SIR NOKTASI
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
“İnsan hatalarını görmeye başladığında fark edebiliyor bataklıkta açan papatyayı. Kar altından fışkıran mavi, sarı, mor çiğdemlerin hayata tutunmak için nasıl çabaladığını da… Bir şeyler yolunda gitmez, bıkar bırakırsınız. Ama aklınız hep orada kalır. Alışkanlık mıdır vazgeçemediğimiz, yoksa bağımlılık mı hayatı paylaştıklarımızla bilinmez.”
Sabahın ilk ışıkları, bordo renkli saten perdenin aralığından günün doğuşunu müjdeliyordu. Yataktan fırladı, bahçeye baktı, yoktu, gelmemişti. Tekrar yatağına girdi. Lacivert beyaz çizgili pikesini saçlarına kadar çekti. İki gündür boğazından bir lokma geçmemişti. Yaşadığı tatsız, pek çok anı zihnine ok gibi saplanıp keyfini kaçırmıştı. Onu; hiç tanımadığı, bilmediği bir yerde, korumasız ve yapayalnız bırakmanın pişmanlığı içinde olduğu gerçeğini, kendinden sakladığının farkında değildi. Beşinci gün de görünmeyince pişmanlık duygusu, içini kemiren dağ gibi büyüdü. Yaptığının ne kadar yanlış olduğunu düşündükçe nabız atışı yükseliyor, kendi kendini yiyip bitiriyordu. Ya başına bir hal gelirse! Aç kalır, üşütürse! Yatağından kalktı, dışarı baktı. Defalarca kalktı, baktı, yoktu. Yattı tekrar. O yorucu yolculuktan sonra özgür olduğunu düşünüp rahatlaması, ondan kurtulduğuna sevinmesi gerekirken, vicdanını sorgulamasına şaşıyordu bir yandan da. Nedendi bu boşluk, üzülmek niye? Ondan kurtulmak için günlerdir planlar yapan kendisi değil miydi?
Akşamleyin yatmadan önce göz gezdirdiği gazete haberlerine takıldı aklı. Okudukları beynini esir almış gibiydi. Gazetenin ikinci sayfasında şöyle bir haber vardı: “Bolamanlı bir balıkçı geçirdiği trafik kazası sonucu olay yerinde hayatını kaybetti. Yanından hiç ayırmadığı köpeği, sadık dostu, cenazenin arkasından camiye kadar gitti. Camidekilerin onu kovmasına karşın, takipten vazgeçmedi. Avluya yakın bir yerde, gözleri sahibinin tabutunda, mezarlığa kadar arkalarından yürüdü. Cemaatin dağılmasıyla mezarın başına geçip, başını toprağa yaslayarak orada saatlerce bekledi…” Bir başka haberde; caddenin ortasında ölmüş köpeğin başında bekleyen bir başka köpek… Yine bir sütunda, ölen sahibinin mezarını her gün ziyaret eden köpeğin resimleri vardı. Keşke dilinden anlamak mümkün olsaydı onları! Neden ölmüş sahibinin arkasından gidiyor, neden mezarı başında bekliyorlardı? Bütün bu haberlerin yanı sıra cami avlusuna bırakılan bebekler, ailesini terk edip, bir daha hiç görünmeyen çocuklar varken, küçücük bir hayvanın sadakati karşısında ezilmemek mümkün müydü? Köpeklerin akıllı oldukları söylenirdi hep. O halde ölmüş birinin arkasından gitmeler nedendi? Artık o insandan kendisine fayda olmayacağını bile bile ve hala neden yanında olmak isterlerdi? Bu ince sırrı çözmek için saatlerce uğraştı yatağın içinde. Çözüm bulamadı. Haberler ona kasıt yazılmış gibiydi.
