gezi parkı olayları üzerine
Diğer her küçük şey gibi, biraz daha büyük şeyler de birden oluyor günümüzde. Bir bakıyoruz bir halk ayaklanmış. Üç gün sokağa çıkmasak, ya da hep takip ettiğimiz rotayı bir süreliğine değiştirme gafletine düşsek bir de bakıyoruz ki yer şekilleri, binalar, dükkanlar, renkler ve insanlar, ve insanların yüzündeki ifadeler değişmiş. Bir duyguyla iki gün geçirmek neredeyse imkansız hale geldi, veya bir doğruya iki gün inanmak. Gözümüzün önünde ne olduğunu görmekten aciz haldeyiz. Kelimeler ve kavramlar, ve bu ikisinin işaret ettiği anlamlar o denli değişken ki… neredeyse aynı kelimeyi iki kere peş peşe aralıksız tekrar ederken bile her defasında kelimenin farklı anlamlara gelmesinin önüne geçemeyeceğiz. Üzerinde durabileceğimiz, güvenle yaslanabileceğimiz herhangi bir düşünce veya kavramlar silsilesi maalesef bulunmuyor artık. Günümüz insanı manaca kabız, ve fakat malzemenin kullanımındaki hoyratlık bakımından ifrata varan bir dilin esiri olmuş durumda. Ne diyoruz? Ama ne anlıyoruz? Ve neyi anlamamakta bu kadar ısrar ediyoruz? “Neden konuşarak bir şeyleri çözemediğimizden” dem vuruyor büyük adamlar. Oğuz Atay’ın da dediği gibi maalesef “kelimeler bazı anlamlara gelmiyor”. Evet kelimeler bir çok anlama gelmiyor. Gelse de çok uzun kalmıyor o anlam üzerinde. Biri tutup ucundan işaret ettiği anlamın içini çok çabuk boşaltabiliyor. Bu sebeple bizden beklenmeyen bir firasetle konuşmak yerine eyliyoruz.
Taksimde insanlar ayaklandı. Taksimde insanlar ayaklanan insanlara yine başka insanların talimatları doğrultusunda şiddet uyguladı. Özelde kelime anlamıyla demokrasiyi, genel anlamıyla ise varoluşsal bir zorunluluk olarak birlikte yaşayabilmenin gerek ve koşullarını ahlaki bir altyapı olarak ortaya koymaktan aciz adamlar ve yayın organlarının, yine bir şark kurnazı edasıyla yaşanan olayları ısrarla “birkaç ağacın yerinden sökülmesi”ni referans göstererek ahlaki bir yörüngeye oturtma çabasına şahit olduk. Elbette mevzu bundan ibaret değildir. Bunu görmemek de mümkün değil. Birlikte yaşayabilmenin ön koşulunu demokrasi olarak tanımlayıp, daha sonra demokrasiyi en kaba haliyle sayıca fazla olanın konfor alanını genişletmek penceresinden görenlerin köşe başlarını tutmuş olmasından kaynaklanan güdük ve soyutlama kabiliyetinden yoksun bir düşünce ve ardı sıra eyleyiş. İşin acı tarafı her iki tarafın da işi bu şekilde ele alıyor olması. Bu yaşananların iki dünya görüşünün karşı karşıya gelmesinden başka bir şey olmadığı gerçeğini gizlemek için, mevzunun aktörleri başta olmak üzere, herkes elinden geleni yapıyor. Evet! “Kral çıplak”… doğru, tamam Kral Çıplak, ama hangi Kral diye sorarlar adama. Demokrasi kavramını içselleştirme hususundaki kabiliyetleri en iyimser tabirle “güdük” olmaktan öteye geçemeyen kalabalık, Kral denildiği zaman iktidarı işaret edecektir. Diğer taraf ise, son yüzyılda yediği dayağın ve sayısız aşağılanmanın etkisiyle Kral’dan kastın dünya üzerinde egemen dış güçler ve şer odakları olduğu konusunda ısrarcı olacaktır. Peki kimdir Kral?
