Bitmeyen Hasret
"Yazdığım bu öykü, İzmir Balkan Göçmenleri Kültür ve Dayanışma Derneği’nin 26 mayıs günü düzenlediği Balkanlar ve Göç konulu öykü yarışmasında birincilik ödülüne değer bulunmuştur."
Selanik, Aralık 1924
Mehmet, karlı akşamda yaktı sigarasını. Bir kamyon kasasında, yanında hamile karısı Gülsüm ve küçük oğlu Hamit oturuyordu. Bir yıl önce mübadele haberi Kavala’ya ulaştığında fazla endişe duymamışlardı. Ancak bir sabah gelen haberde hazırlanmaları gerektiği, ertesi gün yola çıkacakları yazıyordu. Aynı gün akşam bir toplanma telaşı başladı. Yükte ağır pahada hafif ne varsa geride bıraktılar. Öyle hızlı olmuştu ki kapı komşuları Refik’in karısı evden çıkarken ışığı açık unutmuştu.
Mehmet ve Gülsüm, son kez evleriyle vedalaşıp, evin kapısını, duvarlarını öpmüşlerdi. Kavala’nın varlıklı ailesinden Mehmet, katip Mehmet Efendi, şimdi bir kamyonun kasasında oturan sıradan vatandaş Mehmet’ti.
Mehmet, bir eliyle sigarasını içerken diğer eliyle paltosu içinde, kalp cebinde taşıdığı mektubu okşuyordu. Okumaya zaman bulamadığından değil, mektupta yazanları okuyacak cesareti bulamadığından. Kardeşi Rıfat’tan geliyordu mektup. Son bir aydır haber alamamıştı ondan. Neredeydiler? Ailesiyle Selanik’ten uzak bir yerde, bir çiftlik evinde sıkışıp kalmıştı Rıfat. Mehmet, mektupta fena bir haber varmış gibi hissediyor, açmak için cesaret bekliyordu. Bu düşüncelerle içti sigarasını. Kar taneleri müşfik bir şekilde düşerken içinde oldukları kamyon Selanik limanına girdi.
Kamyon kasasındaki onbeş kişilik grup inerken birbirine yardım ediyordu. Elbette edeceklerdi. Kavala’dan birlikte çıkmışlardı yola. Aynı mahalle insanlarıydı onlar, kapı komşuları.
Mehmet, karısı Gülsüm’ün özenle yerleştirdiği eşyaları saklayan sedef kakmalı sandığı sırtladı ve soğuk kaldırıma bıraktı. Ardından oğlu Hamit’i kucağına alıp sandığın üzerine bıraktı. En son eşi Gülsüm indi kamyondan. Ağır hareketlerle, iki canlı kadın ne kadar dikkat ederse işte o kadar ve güven içinde ayakları Selanik’in soğuk taşlarına bastı. Kamyon gürültüyle hareket ederek önlerinden çekildiğinde karşılarında beyazlar içinde Selanik limanı belirdi. Hayır, kar değildi bu beyazın nedeni. Yüzlerce kızılay çadırıydı. Mübadele başlamıştı…
Söylediklerine göre gemi bir hafta sonra gelecekti. Şimdi de kalıcak bir yer telaşına düşmüşlerdi. Çadırların hepsi doluydu, binlerce insan sefalet içinde bekliyordu. Bir zamanların güzeli Selanik, savaş yorgunuydu, şimdi çok farklı görünüyordu. Soğuk hava, hastalık, perişan halde kümelenmiş insancıklar…
Yaşlı ve çocukların durumu daha vahimdi. Mehmet, ailesini böyle perişan görmek istemediğinden komşusu Refik’le birlikte ucuz otel arayışına girdi. Selanik’te bazı evler kiralıktı ancak bir servet istiyordu ev sahipleri. Bütün oteller doluydu. Kamyon, tren ve kağnılar akın akın insan taşıyordu Selanik’e. Kara borsa şehri satıyordu. Güç bela eski bir han sahibi ile anlaştılar. Han sahibi küçük oda için geceliğine bir sarı mangır istiyordu. Yani altın. Durumdan faydalanmasını iyi bilirdi insanlık. Çaresiz insanlar, zor zamanların en büyük gelir kapısına dönüşüyordu.