Bıdık, akıllı bir köpekti. Ne verirsen yer, mızmızlanmazdı. Onu aldıklarında yeni doğmuştu, tirtir titriyordu. Isınması için, annesi onu Tülin’in bebek battaniyesine sarmıştı. Hızla büyüyor, büyüdükçe erginleşiyordu. İki ay boyunca ona biberonla süt verildi. Bu görevi ablası Gülçin üstlenmişti. Bıdık eve getirildiğinde, Tülin henüz on yaşlarındaydı. Ablası ile Bıdık arasında kurulan bağı kıskanır, onu kucağına almak istediğinde ablası engeline takılırdı. Haksız da değildi ablası aslında. Henüz üç günlükken yavruyu kucağına alıp, buz gibi havada bahçeye çıkardığı günün akşamı, üşütüp strese girmiş, nereden geldiği belli olmayan bir enfeksiyon kapmıştı yavrucak. Geceyi veteriner aramakla geçiren ailenin, onu köpekten uzak tutmaya çalışması ve zamanla aralarına giren soğukluk, yerini ona karşı olan ilgisizliğe bırakmıştı.
On beş yıl öncesine göre hareketleri giderek ağırlaşmıştı Bıdık’ın. O, çok iyi yüzerdi. Ablası ile yüzme yarışı yapardı adeta. Her nereye giderlerse, o hep yanlarında olurdu.
Bir yaz sabahı, birlikte pikniğe gitmek üzere yola çıktılar. Herkesin keyfi yerindeydi. Direksiyonda Tülin, yanında annesi, arka koltukta Bıdık ve ablası oturuyorlardı. Bıdık, ağzı açık derin derin solurken, nefesinden yayılan dehşet verici pis koku, neredeyse direksiyon hâkimiyetini kaybettirecek ölçüde güçlüydü. Dayanamadı sonunda, bağırdı. “Abla, çek şu hayvanı ensemden, kaza yapacağım. Öf, bu nasıl bir kokudur Allah’ım!”Ablası bu sözlere oldukça içerlemişti. “Sen zaten onu hiç sevmedin ki.” Aslına bakılırsa onu seviyordu. Ancak çocukluğundan kalan güvensizlikle, o hep arka planda kalmıştı. Ablası ile annesini trafik kazasında yitirmelerinin ardından, ilk kez onunla baş başa kaldılar. Olayın tazeliği, evdeki curcuna, ona olan sorumluluğunu fark ettirmiyordu. Gün geçtikçe, ağır bir yükün altında ezildiğini anladı. Evden uzun süre ayrılamıyor, nereye gitse onu da taşımak zorunda kalıyordu. Kokan nefesi, gün geçtikçe hantallaşıp, koşmakta zorluk çeken bedenine aldırmadan, günün yarısını mezarlıkta geçirmesi, bulduğu köşeye kıvrılıp uyuması, onu çileden çıkarıyordu. O, artık eski Bıdık değildi. Aralarında bir türlü kurulamayan bağ tamamen kopmuştu.
