ESKİ ÇENGELKÖY BALIKÇILARI, BALIK CİNSLERİ VE MEVSİMLERİ…
ESKİ ÇENGELKÖY BALIKÇILARI, BALIK CİNSLERİ VE MEVSİMLERİ…
Sevgili Çengelköy, balıkçılar yaşadıkları yerin sosyo-kültürel değerlerini içlerinde barındıran ve kendilerine özgü, ifade tarzlarıyla bu değerleri koruyan ve yeri geldiğinde bu gizli hazineleri, en ince detaylarına kadar anlatan insanlardır. Onlar hayat mektebini bitirmiş, bir Ömer Hayyam, bir Neyzen Tevfik ve bir Einstein’dır. Onların dili, espri anlayışı ve ifade tarzları, yaşadıkları yerin tüm esnaflarında olduğu gibi bir özellik taşır ki, bu özellik içinde bulundukları ortamın gizemini içinde barındırır.
Efendim, bu özellik koca İstanbul’un her eski semtinde farklılıklar gösterir. İşte bu farklılık, örneğin Çengelköy’ü, Çengelköy yapar. Onlar çocukla çocuk, deliyle deli ve en akıllısına da taş çıkaracak öyle bir ortam yaratırlar ki, bu ortam onları Çengelköylü yapar. Balıkçısı, şoförü, kasap’ı, bakkalı, berberi ve kunduracısın da hep aynıdır, hiç değişmez. Nasıl, eski “Çengelköy Dolmuş” ları, boğaziçinde haklı bir ün salmışlarsa, balıkçılarımızda diğer meslektaşlarına “Bakın Çengelköylü Balıkçılar Geliyor” dedirtebilecek kadar ün salmışlardı.
Sevgili okurlar, Çengelköy’ün eski balıkçılarından bazıları şunlardır; İbrahim Ülcan (reis ), oğulları Ülkü ve ayı Nuri ile manyat ve voli (ağ ) çevirilerdi. Kayıktan oltacılar ise; Kaya, Beycim, Sefa Reis, Tatar Nevzat, Lüp Mustafa, Alamanyalı Mustafa, Orkut Reis, Berber Tevfik idi. Daha yeniler ise (şimdi onlar da eskidi ya); Faruk Erözcan, Tarık Abi, Sarı Ener, Baba Tahir, Baron Mustafa, Lüfer Semih, Cengiz, Dursun Reis, Tuncay Kaptan, Sucukçu Mustafa, Karga Halit, Suat ve eşi, Sadi Reis, Kepaze Burhan, Tuncay abi, Avcı İbrahim, Ergün Abi, Kulelili Mustafa ve Hayati ve Naci kardeşler (voli ve Manyat çevirirler )’di. Bu nesil daha sosyal davranmış ve bir dernek kurarak, haklarını güvence altına almışlardır.
Söz açılmışken, geliniz birazda İstanbul ve Boğaziçi’nin balık cinslerinden bahsedelim: Fransızlar, adında “r” harfi bulunmayan aylarda balık yenmez derler. Gerçekten “Mai-Mayıs”, “Jui-Haziran”, “Juillet-Temmuz” ve “Aout-Ağustos” aylarında Fransa da balık pek bulunmazmış. Ancak “Septembre-Eylül” geldi mi balık da lezzetini bulurmuş, derler. Bu tekerleme belki Fransa için doğrudur amma mübarek ve bereketli İstanbul sularında her mevsimde lezzetle yenecek birçok balık cinsi bulunmaktaydı. Ve bu bolluk Allah’ın İstanbul kullarına değerine paha biçilmez bir nimetiydi…
Sevgili Çengelköy, şimdi sizlere İstanbul sularında çıkan balıkların hatırımızda kalanlarını sayalım, bakalım bize hak vermez misiniz? İlk önce, balıkların şahı kalkan, sonra yağlı zamanında ızgarasından, dolmasından, daha sonra tavasından tutun da yağsız zamanında ki çirozuna kadar türlü şekilde yenilen mübarek uskumru, ızgarasına doyum olmayan canım lüfer, küçüğü sırasıyla çinakop, sarıkanat, koruk lüferi, irisi kofana, akya, kılıç, orkinos, palyanos. Dip balıklarından puçita, altıparmak, palamut, kestane palamutu, torik, levrek, has kefal, kalaridya, kolyoz, lipari, barbunya, tekir, ispendek, lipari, sidikli ilarya, pulânerya, tulumu çıkarılıp haşlaması hastalara bile şifa olan izmarit, istrongilos, kıraça, istavrit, gümüş, pisi, kırlangıç, dil balığı, gelincik, iskorpit, mezgit, kaya balığı, minakop, ispari, karagöz, çurçur, çaça, hani, mercan, zargana, horozbina, kikla, trakunya ve azınlıklar için köpek balığı. Her hâlde bir haylisini de unutmuş olacağım. Bakınız sinarit ile sardalyeyi ve dülger balığını da şimdi hatırladık.
