sizinle olsun, kalbiniz nurla dolsun… 09.07.2006
Akdağmadeni
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.