Ondan kurtulmalıydı. Ama nasıl? Altmışlı yıllarda, bu günkü kadar yaygın değildi bakım evleri. Tek çözüm, onu uzak bir yere bırakmak olacaktı. Ani kararla, bir Pazar sabahı yola çıktılar. Sonbahar, bu yıl soğuk geçeceğe benziyordu. Rüzgârın uğultulu sesini duyan sararmış yapraklar, havada yay çizerek uçuşuyordu. Onunla yolculuk yapmayı hiç mi hiç istemiyordu Tülin. Soludukça burnunu yakan nefesini, son kez duyacağı için gizli bir sevinç içindeydi. Birkaç kilometre yol gittikten sonra karşısına ilk çıkan köy yolunda arabadan indiler. Birkaç dakika içinde onu bırakıp hızla uzaklaştı. Özgürdü artık. Ne salyasını, ne de kokusunu duyacaktı bundan böyle. Canı istediği yere, gönül huzuruyla gidebilecekti. Gece rahat uyudu. Sabahın ilk ışıklarıyla, bahçeden gelen tepinmeler, uykusunu darmadağın etti. Yataktan sıçrayarak kalktı. Bıdık merdivenlerin dibindeydi. Dili dışarıda, sıkça nefes alıp veriyordu. Tülin ise şaşkınlık içindeydi. “Şaka mı bu?” Diye söyleniyordu kendi kendine. Birinin getirip getirmediğini anlamak için etrafa göz attı. Kimseler yoktu bahçede. Bir süre bakıştılar. Sonra köpek kulübesinin önüne kıvrılıp uyuklamaya başladı Bıdık. Hayal kırıklığı içinde, o kadar uzak bir yerden, yolu nasıl bulabildiğini düşünüp durdu saatlerce. Rahmetli annesi, köpeklerin çok iyi koku aldıklarını, en gelişmiş duyusunun burunları olduğunu söylerdi hep. “Demek ki doğruymuş.” Diye geçirdi içinden. Camı açtı. Öfkeyle, “Bırak yakamı, istenmediğin bir yere neden geliyorsun?” dedi. Bıdık başını kaldırdı, gözlerini yere indirdi. Yorgunluktan havlayacak gücü kalmamıştı. Terk edildiğini, istenmediğini anlamış mıydı? Yalvarır gibi bakan gözleri, anladığının işareti miydi yoksa?
Onunla yapamıyordu. Üzerine miras diye bırakılan bu büyük sorumluluğun altında eziliyordu. Bu defa ters yönde ve daha uzak bir köyde ormana bıraktı. Üç gün sonra yine kapıdaydı. Denemeler birkaç kez sürdü. Her defasında dönüp geliyordu. En son bıraktığında, aradan üç gün geçmiş, görünmemişti. Artık gelemeyeceğini, ondan tamamen kurtulduğunu düşünürken mezarlığa gitti. Annesi ile ablası ve yüzünü hiç hatırlayamadığı babasının yan yana mezarları arasında onu yatar buldu. Babası, geçirdiği ağır bir hastalık sonucu ve o çok küçükken ölmüştü. Büyüklerinden duyduğu övgü dolu sözlerden ve resimlerden hayal melal tanırdı onu. Mezarlıkta, ailesi ile dertleşip kendini aklamanın, ona bakmakta güçlük çektiğini anlatmanın yollarını arayacaktı. Bu karşılaşma genç kadını iyiden iyiye çıldırttı. Kaçar adımlarla oradan uzaklaştı. Akşam olmak üzereyken köpek kulübesinden gelen havlama seslerini duydu. Dışarı çıktı, yemeğini fırlatır gibi Bıdık’ın önüne bıraktı. Ertesi sabah yeniden yola çıktılar. Ancak bu kez gelmeyecekti.
O Pazartesi sabahı, gelmiştir umuduyla camdan cama koştu. Her dönüşü mucize gibiydi. Aradan beş gün geçtiği halde dönmeyişi, artık istenmediğini anlamış olmasındandı belki de. Fakat bu defa dönsün istiyordu Tülin. Onun azmi, evini yuva bilmesi, kendisini aileden sayıp, onlara olan sadakati karşısında yaptığından pişman olmuştu. Dönmeliydi, dönecekti. Aralarındaki, pamuk ipliği kadar ince olan bağ çoktan koptuğu halde, onu düşünmeden edemiyordu. Sesini özlüyordu. Dilini sarkıtarak yemek yemesini… Etrafında dönmesini, patileri üzerinde sıçramasını… Geceleri arada bir havlayarak, “Korkma, ben uyanığım.” der gibi güven verici davranışlarını özlemişti. Yokluğu eksiklikti, uykusunun bekçisi olduğunu anlamıştı sonunda.
