- 861 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
SAÇ KIRAN
İlkokul birinci sınıfta okuyordum. Her şey ne de güzel başlamıştı. Okulum ve arkadaşlarım, benim ayrılmaz birer parçamdı. Bu ikisini o kadar çok seviyordum ki her birinin sevgisi, bendeki sevgi ağacının her bir dalına yuva yapmıştı. İlkokul, her öğrenci için büyük bir heyecandı.
O günlerde ortalığı yakıp yıkan ve kavuran bir salgın vardı. Bu illet ülkemize de uğramıştı. Köyümüz de bu kötü illetten payına düşeni almıştı. Bu illet hastalığının adı da saç kırandı. Saçları kırıp geçiriyor ve herkesi kel bırakıyordu çocuk yaşta. Kimsenin gözünün yaşına bakmıyordu. Bu hastalıktan tüm köy çocukları korkuyordu. Bu hastalığa yakalananlar ise çok acı ve ıstırap çekiyorlardı.
Bu hastalık, ilkönce komşularımızın çocuklarında başladı. Derken mahalle ve okulda hızla yayılmaya başladı. Herkes bu hastalığın kendine geçmesinden korkuyordu ve endişe duyuyordu. Yalan mı söyleyeyim; aynı korku ve endişeyi ben de taşıyordum. “Bu hastalık bana da geçer mi?” endişesi içindeyken, ufacık bir yerimi ısırdı ve geri çekildi. Ben de bu saçkıran hastalığına böylece yakalandım. Bu hastalığa yakalandığımda, arkadaşlarımdan ve okulumdan ayrı kalma korkusu kapladı yüreğimi. Beni en çok üzen de buydu. Bu hastalığa yakalananlar; günlerce, haftalarca hatta aylarca okula gidemiyorlardı.
Saç kıran hastalığı bende şöyle başladı. İlkönce başımda, nokta halinde sulu bir yara çıktı. Gün geçtikçe bu yara büyümeye başladı. Tıpkı kartopunun yuvarlanarak büyüdüğü gibi büyüyordu. Günler ilerledikçe yaram da büyüyordu. Bu yara, kafamın tamamını kuşatmıştı. Derdime çare arayacak babam vefat etmişti. Annem, yaşlı ebem ve dedem yarama merhem olmaya çalışıyorlardı ama olamıyorlardı. Üzülüyorlar ve çırpınıyorlardı fakat büyümesi engellenemeyen bu yarayı durduramıyorlardı. Ellerinden bir şey gelmiyor, üzülüp kahroluyorlardı.
Başımın tamamını kaplayan yara bir bataklık ormanını benziyordu. O ormana giren kayboluyordu. Yarama merhem olmak için çeşitli ilaçlar deneniyordu yaralarımda. Bu sebeple yaranın iyileşmesi için başımda denemedik ilaç ve merhem kalmamıştı. Bütün bunlar yapılırken de doktor tavsiyesi falan yoktu. Doktora gitmek için imkânımız da yoktu. Beni ne doktora götürecek vardı ne de doktora götürecek kadar para. Maddi imkânsızlıklar içinde kıvranıyorduk. Koca karı ilaçları dediğimiz ilaçlar deneniyordu başımda. Başım, adeta deneme tahtasına dönmüştü.
Köyümüz gerçekten fakir bir köydü. Avrupa’ya giden birkaç işçinin dışında bütün köylü maddi sıkıntı çekiyordu. Tarla desen tarla yok. Bağ, bahçe desen o oda yoktu. Dağlık, engebeli bir araziye kurulmuştu köyümüz. Evet, bir nebze davar vardı. O da sınırlı sayıda idi. Köylü senenin altı ayını yurt içinde yazları çalışarak geçirir, diğer altı ayını da kışın bu çalıştıkları parayı yiyerek geçirirlerdi. Kışın köylülerin tamamı neredeyse köyde ikamet ederlerdi. “Sıcak memlekete gidip de kışın çalışayım” demezlerdi ya da bunu bilmezlerdi. Gurbet ellere gittiklerinde inşaat köşelerinde kalırlardı. Doğru düzgün kalabilecekleri bir yer bile yoktu. İnşaatların bodrumları mekânlarıydı.
