İSTANBUL BOĞAZİÇİ MEDENİYETİ
İSTANBUL BOĞAZİÇİ MEDENİYETİ
Sevgili okur, 19. yüzyılın ilk yılların da, Boğaziçi sanki bil göl tarzında kendi üstüne kapanmış ve kendine özgü âdetleri ve zevkleri olan büsbütün özel bir medeniyetti. İçinde barındırdığı, bir takım örf ve geleneksel ananeler, kendine has tabiatının özelliklerini de katarak ona, birçok beldeleriyle eş bulunduğu İstanbul medeniyetinden bile ayrılan, özel bir medeniyet kurdurmuş oluyordu.
Her yıl, nisan veya mayıs ayların da; İstanbul’un beldelerinden Boğaziçi’nin köylerine göçler başlardı. Boğaziçi’nin kenarlarına yapılmış ve hâlâ kısmen de olsa, eski sütunlar, eski tahtalar üstünde döşekler ve halılar üstünde yer yastıkları gibi eski eşyalarla döşenmiş geniş odalı, ferah ve rahat yalılara taşınırlardı.
Boğaziçi’nde özellikle sularla ışıkların oyunları esrarlı bir canlılıktadır. Bu yalıların Boğaz’ı seyretmeye ayrılmış ön odalarında, sulara çarpan ışıkların içeriye sıçramış yansımalarıyla, birdenbire oda duvarının bir parçası bir vücudun derisi gibi ürpermeye ve başımızın üstünde, tavanın da bir parçası, bir nehrin altın sularıyla akmaya başlar. Karada temelleri üstünde sabit duran yalılar sularda, başları aşağıda, temelleri havada, yüzmeye koyulurlar. Yosun kokulu kayıkhaneler, denizin mırıldanan sularını, yalının alt kısmında zemin kat odalarının altlarına getirirler. Arada bir, küçük dalgaların kâh gülüştükleri, kâh ağlaştıkları duyulur.
Burada yalıların gezen birer parçası, birer yavrusu gibi olan kayıklar ve sandallar, sevgililerin gezintilerini özler gibi bekleşirlerdi. Böyle özel kayıkları olmayanlar için de, iskele başlarında, Venedik’te olduğu gibi, Boğaziçi’nde de, arabaların yerini tutan ve ikide bir de öteye beriye gitmek için binilen kiralık sandal ve kayıkları bulunurdu. Birçok yerlerde deniz kenarında yalıların önlerinden geçen yollar ancak kendilerinin daracık ve özel ahşap rıhtımlarıydı. Yalının kayıkhanesi önünden bitişik bir başka yalının rıhtımına altı desteklenmiş bir tahta üzerine yapılmış, küçücük bir köprüden geçilirdi.
Bu sahil, karşıki sahile bir bahçe gibi görünürdü. Şirket-i Hayriye vapurları, bir şarkının nakaratı gibi, ikide bir geçerlerdi. İçlerinde oturanların konuşa konuşa bu sahilleri, bu suları seyrettikleri bu vapurlar, İstanbul’a gidip gelirken, Boğaz’ın seyri için özel yapılmış seyyar salonlara benzerler ve Boğaziçi köylerinde oturanların birbirleriyle buluşmaları için, zikzak vapurlar işlerdi. Boğaziçi’n de oturanlar bu vapurlara “Dilenci Vapur”ları derlerdi. Vapurlar Boğaz’daki burunların önüne gelir gelmez bir işaretçi, boğa güreşlerinde olduğu gibi, fakat vapuru kızdırmak için değil, yolun açık olduğunu kaptana bildirmek için, kırmızı bir bayrak sallardı.
