- 1217 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
ÖZÜMSEN DİYARBEKİR
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Özümsenmemişse yaşanmışlıkları, yitikse değerleri; bitiktir özü, sözü, kapalıdır kalp gözü o diyarın…
ÖZÜM SEN DİYARBEKİR
Diyarbekir’de kesintisiz bir hayat yaşardık iyisiyle, kötüsüyle demeyeceğim çünkü kötü pek yoktu ki kötülük yaşayalım. Her gün mutlaka yapacak güzel bir şeyimiz vardı. Hiçbir şey yoksa heyecanla beklediğimiz resimli romanlarımız, Tommiks, Teksas’larımız vardı. Mahallede bir kişi alır elden ele dolaşa dolaşa, büyüklerimizden gizli saklı okuya okuya parçalanmış hali kalırdı ellerimizde. İyi bir radyo dinleyicisiydik. Gazete bulduğumuzda yutarcasına okurduk. Dünyayla tek iletişim aracımız bazı evlere her gün gelen yine mahalleyi dolaşan günlük bir gazete ve radyoydu. Gazeteler okunduktan sonra mahalle bakkallarına çirêzle yapıştırdığımız torba qağızî olarak geri dönerken yerine ya qırıx leblebi olarak cebimize girer ya da bir qülleh aqide şekeriyle evin yolunu tutardık. Amerika’nın Sesi Radyosu’ndan ajanslar, Erivan Radyosu’ndan Mehemed Arifê Cizrawî, Hesen Cizrawî, Kavus Axa, Meryem Xan, Fatma İsa, Susika Simo, Zadina Şekir dinlenirdi tüm aile fertleriyle birlikte. Arkası yarınlar radyo tiyatroları saatlerini iple çekerdik. Aya insanın ilk ayak basışını büyük bir heyecanla yine radyodan dinlerken nenem hayretler içinde radyoyu gösterek; “Oğul bu ne iştir? Dünyanın soni geldi. Dünyanın öbür ucunda bî şê olî, bî kaç sêet sora biz işitiyığ ha bu qutîdan. Böyüklerimiz sölerdi inanmazdığ. Dünyanın sonunda demirlerden ses gelecağ, demirler seslenecağ. Başlarınî kaldıradîlar, baxadîlar şimdi. Qıyametin êlametidir hepî bunar.” demişti. Rahmetli Sıddık dayım nenemi daha da çok hayret içinde bırakarak; “Ana bu bir şey değil, gün gelecek ses gelen bu demirlerde konuşanı da göreceğiz.” diyerek televizyonu tarif edişinden olsa gerek ilk televizyonla karşılaştığımda ses gelen o koca kutunun camında konuşanı görünce arkasını açıp konuşanları kutunun içinde görebilir miyim düşüncesine kapılmıştım…
Sinema günlerimiz vardı. Dört yonca diye adlandırılan beyaz perdenin dört ası Fatma Girik, Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit ve Filiz Akın’ın filmlerini izlerken beyaz perdeden içeri girip filmin baş aktiristiyle yer değiştirecek kadar bizi cezbederlerdi. Platonik âşıktık Yılmaz Güney’e Tarık Akan’a. Salı cuma kadınlar matinesinde Güneş, Yenişehir, Dilan, Melek ve Nilgün sinemaları dolar, taşardı. Sinemaya gidilecek günler sabahın erken saatlerinde kalkılır, işler aceleyle bitirilirdi ki kaynananın söyleneceği ya da akşama oğlunu dolduracağı bir şey olmasın diye. Kocaların gönlü yapılır, bir buçuk lira sinema parası koparılırdı mı kimse tutamazdı o hanımı. Çocukların elini kaptığı gibi tutardı sinemanın yolunu. Sinema kapısında girmibeş quruşa qağız qülleh içinde karpuz çekirdeğini alır, on yaşındaki çocuğunun altı yaşında olduğunu bilet kontrolcüsü rahmetli İhsan Avcil’den geçirdikten sonra geriye parası arttıysa bir şişe Ünal Gazozu alır sağdan soldan tanıdık simalarla hoş beşlerle yerine oturdu mu ondan mutlusu olmazdı. Hele bir de locadaysa değmeyin keyfine. Ağa da paşa da oydu. Sinema parası bulamayan birinin dolmayı tenceresiyle eskiciye satış öyküsünü bilmeyenimiz yoktur. Bu denli sinema tutkunuyduk eski Diyarbekir’de…
Uzun kış gecelerinde biz çocukları içine çeken saraylı, cinli, perili, padişahın oğluyla, fakir kızın aşkının arasına giren üvey analı hekâtlar anlatılırdı. Mangal etrafında otururken küllenmiş közün ısısı hafifçe yanaklarımızı kızartırdı, padişahın oğlunu düşlerken. Masalın bir yerinde üvey ana kaynar suyla üvey kızının başını yıkarken başımızın yandığını hissettirirdi masalı anlatan nenemiz. Boyu bir karış, sakalı iki karış cüceye dönüşen fakir oğlanın padişahın kızıyla her buluşmada cüce postundan sıyrılıp yakışıklı oğlana dönüşerek sarayın ayrı bir bahçesinde ve ayrı bir taxt û revanla taşınıp buluşmaları bizi hülyalara daldırır yüreğimizi de pır pır attırırdı. Lambasız küçelerimizden gelen mahalle bekçisinin düdük sesiyle irkilir masal dünyasında gerçeğe dönerdik…