Konu komşu bana yardım etmek istiyordu. Bu yüzden sık sık yanıma uğrarlardı. Tabi bu yardım maddi yönden değil, yaranın iyileşmesi yönündendi. Köylüler; “Bu sevimli, tombul yüzlü, öksüz çocuğun yarasını nasıl iyileştiriniz?” diyorlardı. Bu da sevindirici durumdu. Ne yapsınlar? Şimdilik ellerinden gelen buydu…
Kadının biri gelir:
“Ay çok kötü olmuş. Çocuğun başına yoğurt sürün.”
Diğer bir kadın gelir:
“Çocuğun başına yağ koyun.”
Bir başkası gelir:
“Şu otun, suyunu koyun.”
Diğer bir başkası:
Çocuğun başına kül koyun.”
Başka biri:
“Çocuğun başına et sarın.” Derdi.
Başımdaki yaranın iyileşmesi için herkes ne biliyorsa onu söylerdi. Hepsinin bir amacı vardı. Bu yaranın iyileşmesi…
Bazıları ise:
“Ben şöyle yaptım iyi oldu .”
Diğer ise:
“Ben böyle yaptım hemen iyileşti…” Diye tavsiyelerde bulunuyorlardı. Bu tavsiyelerin ardı arkası kesilmiyordu. Önüne geçen bir şey tavsiye edip duruyordu.
İçlerinden biri de şöyle demiyordu:
“Bu çocuğu, doktora götürün. Paranız yoksa aramızda para toplayıp doktora görülerim ve bu sabiyi acı ve ıstıraptan kurtaralım.” Bunu ne erkekler, ne de bayanlar tavsiye ediyordu. Bütün bu çabalar karşısında, yaram iyileşeceğine daha da çoğalıp derinleşiyordu. Maddi imkânımız da çok kötüydü. Doktora gidecek paramız, pulumuz zaten yoktu.
Ben, başımdaki yarayla eriyip tükenirken; benimle annem, ebem ve dedem de eriyip tükeniyorlardı. Fakat çaresizlik içinde kalıp, bir şey yapamıyorlardı. Artık arkadaşlarımı ve okulumu çoktan unutmuştum ve ben kendi derdime düşmüştüm. Yaram gün geçtikçe daha da büyüyordu bu da beni korkutuyordu.
Komşulardan:
“Bu çocuk, bu yarayla çok yaşamaz, ölür.” Diyenler de az değildi.
Bir gün imamlık yapan dayım Eşki Hoca, yanıma geldi ve:
“Bana sıcak su ve sabun getirin.” dedi.
Dayıma sıcak su ve sabun getirdiler. O da sıcak su ve sabunla yara bere içinde olan başımı iyice yıkadı. Tertemiz etti yarayı. Bu yıkama, bana o kadar bir acı verdi ki hâlâ acısını hatırladıkça hissederim, tüylerim diken diken olur. Dayım hoca sonra jileti eline aldı ve başımda bulunan bütün saçları kazıdı. Zaten başımda saç denen bir şey de kalmamıştı. Olanı da kazıdı. Ben artık keloğlandım. Benim gibi bu kelliği yaşayan köyümüzde çok çocuk vardı. Bu illet sadece çocuklara yapışmıyordu. Yaşlı olanlara da bulaşıyordu.
Başım jiletle kazınırken ve önüme eğikken, başımdan kan ve irin önüme doğru akıyordu. Ben ise acılar içinde kıvranıyordum. Benim çektiğim acılar karşısında, ebem ve annem dayanamıyorlardı. Bu inanılmaz acı veren yaraya kim dayanabilirdi k? Ufacık çocuk nasıl dayansın? Annem ve ebem benimle durmadan ağlıyorlardı. Başım kazındıktan sonra merhem sürüldü. Ama yara yine bir türlü iyileşmiyordu. Başımın tıraş olması hasebiyle bütün yaralar gün yüzüne çıkmıştı.
