- 1260 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
kum z-amanlar
Ayaklarımın beni nereye götürdüğüyle ilgili hiç bir fikrim yok. Aklımın bende olmadığına yemin edebilirim. Beynimin içindeki uğultuyla baş etmek istiyorum. Dilime bir pranga vurulup bir köşeye fırlatılmış gibi; sessiz sakin kendi içinde. Konuşmayı bırak dönmüyor bile. Kafamın içinde ki uğultu yerini anlam veremediğim bir karmaşaya bıraktı. Büyük bir meydan da binlerce kişi hiç durmadan konuşuyor. Her birinin sesi zaman içinde biraz daha yükseliyor. Bir anda keskin kılıçlar öğlen güneşinin altında cenk etmeye başladı. Kızılca kıyamet kopuyor. Başıma aldığım her darbe beni bir kütük gibi duvara fırlatıp yeniden ayağa kaldırıyor. Ve her defasında keskin kılıçların hınçla dolu yumruk ve tekmelerin yeniden hedefi oluyorum...Sebep ne? Ben buraya ne zaman geldim? Burada yaşanan olaylarla benim ne ilgim var? Bunların cevaplarını elbette vermem mümkün değildi. Bir kabus olduğunu ve biraz sonra bu kabustan uyanacağımı umarak beklemeye başladım.
Başımı korumak için ellerimi ve kollarımı kalkan haline getirip ağzımın içine dolan toza toprağa aldırmıyorum... Birden sesler ve uğultular kesiliyor.Sessizliğin karanlığa doğru çekildiği bir katman dolaşıyor ortalıkta. Kollarımla sardığım başımı ellerimle kontrol ediyorum. Kan, kafatasımda kırık, ya da ezik bir şeyleri ellerim ve parmaklarımın yordamıyla bulmaya çalışıyorum. İri siyah gözlerimi açamıyorum. Sıkı sıkıya kapatılmış demir bir kapı gibi; ne kadar zorlarsam zorlayayım. Açmamın mümkünü yok. Orada ne kadar yattığımın ya da kaç gün kaldığımın bilincinde değilim. Bilincinde olduğum tek şey; birbirini takip eden günler boyunca; yağan yağmuru, kum fırtınası, katırlarıyla gelen yağmacılıklarına, ölülerin ağzından altın ve gümüş dişlerini. Üzerilerindeki kıyafetlerinden, ceplerindeki paralarına kadar aldıklarını ne kadar görmesem de; duydum.
Benim de üzerimi arayıp fakirlik akan kıyafetlerime rağmen ceplerimi arayıp ağzımı sonuna kadar açtılar. Babamdan miras kalan dere kıyısında ki verimli tarlayı olduğundan ucuza satıp, şehirde özenerek yaptırdığım; o kadar acıyla kıvranan birinin ölü taklidi yapması ne kadar zordur üstelik; ağzımdan altın dişimi taşla kırarak almalarına rağmen
. Altın dişime değil de onunla beraber heba olan üç dişime acıdım doğrusu. Şimdi ağzımın sağ tarafında kocaman bir boşluk var; en az bir mağara kapısı kadar büyük bir genişlikte.Ağzımı açmaya çalıştığım zamanlarda; rüzgarın o boşluktan hücum edip ciğerlerime kadar dur durak bilmeden yol aldığını eminim ki tahmin edersiniz.
O günü özellikle unutamıyorum. Yerlere kadar siyah erkek elbisesi olan biri yanıma yaklaşmıştı. Gözlerim tamamiyle açılmamış olsa da yarım yamalak görebiliyordum.
Yine o yağmacı katırcılar geldi diye düşündüm. O kadar çok gelmişlerdi ki; neredeyse ölenlerin etlerini kaburgalarından ayırıp götüreceklerdi.
İlk bir kaç gün inleyen, bağıran kişilerin sesi yavaş yavaş kesilmeye başlamıştı; ölüm her an tetikte olduğu kadar; bazen hiç acımadan bir anda aldığı canı; bir başkasının canını bazen günlerce acı çektire biliyor; almak için acele etmiyordu...
Ara ara duyduğum; o da uyuyup uyandıktan sonra ağrısı çoğalan bir hasta gibi inleyen bir, iki kişi olduğunu sezinliyordum. Bana çok uzak değillerdi. Zaten bir kaç güne kadar sıcağın ve rüzgarın etkisiyle aç kurtlar dağlardan inip, tamamen canlarını alacak, et tüccarları akbabalar da leş yiyerek aç karınlarını doyuracaklardı.
