- 674 Okunma
- 5 Yorum
- 1 Beğeni
ÖĞRETMENİM NEDEN İZLİ?
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Eski, kara yapı bir evimiz vardı. Bu evimiz toprak yapılı, çatısı ve kiremitleri olmayan bir evdi. Eski evimizin yapıldığını hiç bilmem. Damın üzeri çorakla kaplıydı. Her yaz akan yerleri çorakla pekiştirirdik. Sığırlık, samanlık, hazın damı oturduğumuz ev ile bir binadaydı. Evin tavanında bacalar mevcuttu. Oradan çıkan dumanlar göklere oluklarındı. Ayrıca salonunda ocaklık bulunurdu. Burası tandır görevi de yapardı. Burada yufka ekmek, çörek, katmer, bazlama, pişi, eşkili gilik vb. yiyecekler pişirildi.
Evimiz, şarıl şarıl akan çeşmeye çok yakındı. Çocukluğum da bu pınarın çeşmesinden akan su kadar temiz ve masumdu. Pınarın şarıltısı ta uzaklardan duyulurdu. Çeşmenin suyu güldür güldür akardı. Şu anda bakıyorum da aynı çeşmenin suyu, o zamanki suyun ancak beşte biri kadar akmaktadır. Su sanki kalbimin derinliklerine akıp gitmekte ve vücudumu dolaşmaktadır. Susadığımız zaman pınardan kana kana, gerile gerile su içmek bir başkaydı.
Çocuklar istedikleri oyunları oynarlar, terlerler ve susarlar daha sonrada çeşmeye koşarak oluğun önüne ağzını dayayarak kana kana su içerler…
Akran olduğum, Hasan emmimin oğlu Resul arkadaşımla güzel oyunlar oynardık. Kulağındaki rahatsızlığından dolayı biraz duyma sorunu yaşardı. Onunla oynamaya devam ediyorduk. Bir ora, bir bura derken; koş o yana, koş bu yana. Bitmek tükenmek bilmeyen bir enerji küpüne sahiptik; koştukça koşar, oynadıkça oynardık. Sonra acıkınca evimizin kapısına dayanır:
“Anacığım, bana yağlı bir dürüm verir misin? Ana ana! Acıktım ne yiyeceğim?” derdim. Bu esnada ter neredeyse gözlerime akarak gözlerimi kapatırdı. Annem, evimizde yiyecek olarak ne bulursa, onunla bir dürüm yapar verir ve beni oyun alanına gönderirdi. O dürüm yaparken heyecandan yerimde duramazdım.
Dürümleri büyük bir aşkla yemeye başlardık. Dürüm biterdi, bazen dürümün bittiğini fark etmeksizin, parmağımızı bile ısırırdık. Oyuna yine kaldığımız yerden devam ederdik. Dürümleri yedikten sonra bedenimizi, büyük bir susuzluk kuşatırdı. Erindiğimizden su içmek için pınara gitmeye bile üşenirdik; fırsat buldukça da çeşmeye koşardık...
Elektrik, köyümüze henüz gelmemişti. Buzdolabı çamaşır, makinesi, televizyon ve elektrikli aletler henüz yoktu. Buzdolabı eşine az rastlanır bir ihtiyaç aracıydı. Bu yüzden, pınarın buz gibi suyunu kana kana içmek, tek çaremizdi.
Sıcak bir yaz gününde çok susadım. Yine arkadaşım Resul ile oynuyordum. Evimiz onun evine çok yakındı. Resul’ün evi pınarın dibindeydi. Evlerinin içinden pınarın sesi duyulurdu. Susadığımızda İkimiz de aynı hızla çeşmeye koştuk. Suyu çeşmeden; “önce ben içeceğim” diye adeta çeşmeye ulaşmak için var gücümüzle koşarak yarışıyorduk. O benden önce çeşmeye vardı.
Resul:
“İdris, ben suyumu içiyorum.” dedi. Pınarın oluğuna ağzını dayadı ve suyu içtikçe içiyordu. Suya kanmak nedir bilmiyordu. Serinlemek için de başına su akıtıyordu ve elini yüzünü yıkıyordu. Böylece serinlemeye çalışıyordu. Benimse susuzluktan sabrım tükendikçe tükeniyordu. O inatla oluğun önünde beklemeye devam ediyordu.. Oluğun önünden çekilmek istemiyordu. Yaşça benden biraz büyüktü. Bedenen ise aynı sayılırız.
Ben Resul’e:
“Resul! Resul, biraz acele eder misin? Dedim.
O da:
“Tabii ki” dedi. Pınarın teknesi ağzına kadar su ile doluydu. Yorgun çocukların resimleri, pınarın teknesine aksediyordu. Kendimizi pınarın su dolu teknesinde bir yelkovan gibi ileri geri giderken görüyordum. Bir taraftan da ayaklarım ıslanmasın ve düşmeyeyim diye kendime dikkat etmeye çalışıyordum.
Bütün bu telaşlı mücadele içinde, ayağım teknenin dolu suyuna değip de ıslanmasın diye titizlikle kendime dikkat ediyordum. Ne kadar dikkat ettiysem de birden ayağım kayıp oluğun üstüne doğru düşmem mi! Pınarın teknesinin içine çoktan boylu boyunca uzanmıştım bile. Elimde olmayan nedenlerle düştüm. Pınarın oluğu, bu düşmem esnasında üst dudağımı bir kesti ki; bıçak kesiği gibiydi bu kesik. Kan dudağımdan yukarı doğru fışkırıyordu.