Köylüler bir gün dediler ki:
“Arpaç köyünde, saç kıran için merheme benzer, katı ve koyu vişne renginde bir ilaç varmış. O merhemden yaraya sürünce yarayı hemen iyi ediyormuş. Gidin, o merhemi getirin de çocuğun başına sürün.”
Biz de bir umut o ilaca ulaşmaya çalışıyorduk. Bu ilaç ya da merheme ulaşmalıydık. Çünkü yara büyüdükçe büyüyor, azdıkça azıyordu.
Annem, ebem ve dedem; Veysel ağabeyime:
“Oğlum! Git, Arpaç köyünden bu ilacı bul getir.” Dediler. O da sağ olsun, atladı eşeğimize tuttu Arpaç Köyünün yolunu. İlaca bir an önce ulaşmak istiyordu. Sağ selamet o köye ulaşmış. İlacın olduğu eve varıp durumu izah etmiş. Sağ olsunlar onlar da ellerinde bulunan merhemden bir miktar vermişler. O ilaçtan bulduğu bir miktar alan Veysel ağabeyim, memnun olarak evimize döndü. Biz de ailecek merhemin gelmesine çok ama çok sevinmiştik.
Umutla beklediğimiz ilaç nihayet gelmişti. Artık bunu başımdaki yaraya uygulama zamanı gelmişti. Zaman geçmemesi gerekiyordu. Arpaç Köyünden getirilen merhemi tıraş olduğum başımdaki yaraların üzerine iyice sürdüler. Yine acı çekişiyordum ama sabretmem gerekirdi. Başıma sürülen ilacın artık sonucunu beklemeye başlamıştık. Tedavi sürecini beklemekten başka çaremiz yoktu. Bu ilaç sayesinde Rabbimin hikmetine binaen ve onun yardımıyla yaram körelmeye başladı. Günler sonra iyileşme alametleri gözükmeye başladı. İnanamıyordum yaram iyi oluyordu. Saçlarım yavaş yavaş yarayı yararak ekin gibi çıkmaya çalışıyordu. Bu zaman zarfında da okuldan hayli uzaklaşmıştım. Okulum, canım oklum benim. Arkadaşlarım, canım arkadaşlarım benim. Öğretmelerim, canım öğretmenlerim benim…
Yaram gün geçtikçe iyileşiyor, iyileştikçe de seviniyordum. Ailem de benimle seviniyordu. Ben hasta iken arkadaşlarım yanıma gelmezlerdi benden kaçarlardı. Yara kendilerine bulaşır diye. Onlara hak veriyorum. Yara onlara bulaşmasın da tek benden uzak dursunlar. Onların hasretiyle yanıp kavrulayım ama yaram onlar bulaşmasın. Yaram iyileşince arkadaşlarım, yaram yüzünden artık benden kaçmayacaktı. Bu zamana kadar arkadaşlarım, yaram kendilerine serper diye benden hep kaçıp uzak durmuşlardı. Yaram iyileştikçe, bana geçmiş olsun demeye bile geldiler. Bu duruma çok seviniyordum içim içime sığmıyordu. Komşumuzun çocuklarından Durak, Resul, Necip, Amcamın oğlu Recep de aynı hastalığa yakalanmışlardı. Daha adını sayamadığım niceleri, bu hastalığın pençesine tutulmuşlar hastalıkla mücadele ediyorlardı.
Hastalığın en şiddetlisini yaşayan emmioğlu Durak idi. Ben, bu hastalığa yakalanan komşumuz emmioğlu Durak’tan bahsetmek istiyorum. O da benim gibi saç kıran hastalığına yakalanmıştı. O, bu hastalığa benden de önce yakalanmıştı. Onun tedavisi o kadar uzun sürdü ki onun çektiği acıları her gün okula giderken görüyor, hissediyor ve duyuyordum. Kısaca aynı acıları ben de yaşıyordum.