Sanırım benim en büyük şansım büyükçe bir kayanın; üstelik içe doğru açılan bir kayanın bana kızgın sıcaklara, kum fırtınalarına karşı dayanıklı olmamı sağlamış olmasıydı.
Her ne kadar kırılan sağ kolumla kımıldamayan bacaklarımı sürükleyebildiysem, o kadar aç kurtların ve yağmacı istiladan kurtulmama sebepti.
Korku parayla değildi elbet. Ölüm korkusu, kaybetme korkusu, hele ki daha canın çıkmadan; ölmekten beter eden kulağının, burnunun kesilmesi ya da iç organlarının dışarı çıkarıldığına şahit gözlerinin faltaşı gibi açılması da farklı bir korkuydu. Ölmeden ölmek bu olmalıydı. Onca zaman nasıl aç açına yaşadığımı hiç merak etmediniz mi yoksa? Neyse bu konuya daha sonra devam ederiz...
Ölüm korkusu yaşadığım her an hele ki sevdiklerimi bir daha göremeyecek oluşum beni daha çok tedirgin ediyordu. Her geçen gün umutsuzluğum artmaya beni içten içe şu serkeş hayatımdan uzaklaştırmaya çalışıyordu.
Ölmüyordum da; ölemiyordum. Sanırım hayatımda başaramadığım, beceremediğim, yarım bıraktığım her ne var ise; o da yarım kalmıştı. Belki ölüm benim için her şeyin bitişi olduğu kadar; başlangıcı da olacaktı. En azından şu kahrolasıca ağrıların tümü yok olup gidecekti.
Tanrıya her an yalvarıp yakarmanın ne demek olduğunu, benim gibi çaresiz kalan sefiller, ne yapacağını, nasıl bir yol izleyeceğini bilmeyen aciz biçare insanlar yapardı. Bunu bile becerdiğimi sanmıyorum
Bir elin şah damarımın üzerine bastırdığını kesinlikle iyi biliyorum. Buz gibi dört kalın ve uzun parmak kendini boğazıma diremiş; nefes alıp almadığımı kontrol ediyordu.
Bunların katırcılar olabileceğini baştan düşünsem de böyle bir ihtimalin çok zayıf olduğunu biliyordum. Öyle olmuş olsa; ilk gün yaşadığımı bile bile beni ve diğer yaralıları alıp götürmezler miydi? Belki de şimdiye kadar iyileşir; ümit etmekle etmemek arası ümitsizliğe düşsem de; hep bir ihtimalin olduğunu biliyordum. İyi veya da kötü; Kimin umurunda; yaşamadan ne bilinebilir ki? Oysa onların yaralı da olsa bir insanı alıp kendilerine yük edip bakacakları görülmüş şey değildi. İnsan hayatı bir iki kuruş kadar bile değerli değilken!
Kör eden kum fırtınalarının da bir zaman sonra dinip; hiç bir şey olmamış gibi sadece kumdan maskesine yeni bir şekil verdiğinden başka?
Şah damarıma dayanan parmakların bastırması, zaten zor aldığım nefesin de önünün kesiyordu.Günlerce süren suskunluğum dilimi de susturmuştu. Konuşmak için çabaladım.Ama dönmüyordu işte. Kum yutmaktan, yağmurda ıslanmaktan garip sesler çıkarıyordum; boğuk, yarım yamalak, tüm bedenimin aksaması gibi, dilimde buna ayak uydurmuştu.
Gözlerimi açabildiğim açmaya çalıştım. Kum zerreleri bir yığın gibi göz kapaklarıma dolmuşlar her açmaya çalıştıkça gözlerimin çukurlarına dolup beni yakmaya çalışıyorlardı. Bunu başarıyorlar mıydı; her zaman ki gibi; evet...
Uzun zamandır hissetmediğim bir tat ağzımdan içeri giriyor, dilimle sarmaş dolaş olup; kurumuş, kaskatı kesilmiş gırtlağımdan aşağıya, kum zerrelerini kah aşağıya kah onları da alarak mideme kadar gidiyordu. Suyun serinliğini şimdi size nasıl tarif etmeli bilmem ki; oruç vaktine çok az kaldığını düşünün. Koca gün geçer, açlığı geçtik de susuzlukla ilgili en ufak bir şey hissetmezsiniz, ama zaman daralıp vakit yaklaştıkça insanı tabiri caizse; diliniz bir karış dışarıda su içmek ve yanan benliğinizi soğuk, buz gibi sularla doldurmak için tarifsiz bir istek duyarsınız...