Her gün İstanbul’a inip esnafın ve mahalle halkının şehirden toptan aldıklarını taşıyan ve kocaman küreklerinin her birini bir kayıkçının iki eliyle tuttuğu ve ayağa kalkıp yavaş yavaş oturarak çektiği beş altı çifte “Pazar Kayıkları” gidip gelirlerdi. Süslü, özel birçok, bazen şişkin karnının iki tarafında işler durumda birer “Su Değirmeni” taşır gibi, bir yandan çarklı çatanalar (küçük vapur) geçer, bazen de badi badi bir römorkör sıra sıra halatlarla arkasına taktığı inanılmayacak kadar kalabalık bir sürü hâlinde mavnaları (büyük motorsuz kayık), yelkenlileri, kayıkları, sandalları sürükleyerek çekerdi.
Tarihten önceki acayip mahlûklara benzeyen bazı yelkenliler kahraman tavırlarıyla gelir, yalıların rıhtımlarına yanaşarak, sadece onlara mevsimlik meyvelerini, senelik soğanlarını, kışlık odunlarını ve kömürlerini getirirlerdi. Yalıların önlerinden daha bir sürü satıcı kayıkları geçer ve içlerindekiler sattıklarını kendilerine özgü şiveler ve seslerle haykırarak, balıkçılar henüz daha canlı balıklarını, mısır satanlar daha kazanda kaynayan mısırlarını ve dondurmacılar tenekelerinde donan dondurmalarını pazarlamaya çalışırlardı. Bu satıcıların söyledikleri basit tekerlemeleri duymakla, aynı zamanda onların, ırklarını, milliyetlerini, memleketlerini, yaşlarını, talihlerini ve sanki ahlâklarını da duyar, anlardınız. İkindi sularında hanımlar ve beyler için sandalla gezinmek, beş çayı gibi bir alışkanlıktı. Cuma ve Pazar günleri Küçüksu, Göksu, Kalender ve Çengelköy gibi, ince saz yerlerine, has bahçelere ve gezinti alanlarına gidilirdi.
Akıntı burunlarına ( bu yerler çok tehlikelidir) gelindiği zaman böyle sandalların geçmesini bekleyen bir yedekçi, karadan onlara bir ip atar ve ucunu omzuna alıp yürüyerek kayıkları çekerdi. Böylece Boğaziçi hayatında suların ve üstündeki taşıma araçları olan, kayık, sandal, yelkenli ve vapurların büyük önemi vardı.
Sevgili Çengelköy, bu gün başladığımız “Boğaziçi Medeniyeti” adlı yazı dizisine, yine devam edeceğiz. Ancak sözlerimize son vermeden önce, geliniz bu Boğaziçi Medeniyeti’ne yakından bir bakalım. Efendim,bundan yaklaşık üç yıl önce, eski-yeni Çengelköylülük diye bir çelişki almış yürümüştü. Eskiyim diyenler, bu medeniyeti doğuştan almış, bu kültürle büyümüş Çengelköylülerdi, yeniyim diyenler, Çengelköy’e yeni gelmiş, başka kültürden insanlardı.
Bize göre bu çelişki yersizdi, çünkü bilişim ve gelişim o kadar hızlı gelişiyor ki, her an her insan, bir başka kültüre hemen uyum sağlayabiliyor, eskiler de ancak hatıralarla yaşıyor, nedeni mi? Çocuğuna o kültürü verebilmiş eski köylülerin yanında, köye yeni gelen vatandaşlarımızın çocukları kolay arkadaşlıklar kurabiliyorlardı. Dolayısıyla, ilk bakışta imkansız gibi gözüken bu uyum, giderek daha da pekişip, güçleniyordu.
Boğaziçi Medeniyeti’nin diğer bütün semtlerinde olduğu gibi, pırıl pırıl gençlerimiz de bu medeniyete yabancı kalmamış, üstüne üstlük ana ve babalarını da bu kültüre kanalize etmişlerdir. Tabii ki bu başarı, yüzlerce yıllık “Boğaziçi Medeniyeti”nin sağlam esaslara dayanan, kültürüne, örf, adet ve geleneklerin başarısıdır. Sağlıcakla kalın
Hüseyin Tuna
T U N A C A N
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.