Siyah önlük giyer, ucu dantelli beyaz kolalı yakaları yakamıza, kolalı manşetli kollukları önlüklerimizin kol kapaklarına takardık. Defterlerimizi gazete ile kaplar kenar süsü yapardık. Boynumuza yarım silgi ve açacakları takar tahta çantalarımzı cilalar okul yolunda cici bici, şam şekeri, halkalı şeker veya okul kapısında pandispanyacı amcanın manisini dinlerken bir dilim pandispanyamızı tahta üçayak üstüne yerleştirdiği camekânından alıp kapıdan içeri girerdik. İkinci teneffüste dağıtılan süt tozlarından hazırlanan sütü içememek, üzümlü keki yememek için Amerikan malı balık yağı topcuklarını patlatıp o pis kokuyu sınıfa yaymak görevini sınıfın en büyüğü, gözü pek arkadaşlarımız alır bizi beslenme işkencesinden kurtarırlardı. 23 Nisan’da krapon kâğıdından yapılan renkli, kat kat büzgülü kâğıt elbislerimizin yağan yağmurda eriyip gidişine tüm yoksulluğumuzla boyun bükerek bakakalırdık…
Sadece bayramlarda yeni elbiselerimiz olurdu. Yazın yedi dağın çiçeği desenli basma, kışın allı güllü pazen ve ya qaşmir yünlü elbiseler diktirilirdi mahalle terzilerinde bayram akşamları yastığımızın yanıbaşında yer alan. Kundurası olan çok şanslıydı. Lastik ayakkabılarla da çok mutluyduk. Akşamüstleri yeşil sabun ve eski çoraplardan yapılmış bir lifle o beyaz lastik ayakkabılarımızı qastal başında bir yıkardık ki sanki Balıkçılarbaşı’ndan yeni alınmış gibi. Bez bebeklerimiz ve bez toplarımız vardı oynamaya kıyamadığımız. Bakır tel ve makaradan yapılan arabalara sürücü olan erkek arkadaşlarımızın arkasına ip gibi dizilir bilinmeyen yerlere yolculuk yapardık ta ki “Qız ben sahan demedim Hemit dayînın tükeninden bî sarî qoqa al gel!” avazını duyunca istemeden de olsa yolculuktan vazgeçerdik. Çizgi oyununda bizi birinciliğe taşıyan kış geceleri ipe dizdiğimiz portakal kabuğundan bilezik biçiminde veya annelerimizin dolma ve peynir taşlarından aşırdığımız yağ gibi düz, iri, yeşil, gri, kahverengi karışımı çayönü çakıl taşlarından çizgi taşlarımız vardı biz Diyarbekirli mutlu çocukların…
Havanın karamasıyla beyaz badanalı duvardaki gaz lambasının şişesi sıyrılırdı beyaz dantel kılıfından. Çakılan muhtar çakmağıyla ateşlenen fitili kısılırdı tassaruf için. Qınnapla gerili beyaz dantelli perdeler çekilirdi hewşe bakan pencerelerimize. Tunç mangalda eğişle küllediğimiz közü maşayla karıştırarak bulduğumuz iki üç tane közü odun sobasının kapağındaki küçük gözüne bırakınca odunların önündeki tutuşturucu yonqalar çıt çıt ses çıkararak sobayı tutuşturunca ellerimizi ısıtmak için sobanın etrafında toplanıp akşam yemeğini beklerken kendi düşümüzü kurar, kendi hayatımızı oynardık bugünkü Özüm Sen Diyarbekir çığlığını duyarcasına…
Birsen İNAL
*Şimdilik tadımlık, kitabımı okumanız umuduyla...
YORUMLAR
Ne günlerdi o günler ve geçmiş şimdi bize flu bir düş gibi kalmaktadır. Gerçi, Diyarbakır'ın üstündeki flu bulutlar hala dağılmış değildir.
Diyarbakır denince aklımıza ilk önce tarihi bedeni(Dünya tarih eserlerin 10 kriterine sahip olmasına rağmen) gelir fakat Şehir, sistem egemen güçle köyleştirilmiş, bakımsızlaştırlmış bir kent olarak hala ayakta durmaya çalışmaktadır.
Sevgili yazar, nostalji olmuş eski hayatımızın bir kesiti çok başarılı dile getirmiştir. Teknoloji icat edildi özlem bozuldu!
duygular bile teknolojileşti sanırım; ne yazsak ne yapsak hormonlu hayat!
G/özümsen Sen Diyarbakır!
Selamlarımla/ teşekkürlerimle