Yaşanan, iki temel kavramın son tahlilde artık karşı karşıya gelmesi ve her iki tarafın temsilciliğine soyunmuş iktidar kadrolarının (ve de bu mevkiye aday görünenlerin), inandıkları doğruların kendilerine dayattığı refleksler uyarınca bu çarpışmadan ganimet toplama gayretidir. İşin özünde çarpışan kavramlar Modernite ve Gelenektir. Su yüzüne vuran şekli ile ise kendilerine muhafazakar veya bunun karşıtı olarak aydın olduğunu vehmeden insan topluluklarıdır. Yani sağ ve soldur. Ve aynı zamanda, çağımıza has bir istisna olarak sağ ve sol değil, sağ ve yine başka bir sağdır.
Peki sağ ve sol nedir? Şöyle ki; sağ her zaman iktidardır. Din ve gelenekten bağımsız olmak kaydı şartıyla sağ, mevcut durumun güçlenmesi ve devam ettirilmesi, sol ise mevcut duruma alternatifler önerilmesidir. Bu bakımdan her muhalefet kelime anlamı bakımından soldur, ve haliyle her iktidar sağdır. Kavramların yavaş yavaş alışageldiğimiz eksenlerinden kaymaya başladığını hissettiğinizi umuyorum. Bu pencereden baktığımız zaman, örneğin Küba’da veya Kuzey Kore’de din siyaseti yapan bir oluşum mevcut kurulu düzene ve iktidara alternatif önermelerde bulunuyor olması sebebiyle soldur. Gezi Parkı olaylarında ise, iktidar demokrasinin pratiğe dönüştürülmesi, ve yağmacı kapitalist düşüncenin hayata geçirilişi bakımından sağ iken, eylem yapan kalabalığın kurulu hayat tarzına müdahalesi ve yeni bir önerme getiriyor olması bakımından soldur. Kendine solcu ve özgürlükçü olduğunu vehmeden eylemciler ise bu resimde muhafaza eder duruma geçtiği için istemeden de olsa sağdır. Daha da vahimi günümüz şartlarında kadim geleneklere bağlılık söylemiyle yola çıkan her siyasi oluşum, modern insanın “çağa ayak uydurma” fetişinin altında ezilmeye muhtaç olduğu ve bu durum kayıtsız şartsız gelişme ve yola devam etme fikirleriyle desteklendiği için teoride soldur.
Peki kimdir Kral? diye sormuştum. Buna geçmeden önce kafasını yukarı kaldırıp manzarayı daha net görmek isteyen ve bu hususta kafa yoranlardan naçizane bir talep olarak mevzunun bir çözümü olmayabileceğine ihtimal vermelerini rica ediyorum. Çözümsüzlüğü kabullenmemek, insanın kendi varoluşunu inkar etmesi kadar büyük bir kibirdir. Bazen çözüm olmak veya bulunmak zorunda değildir. Durumu kabullenmek kimi zaman olası zararın önüne geçilmesinde en etkin yöntemdir.