Arkadaşımın yarası o kadar derine inmişti ki adeta iyileşmesi imkânsızlaşmıştı. Yarasına kurtlar düşmüştü. Başındaki yaranın içinden kurtlar tek tek temizleniyordu. Yaralı yerlere tentürdiyot sürülüyordu. Tentürdiyodun verdiği acıyı anlatamam. Yarayı yakıyordu. Durak’ın yarasına; Hz. Eyüp peygamberin yarasına kurt düştüğü gibi kurtlar düşmüştü. Hz. Eyüb’ün yarasına sabrettiği gibi bu küçücük arkadaşımız da yarasına sabrediyordu. Ağlıyordu, sızlıyordu ve ıstırap duyuyordu ama elinden bir şey gelmiyordu. Yaralarından kurtları bir bir alıyorlar, yarayı iyice ilaçlıyorlardı. Yaranın üzerine tentiryot döküyorlardı. O da öyle bir yakıyordu ki çocuğun ağıt sesleri çok uzaklardan duyuluyordu…
Benim de başıma tentürdiyot döktüler. Kanayan bir yaraya tentürdiyottun dökülmesindeki acıyı anlatamam. Canım o kadar acıyor ve yanıyordu ki bu acılara dayanamıyordum. Dayanmak zorunda kalıyordum. Çünkü bundan başka çarem yoktu.
Yüce yaratıcı, bu arkadaşın da derdine derman verdi. Derdi veren, dermanını da verirdi. Öyle de oldu. Arkadaşım gün geçtikçe iyileşiyordu. Bu illetten şükürler olsun Allah’a kurtuldu. Köyümüze giren bu hastalık aylar ve yıllar sonra çıktı ve gitti. Bu hastalığın köyümüze girmesi çok kolay oldu ama çıkması çok zor oldu. Giderken büyük izler, çileler ve yarılı yürekler bırakarak gitti. Gidiş de o gidiş. İnşallah dönüşü olmaz bu illetin…
Benim saçlarım, bu saçkıran hastalığını geçirmem dolayısıyla seyrektir. Hatta başımdaki saçlarımın bir tarafı, o kadar seyrektir ki orada saç bulamazsınız. Ayna gibi çıkar karşınıza. Berbere gittiğimde veya saçlarımı kısa kestirdiğimde, başımda nokta nokta yerlere rastlarsınız. Bunu beni tıraş eden berber arkadaşlar; “senin saçın neden bu kadar seyrek ve başındaki bu nokta nokta olan yerler neden böyle?” Diye sorar dururlar. Ben de bunlara usanmadan cevap verirdim. Acılı hikâyemi anlatmak zorunda kalırdım. Her anlattığımda acı hissederdim. Karşıdaki soru soran insanların meraklarını böylece gidermiş olurdum.
Çocukluğumda yakalanmış olduğum bu hastalığı, Rabbim kimseye göstermesin. Ben artık iyileşmiştim. Diğer bu hastalığa yakalanan arkadaşlarım da iyileşmişlerdi. Çok sevinçliydim. Okuluma ve mektebime gidebiliyordum. Çok sevdiğim okulumdan daha fazla ayrı kalmazdım. Arkadaşlarımla artık oyun oynayabilirdim. Hastalığımda arkadaşlarım beni dışlıyorlardı. Şimdi ise sevgi kucaklarını bana da açmışlardı. Ben, oyuna kaldığım yerden başlamıştım. Okul derslerimi de çok çalışarak telafi etmiştim. Okumak ve yazmak benim karakterimdi, bu karakterimi asla terk edemezdim.
Hayata bu hastalıktan sonra daha sıkı tutundum. Yaşamı ve yaşamayı sevdim. Bana yardım edenleri daha da çok sevdim. Dünyadaki bütün çocuklar, acı çekmesin. Onlar hep gülsün, mutlu olsun. Çiçeklerin açtığı gibi onlar da çiçek açsınlar. İki dünyada da mutlu olsunlar. Çocuklar bizim geleceğimizdir. Geleceğimiz gül, çiçek bahçeleriyle dolup taşsın, onlarla coşsun, onlarla mutluluğa uçsun…
29.10.2007
Akdağmadeni
YORUMLAR
Yüreğinize saglık
İlgimi çekti
Güzel bir paylaşımdı
Gönlüne saglık selamlarımla...
İDRİS ÇETİN
Selam ve saygılar...