Bir göz oda içinde yedi kişi kalıyorlardı. Refik’in karısı, küçük kızı ve yaşlı bir anası vardı. Yaşlı kadın yürümekte zorluk çekiyor, bu nedenle Refik, gidecekleri her yere annesini sırtında taşıyordu.
Odanın ortasına ip gerilmiş, araya perde çekmişlerdi. İki aile kendi bölümlerinde ayrı, zaman zaman birlikte nefes alıp verirken, uyuyorlardı. Dışarıdakilere göre şanslıydılar. Soğuk havadan biraz olsun korunuyorlardı.
Mehmet, ertesi gün pasaportları çıkartmak için limana gittiğinde dönüş yolunda bir çadır önünden geçiyordu. Çadırın açık bölmesinden içerisi görünüyordu. İçerideki genç kadın çarşaftan gömlek dikiyordu. Yoksulluk karşısında gözyaşlarını kar ile perdeledi Mehmet, ve hızla uzaklaştı çadırın önünden.
Kuytu bir köşedeki sokak lambası altına sığındı. Zayıf ışığın altında cebinden çıkardığı mektubu açtı. Okumaya başladı. Kardeşi Rıfat, ailesiyle birlikte Selanik’ten uzak bölgede, bir çiftlik evinde yaşıyorlardı. O bölgede yaşayanların taşınması sona bırakılmıştı. Anlattığına göre mübadele haberini alan çeteler rahat vermiyordu. Sağlık durumları iyiydi. Buna memnun gülümsedi Mehmet. Ancak birkaç satır sonra okudukları canını sıktı. Rıfat, ailesiyle geceyi çatı katında, karanlıkta geçirdiklerini yazıyordu. Çeteler gece olunca çiftlikleri basıyordu. Yakınlarda bir çiftlik evini basmış ve ailenin reisi Hasan Efendi’yi başına sıktıkları tek kurşunla öldürmüşlerdi. Adamın karısı aklını yitirmiş dağlarda kaybolmuştu. Birkaç gece öncede Rıfat, at sesleriyle uyanmış, derin sessizlik içinde bekleyerek çetenin gitmesi için dua etmişti. Telgrafın sonunda: “Vatanımızda görüşmek dileğiyle…” diyordu. “Allah kısmet ederse… Kardeşin, Rıfat.”
Mehmet, kırkbeş yaşında güçlü adam, çocuk gibi boynu bükülmüş şekilde, sokak lambasının demirine sarıldı ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Geçenler onu kederiyle başbaşa bırakacak kadar düşünceliydiler. Biliyorlardı ki kendileri de böyle isterdi.
Bir saat sonra hana döndüğünde Refik’i merdivende otururken buldu. Yüzü asıktı arkadaşının. Zaten yüzü gülen kimse yoktu o sıra.
“Ne oldu?” diye sordu.
“Annem. Durumu giderek ağırlaşıyor. Gemi yolculuğuna dayanır mı bilmiyorum?”
Mehmet, elini arkadaşının omzuna koydu. Bir şey söylemedi. Söylenecek bütün sözler söylenmiş, mübadele başlamıştı…
On gün sonra beklenen vapur geldiğinde ceplerindeki paranın büyük bölümünü hancıya kaptırmışlardı. Her gece için bir sarı lira alıyordu deyyus. Yapacak fazla bir şey yoktu. Dışarısı güvenli değildi, hava bile güvenli değildi. Bir gece önce kalabalık bir grup, yiyecek ve kömür dağıtan kızılay çadırlarına saldırmıştı. Görevliler zor kurtulmuş civardaki binalara sığınmıştı. Bunlar düşünüldüğünde sarı liraların önemi kalmıyordu.
Sonunda beklenen vapur geldiğinde limanda gruplara ayrıldılar, ve kızılay tarafından kurulmuş sağlık çadırlarına alındılar. Muayene ve aşı için hazırlandılar. Çiçek, dizanteri, veba aşıları yapılıyordu. O sıralar limanda yük taşıyan hamallar arasında veba salgını baş gösterdiği için kısa süre gümrük giriş çıkışları kapanmış ancak sonra tekrar açılmıştı. Memlekete hastalık taşımaları istenmiyordu.