Son defa gaza yüklenip, yolun ortasında onu bıraktığı anı hatırladı. Gözlerindeki kırgınlık, kulaklarını indirip yere çöküşü ve sessizliği gözlerinin önünden hiç gitmiyordu. Kaderine bırakılıp terk edilmenin, kokusunu almış olmalıydı. Alışık değildi yalnızlığa. Yiyecek bulamaz, hastalanır ya da başka hayvanların saldırısına uğrar, karşı koymayı beceremezdi. Gözleri yuvalarından fırladı genç kadının. Ani bir kararla dışarı çıktı. Arabasını alıp, onu geri getirmek üzere yola koyuldu. Birkaç gün öncesine göre hava bir hayli sıcaktı. Anneannesi; bu mevsimle başlayan birkaç günlük sıcaklar için, “Pastırma sıcağı bunlar, dikkat edin, aldatıcıdır,” derdi. Yol boyu sığır sürüleri ve yanları sıra kimi yürüyüp, kimi koşarak onlara bekçilik eden köpekleri gördükçe, içinin yandığını hissetti. Onu mutlaka bulmalıydı. Ailenin son ferdini kaybetmek niyetinde değildi artık. O, böyle bir cezayı hak etmemişti. Kızaran yanakları, beynini esir eden suçluluk duygusu ve onu bulamayacağı düşüncesi ile panik içinde yola devam etti. Onu bıraktığı yere gelince arabadan indi. Görünürde kimseler yoktu. Bir süre dolaştı, durdu. Yoktu Bıdık… Tekrar arabasına binip aynı yönde ilerledi. Ormanlık bir alandı burası. İndi, seslendi. Şehre kıyasla havanın iyiden iyiye soğuduğunu fark etti, ellerini birbirine sürterek ısınmaya çalıştı. On dakika kadar yürüdükten sonra uzakta bir kulübe gördü. Hafif rüzgârla uçacak gibi duruyordu tepenin üzerinde. Seslendi yine. “Bıdık… Bıdık…” Kulübenin önünde beliren aksakallı, omuzlarına dökülen beyaz saçlarıyla yaşlı bir adam: “Köpeğini mi arıyorsun?” Diye sordu. Umut kapısı açılmıştı. “Evet” Diyebildi kekeleyerek. “Yanımda.” Yanlış duymamıştı, yaşıyordu Bıdık. Onun buralara ait bir köpek olmadığını anlayıp yanına aldığını söyledi yaşlı adam. Temiz ve bakımlı oluşundan, eğitimli görünüşünden etkilenmiş, zarar gelmesin diye onu korumasına almıştı. Bıdık’ı devrilen bir ağacın altından güçlükle çıkardığını söyledi. Kırılan ayağını sarıp, üşümesin diye ocağın yanına yatırmıştı. Sözlerine merak edilecek bir durum olmadığını ekleyerek onu rahatlattı.
Tülin kulübeden içeri girdi. Ocağın sağ tarafında kıvrılmış yatıyordu Bıdık. Sahibinin sesini duyunca başını kaldırdı. Gözleri küçülmüş, zayıflamış ve bitkindi. Yalvaran gözlerle ona bakıyordu. Bu bakışta sitemden çok acizlik vardı. Yorgunluk ve belki biraz kırgınlık… Öyle akıllıydı ki! Genç kadın sessizce ona yaklaştı. Başı önündeydi. İstemediği, sevmediği halde onu bulma arzusunun altında yatan şey neydi, neydi bu sırrın adı? Onu kucağına aldı, hiç direnmedi Bıdık. Sevindiğini gösteren bir tepki de vermedi. Eve dönmek istediği her halinden belliydi. Ayağından gelen kan kokusuna, nefesinin ağır kokusuna aldırmadan kirli tüylerini öptü… Öptü… Öptü… O günden sonra aralarında eşsiz bir bağ kurulmuştu.
YORUMLAR
Hayat işte, ne zaman çaptan düşersen ne sevgi ne de saygı kalır. Öz ana ve babasını bile terk edebilen insanoğlu , Bıdık' ı da gözden çıkartmış olabilir.
Zaten insan olmakla , insancık olmanın farkı burada değil mi?
Kurdelenizi ve bu güzel öyküyü kutlar, saygılar sunarım.
Gülüm Çamlısoy
Sevgiler, saygılar...