Sevgili okurlar, insaf ediniz! Yüce Allah’ın lütuf’u bu kadar çeşit balık arasında elbette, her mevsimde yenebilecek birkaçına rastlanır değil mi? Zavallı Fransız bir ton bilir, bir ringa, bir de sardalye. O yüzden de tatlı su balıkları peşinde koşar durur. O sularda uskumru çıktığı söylenir ama bunlar herhâlde kolyoz olsa gerektir. Nerede Boğaz’ın canım uskumruları, değil mi efendim?
Sevgili Çengelköy, o zamanlar balıkçılık bir sektör haline gelmemişti, teknoloji ilerlememişti ancak bereket çoktu. Tutulan bu kadar balık çeşidine göre, Çengelköy’de balık satan esnaflarda çoktu. Ayrıca bazı oltacılar, kendi kurdukları o şirin tezgâhlarında tuttukları balıkları satarlardı. Eski muhtarlarımızdan Ahmet Acundatek ile yaptığımız bir söyleşide; “her kıyıda bir “Vergi Kulübesi” olduğunu ve balıktan dönen balıkçıların ilk önce burada balıklarını göstermeleri ve bu balıkları satıp satmayacaklarının sorgulanması gerektiğini” söyledi. Balıkçı satacağım dediğinde ufak bir vergi alındıktan sonra gönderildiğini, eve götüreceğim dediğinde ise balıkların vergi memurları tarafından satılamayacak kadar hacamat edildiğini sözlerine eklemişti. O zamanlar, köyümüzde balık satan esnaflardan bazıları şöyleydi; Karakolun önünde ki lahana çeşmesinde ki Can Baba ( bir dellendimi, satırı kapar kovalardı, vallahi), Necdet abi, Efe Mustafa, Sarı Mustafa, Çengelköy balıkçısı Suphi abi. En son kalan balıkçımız ise Şen balıkçılık rahmetli Mehmet’in oğlu İbo, karşılıklı iki dükkânıyla birlikte balık satmaya devam etmektedir.
Tabii ki, köyün çocukları olarak, bu bereketten bizlerde nasibimizi alırdık. İnanılmaz bir cesaretle, mayolarımızın lastiğine oltalarımızı takar, o tahtaları eski Çengelköy iskelesinin altında sabahtan yerlerimizi alırdık. Orası bambaşka bir rüya idi, sevgili okurlar, hem de ne rüya. İskelenin altında diklemesine çakılan, büyük direklere paralel olarak çakılmış yatay tahtalar vardı ve her biri bir köşe oluştururdu. Bu köşelerin sahipleri bizlerdik ve her birimizin köşesi belliydi. Yukarıda ki tahtaların arasından bir yol bularak gelen güneş ışınları, denizin altını kabak gibi ortaya çıkarırdı. Görüntü inanın anlatılamazdı, orası tıpkı bir büyük akvaryum, bizler ise bu akvaryumdan istediğimiz balığı tutan avcılardık. İstediğimiz balığı diyorum, çünkü oltanın iğnesine istemediğimiz veya küçük bir balık gelirse, oltamızı kaçırıp, baba balıklara doğru sallardık. Her akşam eve taze balık getirdiğimizden, evdekilerde hiç ses etmezlerdi.
Kısacası herkes hayatından memnundu. Acaak, bir irice vapur gelipte, iskeleye tosladı mı, işte o zaman korkudan üç buçuk atardık. Çünkü iskelenin tahtaları bir ileri bir geri yapardı ki, eğer bir yan tahta bu şiddetten fırlasa bizim de canımıza okurdu vallahi. Bir korkumuz da çımacı Dursun’du, çıkın oradan diye bağırınca kimse yerinden bile kımıldamazdı, o da iskelenin odun sobasında kaynayan sıcak suyu, tahtaların arasından bizlere dökmeye çalışırdı. Ama o bizi göremezdi, çünkü yukarıdan gelen güneş ışığı bizleri saklar, onu ise kabak gibi gösterirdi. Bu yüzden gaddar Dursun, suyu boşuna harcardı.
Akşam hava kararınca Çınaraltı koyunun önü, kum gibi sandal ve lüks ışığı kaynardı. Artık son hazırlıklarını yapan balıkçılarımız, aldıkları “tio” ile avlanacakları yerlere gitmeye hazırdılar. Onlar avlanmaya giderlerken, bizler de evimizin yolunu tutardık. Üzerimizi değiştikten sonra, soluğu yine Çınaraltı’nda alırdık. Orada bizleri bekleyen arkadaşlarımızla, o gecenin planını yapmalıydık. Bu planda ne imiş demeyiniz lütfen, Çengelköy’deki sinemalara mı, Beylerbeyi’dekilere mi, Anadoluhisarı’ndakilere mi yoksa Kanlıcada’kilere mi? Gitmeliyiz, işte bunu planlardık, kafamıza göre yani. Ne diyelim efendim, gençlik bu yakışır, yakışır tabii. Umarım yerimizi bıraktığımız gençlerimiz de kafalarına göre takılırlar, vukuatsız, aman haa. Sevgiyle kalın.
Hüseyin Tuna
T U N A C A N
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.