Bir de dedikodu başlamıştı. Bazı gemiler altıyüz kişi kapasiteliydi. Ambarları insan dolu yola çıkıyorlardı. Altıyüz kişi alan gemiye nüfusu dörtyüz olan bir köyün insanları bindiğinde geriye kalan ikiyüz kişilik boş yer için diğer köyü ikiye bölüyorlardı. Böyle olunca bazı aileler parçalanıyordu. Giden vapur başka limana çıkıyor ve aile fertleri birbirinden haber alamıyor, başka başka yerlere gönderiliyordu. Bunu duyan Mehmet ve Refik, ailelerini tek bir aile gibi hiç ayırmadan bir arada tutuyordu.
Bindikleri geminin adı Dumlupınar’dı. Kadın ve çocuklar için bir kamara bulmuşlar, ancak Mehmet ve Refik güvertede kalmıştı. Elinden bir şey gelmeyen her insan gibi buna da şükür dediler.
Mehmet, bir sigara yaktı. Geminin kıçında duruyor, Selanik limanına bakıyordu. Hava kararmak üzereydi ve limandaki beyaz kule fener misali oradaydı. Selanik, ufukta gözden küçülerek kaybolurken aklında sadece o beyaz kule kalmıştı, ve yüzünde birkaç damla yaş…
Gemi her an batacak gibi hırçın dalgalar arasında savruluyor, yan yatıyor sonra toparlanıyordu. Vapurun durumu taşıdığı insanlara çok uygundu. Etrafta kümeler halinde insanlar, kimisi hayvanlarını ambara sokmuştu. Hayvanların inlemeleri duyuluyordu. Üst üste yatmış, ısınmaya çalışa insanlar arasında, güverteye tahta kabinler, tuvalet ihtiyacı için kurulmuştu. Tuvalet denilen şeyse denize açılan delikten ibaretti.
Hasta insanlar, inleyen yaşlı kadınlar, dua sesleri, ağlayan çocuklar hepsi acının resmedilmiycek şekline bürünmüştü. Ara sıra kamaraya gidip ailelerinin durumunu kontrol ediyorlardı. Refik’in annesi giderek kötüleşiyordu. Yaşlı kadın nefes almakta zorlanıyordu. Yüzlerce insan, kimisi limana gelirken yolda, dağlık bölgelerde çocuğunu dereye düşürmüş, bazıları hastalanmış ölmüş, yol kenarında bırakılmıştı. Bir çoğu çeteler tarafından soyulmuş, beş parasız kalmıştı.
Mehmet, ambardan gelen acı feryatları çocuklar duymasın diyerek yüksek sesle konuşuyor, bazen türkü söyleme oyunu oynatıyordu. Ancak o yıl ve o gemideki her oyun hüzünlüydü.
Gece yarısı kopan acı feryat vapurun çelik gövdesini yırtıyor, gemiyi batıracak gibi sallıyordu. İşte o zaman birinin öldüğünü anlıyorlardı. Ölüleri sal benzeri bir şeye koyuyor, denize bırakıyorlardı. Refik, annesini düşünüyordu. Onun dayanabilmesi için dua ediyordu. “Bunu asla yapamam, annemi denizin ortasına terk edemem.” Diyordu. Ancak kural böyleydi. Gemide ölülere yer yoktu.
Bir geceyarısı kadın çığlığı duyuldu. Mehmet, koşarak güverteye çıktığında çılgınlık sınırında, kendinden geçmiş kadını saçını başını yolarken buldu. Mehmet’in kollarına tırnaklarını geçiren kadın: “Oğlum, oğlum… Oğlum düştü…” diyerek sayıklıyordu.
Kısa süre sonra gerçek anlaşıldı. Kadın çocuğunu tuvalete götürmüş ancak küçük çocuk tuvalet deliğinden denize düşmüştü.
Fırtına ve yağmurla geçen acı günler, sığınılan limanlarda beklerken ölüm ve sefalet bir arada. Saatler, bir saat değil, bir gün çekiyordu. Bir akşamüstü Refik’in korktuğu şey oldu. Bu kez tanıdık kadın sesi güvertede yankılandı. Refik, karısını sesinden tanımış, “Anne!” diye feryat ederek kamaraya koşmuştu.