Korku ve endişe beni bir kâbus gibi kaplamıştı. Aklım başımdan gitmişti. Suyu içemez oldum. Su aklımdan uçup gitmişti. Şimdi suyu arayan kimdi? Canı derdime düşmüştüm. Yüreğimi bir korku ve sızı kapladı. Gözyaşlarım, yukardan aşağı doğru sicim sicim iniyordu. Dudağımdan çıkan kan ise yukarı doğru fışkırıyordu. Büyük bir hızla pınarın teknesinden dışarı çıktım. Üstüm, başım; elim, ayağım kıpkırmızı kan olmuştu. Teknenin içi alkana boyanmıştı. Nerdeyse bayılacaktım.
Benim ağıt sesim mahalleyi çoktan ayağa kaldırmıştı. Annem ve ebem ağıt sesimi duyunca, anında imdadıma yetiştiler. Anam ve ebem çok korkmuşlardı. Sanki pınardan düşüp de yaralanalar onlardı. Gözyaşlarım dudağımdan akan kan ile yarışıyordu.
Yanımda bulunan Resul arkadaşım, çok korkmuştu. Arkadaşım bu durum karşısında, kendini bir anda suçlu hissetmeye başlamıştı. Ebem, arkadaşım Resul’ü çoktan suçlamıştı. Ben, beni düşürenin Resul olmadığını, benim ayağımın kayıp, kendi kendime düştüğümü, onlara ne kadar anlattıysam da onları inandıramamıştım buna. O, bir suçlu arıyordu o suçlu da Resul’dü. Resul ise ne diyeceğini ne yapacağını şaşırmıştı. Çünkü olay olduğuna yanımdan ondan başkası yoktu. Üstelik ikimiz de oluğun önündeydik…
Bu olay karşısında, bir an başımın döndüğünü hissettim. Bir kavak gibi olduğum yere yığıldım. Beni alıp kucaklarında eve götürmüşler. Doktor yoktu, ilaç zaten yoktu. Eski yöntemlerle yaramı tedavi etmeye başladılar. Eğer doktora gitseydim, dudağıma beş altı dikiş atarlardı. Dudağıma dikiş atılması gerekirken dudağımdaki yaramı; yağ, kül ve diğer tedavi yöntemleri ile tedavi etmeye kalkıştılar. Dudağım iki tarafa ayrılmış, sallanıyordu. Oluk, acımasızca dudağımı bir bıçak gibi ikiye ayırmıştı. Acılar içinde kıvranıyordum. Acılarım gittikçe artıyordu. Akan kanı durduramamıştık. Dudağıma yağ, kül, tuz ve benzeri şeyler sürüyorlardı. Bunda da bir nebze başarılı olmuşlardı.
Kanamam durmuştu. Hiç kımıldamaksızın sessizce sırtüstü evde yatıyordum. Doktora gitme imkânım da yoktu zaten. Birkaç gün sonra aynanın karşısına geçtiğimde, burnumun altından ağzıma kadar oluğun kestiği yerde bir iz kalmıştı. Belki doktora gidip dikiş attırsaydık bu iz kalamayacaktı.
Sonra büyüdüm ve delikanlı oldum. Saçım ve sakalım çıktı. Bıyıklarım gür olmasına rağmen o izi silip yok edemedi. Okudum, yüce Rabbim de nasip etti, öğretmen oldum.
Sınıfına ilk girdiğimde, öğrencilerimin dikkatini çeken, öğrencilerimin:
“Öğretmenim dudağımdaki bu iz nedir?” sorusuydu. Hangi sınıfa girdimse öğrencilerimin merakını, bu dudağımdaki iz çeker ve bana ilk tanıştığım öğrencilerim hep bu soruyu sorar:
“Öğretmenim, üst dudağınız neden izli?” Olayı detayına kadar anlatırım. Onların bu meraklarını gidermeye çalışırım.
Öğrencilerimin:
“Öğretmenim dudağınız neden izli? Öğretmenim dudağınız neden izli? Öğretmenim dudağınız neden izli” sözleri kulaklarımda hâlâ yankılanır durur…
25.10.2007
Akdağmadeni
YORUMLAR
Çocukluğumuzda hangimiz yaşamadık ki buna benzer olayları.
Şimdiki çocuklar da yaşıyor ama şimdi doktor kapı arkası kadar yakın.
Anınız sizi ne kadar üzse de kalem güzel anlatmış ve yerine yakışmış.
Tebrikler, saygılar hocam.
İDRİS ÇETİN
Selam ve saygılar...
İDRİS ÇETİN
Selam ve saygılar...
Görünür veya görünmez, herkesin bir izi; her izin de bir hikâyesi vardır.
Güzeldi, çok tebrik ederim. Selâm ile.
İDRİS ÇETİN
Selam ve saygılar...
Ne denir ki böyle ustaca yazılmış ,
ve yürek dolusu emek verilmiş harika bir yazıydı
Sizi alkışlıyorum tebrikler güne düşen ustayı
Yetkin kaleminiz var olsun SAYGILAR
İDRİS ÇETİN
Selam ve saygılar...
İDRİS ÇETİN
Selam ve saygılar...