Elleri ne kadar kalın, kemikli ve iri de olsa bana yardım etmek için çabalayan kişinin bir kadın olduğunu sesinin içinde ki o yumuşaklıkta anlayabilmiştim; tüm uzuvlarım yer yer yıkıntıya uğrayıp, harap olsa da; sanırım hepsinin görevini kulağım üstlenmiş; bana yol gösterici olmuştu.Ona güvenmekten başka çarem yoktu...
Arkama geçip, koltuk altlarım dan tutup; ayaklarımın yarısı mağaraya gömülmüş bedenimi sürüklemeye başladı. Nereye gittiğimizi bilmiyordum. Ya da şöyle söylemeliyim; nereye sürükleniyordum? Beni sürükleyen bu kadın kimdi? Nereye götürüyordu? Üzerimde, cebimde meteliği olmayan birini, kupkuru kurumuş bedeninden; kesik kesik çıkan nefesinden başka bir şeyi kalmamış birini kim ne yapardı? Sorduğum sorulara cevap alıp alamayacağım bile belli değildi; belki bu benim son yolculuğumdu...
Biri beni, üstelik de bir kadın; gündüzün cehennem sıcağına, kum fırtınasına, gece hiç durmadan yağan yağmura rağmen hala kokan binlerce ceset yığınlarının arasından sürükleyerek götürüyordu
Birbirine aralıklı olan bağlanan bir katırın çektiği bir kaç kaç tahtanın üzerine bıraktı beni. Katırın üzerinde daha yaşlı birinin olduğu sesinin tonundan belliydi; boğuk ve karanlıkta kalmış kalın bir kadın sesi... " Çek hadi, eğleşme!" Emir miydi yoksa bir korku muydu bilemiyorum. Belki de birilerine yakalanıp tuzağa düşmemek için de olabilir. Beni tahta yatağın üzerine bırakan kişi katırın yularından tutup kumları savura savura yürümeye başladı. Arkasından kahverengi yaşlı katır. Ve onun arkasından da tahtadan bir korumalı yatağı olduğunu düşünseniz de kum deryasını süpüren; ben.
Yokuşları çıkarken ara ara tahta yatağımdan düşmemle beraber kalın ve ayarsız sesimle adeta ortalığı inletiyordum. En sonunda beni katırın semerinin altından çıkardıkları kalın bir ip ile tahta yatağa sıkıca bağladılar. O kadar sıkı bağlanmıştım ki; düşmekten ziyade, kırılan, ağrıyan kemiklerim daha beter ağrır olmuştu. Neredeyse her anım inlemekle geçiyor ara da sızdığım zaman susuyor, uyanınca tekrar inlemeye başlıyordum.
Bir kaç tepe, uzun ağaçların olduğu genişçe akan, keskin taşların olduğu bir dereden geçip, uyuştuğuna kanaat getirdiğim bedenim en ufak bir tepki beli vermiyordu artık...
II
Kulaklarımda yeni yanmaya başlayan çalıların sesi var. Alevler çoğaldıkça yüzümü yalıyor sıcaklığını hissettiriyordu. Gözlerimi açtığım zaman yan tarafımdaki sobayı fark ettim. Üzerine bir tencere koydular. Kalın bir kaç odun attıktan sonra kapıyı kapatıp genç olan kadın dışarı çıktı.Yer yatağına yatırılmıştım. Üzerimde ki parçalanmış kıyafetlerim çıkarılmış, bacaklarımı ve kollarımı tahtalarla sarmışlardı.
Duvara asılmış gazı bitmek üzere olan bir gaz lambası kendi halinde bırakılmış; başı aşağıya düşmüştü. Benim gibi işe yaramaz olduğunu hissediyordur eminim, diye geçirdim içimden. Şu halimin ondan ne farkım var? Her tarafım kırık dolu. Suyumu bile içmek için birine ihtiyacım var...
Birden dışarıdan gelen seslerle olduğum yerde irkildim. Bir kaç erkek sesi, kadınlarla hararetle tartışıyorlardı... Kalkmaya, olduğum yerde doğrulmaya çalıştım. Ama kımıldayamıyordum bile bu kahrolasıca etrafımı saran tahtalar yüzünden...