Refik, annesi suya bırakılırken kendini kaybetmiş, suya atlamak istemiş, çırpınarak oracıkta bayılmıştı. O günden sonra sadece oturuyor, mavi ufka bakıyordu. Konuşmuyor, yemiyor, içmiyordu. Teselli edecek tüm kelimeler anlam kaybındaydı. Ağızlar acıdan uyuşmuş, savaşta kaybedilmiş organ misali sessiz. Gözleri, ağlamaktan şiş kalabalığın sessiz feryadını taşıyordu Dumlupınar…
Her gün birkaç cenazeyi suya bırakarak vatanlarına yaklaşıyorlardı. Ve böyle geçen bir hafta sonunda İstanbul’a vardılar. Tuzla’da limana flikalarla çıktılar. Hemen sağlık çadırlarına alınıp baştan aşağı soyundular. Bütün elbiseleri gibi kendileri de yıkandı.
Mehmet ve ailesi sağlıklı şekilde kendilerine verilen çadıra yerleştirildi. Yerli halkın çocukları: “Patriyotlar geldi! Patriyotlar geldi!” diyerek korku dolu gözlerle etrafta koşuyordu.
Refik’in bir süre kontrol altında kalmasına karar verdi doktorlar. Refik’in ailesiyle Mehmet ilgileniyordu. Bazı kişiler, özellikle yaşlılar banyodan sonra yıkanmış nemli elbiseleri giymekten dolayı üşütmüş hasta olmuştu. Mehmet, bu nedenle ölen birkaç kişinin cenazesinin kaldırılmasına yardım etti. Bazı hırsızlık olayları oluyordu. Gümrük çalışanı bir memuru hırsızlık suçundan götürdüler. Yerli halk: “Muhacirin eşyası çalınır mı?” diyerek onu ayıplamıştı. Mehmet, bir an önce bu sefaletin bitmesi için koşturuyor, tanıdık birilerini bulmak ve işleri hızlandırmak istiyordu.
Sonunda o gün geldiğinde hava güneşliydi. Ocak ayında serin rüzgar esiyordu. Küçük bir vapurla, kendilerine verilen hüviyet ve belgeler eşliğinde yeni evlerine doğru yola çıktılar.
Tekirdağ’da gemiden indiler. Refik ve ailesi orada kaldı. Mehmet, Tekirdağ’ın Çorlu ilçesine doğru yola çıktı. Verilen belgedeki eski evi ve bostanı buldu. Kavala’dan gelmeden önce varlıklı sayılırdı. Mal varlığını resmi makamlara onaylatmıştı, ancak burada payına düşen eski bir ev ve birkaç dönüm bostandı sadece. Hayatında hiç çiftlik işi yapmamıştı. Her zaman memur olmuştu. Kırkbeş yaşından sonra çiftlik işini öğrenmesi gerekiyordu, çünkü bakması gereken ailesi vardı. Eşi Gülsüm, yakında doğuracaktı, ve küçük oğlu savaşa, açlığa rağmen hızla büyüyordu.
Yeni topraklarına alışıyorlardı. İnsanlara alışıyorlardı. Bir ay geçmişti
ancak halk arasında bazı tuhaf konuşmalar olmuyor değildi hani. Köylü kadınlardan biri Gülsüm’e “Siz ölülerinizi şarapla mı yıkıyorsunuz?” gibi garip sorular soruyordu. Kimileri onlara “yaban” “bitli macır, muhacir,” “yarım gavur” gibi sıfatlar yakıştırıyordu. Mehmet ve ailesi onları duymazdan geliyordu.
Böylece zaman içinde et ve tırnak misali, başlangıçtan bu yana bir arada olduklarını hissederek yaşamaya alıştılar.
Bir gece çiftlik evinin kapısı çalındığında Mehmet, şüphe ve endişeyle kapıya yürüdü. Sanki bir haber gelecek ve buradan da gitmeleri istenecekmiş gibi yersiz korkuları vardı.
Mehmet, avluya çıktığında kapı daha sert vurulmaya başlandı. Gülsüm, evin içinde, perde ardında endişeyle kocasını izliyordu. Küçük oğlu annesinin eteğine sımsıkı yapışmış bırakmıyordu.
Mehmet, mavi kapıyı hızla açtı. Kapının üzerindeki çan sesine karışan bağırışmalar ve anlamadıkları dildeki çığlıkları duyan civar evlerdeki insanlar endişeyle sokağa döküldü. Evlerde ışıklar yanmaya başladı. Köpekler, bu yabancı gürültüye anlam veremediklerini haykırıyorlardı.
Aylardır birbirinden haber alamayan iki kardeşin gözyaşları aynı toprağa düşerken bu kavuşmayı derin ve müşfik bir sessizlik içinde izliyordu mahalle halkı…
-Son-
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.