Kralı bulmak için sorular sormamız gerekmektedir. Aynı soruyu defalarca sormalıyız belki de. Gezi Parkı kuşkusuz Türkiye’nin ve Dünya’nın en değerli arazilerinden birisi. Bu özelliğiyle siyaset üstüdür. Evet! para ve rant siyaset üstüdür ve aynı zamanda uzantıları itibariyle siyaset içredir. Dünya şu anda bulunduğu agresif kapitalist hal üzre devam ettiği müddetçe, siyasi aidiyetinden bağımsız olarak, iktidara gelecek her düşüncenin programında bu potansiyeli pratiğe geçirecek planlar ve projeler olacaktır. Sadede gelmek gerekirse her siyasi parti Gezi Parkı’nı sağlayacağı maddi ve siyasi ranta ulaşabilmek için sermaye emrine sunacaktır. Halkın Gezi Parkı’nı koruma içgüdüsüne son derece saygı duymakla beraber hayat tarzlarını savunan insanların bunu bir sembol olarak kullanırken sergiledikleri ikircikli durumu düşündürücü ve sorgulamaya değer görüyorum. Gezi Parkı gibi bir sembole ihtiyaç duyulmasının altında halihazırda savunulmakta olan “hayat tarzı” ve “özgürlük” kavramlarının bilakis bunları savunanların da içine sinmemiş olabileceğini düşünüyorum. Şöyle ki; özelde çağdaş hayat tarzı genel anlamıyla ise özgürlük denilen kavramları günümüz dünyasının agresif kapitalist yapısından ne ölçüde ayrıştırabiliriz. Savunulan hayat tarzı ve özgürlükler perde arkasında Gezi Parkları’nı alışveriş merkezlerine dönüştüren Alev Alatlı’nın deyimiyle “Turbo Kapitalizm” iskeletine giydirilmiş süslü kıyafetler olabilir mi acaba? Ve diğer taraftan baktığımız zaman, bu alışveriş merkezlerine müşteri olacak kalabalığın hayat tarzlarını kısıtlamak bir anlamda oluşturulan sistemi en değerli öğesi olan mal, hizmet ve en önemlisi kültür tüketicisinden mahsur bırakmak olabilir mi acaba? Bu taraftan bakınca mevcut sistemin iki yönlü olarak kendi kuyruğunu kovalayan bir kediden nasıl bir farkı var? Yoksa birileri çıkıp iktidar başka hiçbir iktidarın yapmayacağı bir yağmaya davetiye çıkarıyor deme gafletinde bulunabilir mi? Ya da, eylemciler ulvi insani değerlerin savunuculuğunu yapıyorlar diyebilir mi? Nasıl iktidar sadece rakamlara ve oy oranına dayanarak her şeyi yapma hakkını kendinde göremezse, halk da sadece adı halk diye her zaman haklı görülmemelidir. Her ne kadar bize her zaman bu iki durumun aksi öğretilmeye çalışıldıysa da, bu maalesef böyledir.
Doğru birdir… bu bakımdan farklı fikirleri savunan iki grup aynı anda haklı olamaz. Ama ikisinin de yanlışı savunuyor olmasının önünde hiçbir engel yoktur. Hele ki iki taraf da farkında olmadan aynı sandala binmiş ve aynı tarafa doğru yol almaya çabalıyorsa. İstikametin yanlış olmasını bir kenara bırakırsak, birilerinin çıkıp bunlara nasıl uyum içinde kürek çekeceklerini öğretmesi Türkiye’nin muhasır medeniyetler(!) seviyesinde çıkmasında çok kolaylaştırıcı bir rol oynayacaktır.
Evet! Kral insanın kendisidir ve bu “kendi” lerden oluşan güdük toplumsal kabuller ve reflekslerdir. Günümüz dünyasının insan isteklerini “ihtiyaç” olarak kabul edip arkasından "madem ihtiyaç o zaman karşılanması elzemdir" düsturunu evrensel ahlak haline dönüştürmesi ve bu minvalde yeni bir dünya inşa edilmesi, adına da gelişmişlik denilmesi, sonra bu kavramın yine bir toplumsal fetişe dönüştürülmesi işleri içinden çıkılmaz gibi görünün bir hale sokmaktadır.
Yazının başında belirtmeye çalıştığım şeyi tekrarlayarak bitireyim. Doğru artık ıslanmış bir sabun kalıbı gibi, tutmak ve tutunmak hayli zor. Nede olsa zevkler ve renkler tartışılmıyor… Onun yerine her renge ve her zevke göre tüketilmesi kolay “ŞEY”ler üretiliyor. Biz de “kendimizi gerçekleştirdiğimizi, ifade ettiğimizi” sanarak seviniyoruz
Saygılar…