- 1757 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ORTADOĞU ÜZERİNE GÜNCEL KONULAR
Ortadoğu’da doğan, yaşayan, kendini Ortadoğulu hisseden insanların 19, 20 ve 21. Yüzyıl görüntüleri hiç iyi değil.
Bugün Ortadoğu’daki çalkantılı süreci yaşayan toplumlar bilmelidirler ki, olaylar yeni değildir. Bugüne dair ne varsa geçmişten beri kanayan yaradır. Ortadoğu yarası bazen kapanır gibi olsa da veya egemen güçler tarafından kapatılsa da, aslında içten içe sürekli kanar. Yarayı tanımak için, geçmişten bu güne kadar kısa bir özet geçmek gerekiyor.
Ortadoğu’nun hakimi Osmanlı İmparatorluğunun yıkılış dönemine tanıklık eden 19. Yüzyıl, bölgede yaşayan insanların yaşamlarını altüst etti. Osmanlı uzun yıllar süren Balkan, Hicaz, Yemen savaşlarıyla Müslüman toplumlar üzerinde istenmeyen olaylar gerçekleştirdi. Viyana’ya kadar uzanan Osmanlılar bu süreçlerde elindeki toprakları kaybederek geri çekildiler. Her geri çekiliş toplumlardaki acıyı, feryadı, göçleri gündeme getirdi. Hicaz, Yemen savaşlarında, Anadolu’dan toplanan 15, 16, 17 yaşındaki erkek çocukları 20- 30 yıl askerlik yaparak, Suudi Arabistan, Yemen çöllerinde yok olup gittiler. “Giden gelmiyor, acep nedendir” ağıtlarıyla gönderilen çocuklardan hemen hiç kimse dönmedi. Arkasında bıraktıkları bir eş ve bir çocukla hayatlarının baharında yaşama veda ettiler. O dönemlerde erkek çocuklarını buluğa erer ermez evermek adet haline gelmişti. Çünkü salalar her zaman okunabilir, çocuklar savaş için toplanabilirdi. Onun için 13-14 yaşındaki çocuklar, 12-13-14 yaşındaki kızlarla zifafa sokulurdu.
Petrol, iki büyük dünya savaşının arkasında yatan en önemli gerçek. Dünyadaki petrol yataklarının büyük bir bölümünün Osman topraklarında tespit edilmiş olması, bütün dikkatleri Osmanlı üzerine çekmişti. Avrupa, Amerika Osmanlı toprakları üzerinde bulunan petrol bölgelerine hakim olabilmek için her şeyi yaparken, ne yazık ki Osmanlı yönetimleri, paşaları bu süreci lehlerine çeviremediler. Osmanlının toplumlarına baskıcı tutumları, petrollere göz diken batılı ülkelerin aylıkçı politikaları, üç kıtaya hakim devleti yıkarken, ortaya kangrene dönüşmüş bir bölge bıraktılar.
Osmanlı toprakları üzerinde bu dönemde üç noktadan mücadele vardı.
1. Osmanlı’nın egemenliğinin topraklar üzerinde yürütülmesi
2. Osmanlı İslam’ının bütün toplumlara kabul ettirilmesi
3. Batıdaki sanayi devrimi ve petrolle birlikte bütün çıkar odaklarının Osmanlı topraklarına göz dikmiş olması
Osmanlı Kanuni Sultan Süleyman’ın iktidarından sonra güç kaybetmeye başlasa da, egemen olduğu topraklar üzerindeki gücünü yitirmek istemiyordu. Bu nedenle, Osmanlı’ya güç veren Anadolu insanı ve elindeki devşirme yeniçeri ordularıyla kendine yönelen her türlü olumsuz girişimi kanlı bir şekilde bastırıyordu. Tarihte Osmanlı’nın Yeniçeri askerlerini Müslüman toplumlara karşı fazla kullandığını görmüyoruz. Müslüman toplumlara karşı mücadelesinde Osmanlı’nın tercih ettiği asker, Anadolu’dan topladığı gençlerden oluşmaktaydı. Bunun temel nedenlerden biri, yeniçerilerin oluşum, yaşam şekilleriydi. Zira yeniçeri ocakları Bektaşi anlayışıyla yönetiliyordu. Yeniçerilere yüklenen din eğitimi Bektaşi din anlayışıydı. İçkiyi su gibi içen, evlendirilmedikleri için cinsel ihtiyaçlarını savaştıkları bölgelerdeki genel kadınlardan gideren, dinin hükümlerine riayet etmeyen, dolayısıyla oruçla, namazla fazla ilgileri olmayan anlayışlarıyla, geleneksel Sünni toplumların tepkisini çekiyorlardı. Batıda sıkışan Osmanlı, yeniçeri ocaklarını geri çektikçe problemler büyüyordu. Zira batıdan Anadolu’ya doğru gelen yeniçeriler, toplumla temas kurdukça problemler çıkıyor. Ayrıca savaşmayan, savaşsa da savaşları kaybeden Yeniçeriler Osmanlı yönetimlerini suçluyor. Bu nedenle iki de bir kazan kaldırıyorlardı. Çıkardıkları sorunlar yüzünden kapatıldılar. Kapatılmalarının ardından sınır dışı edilmediler. Yeni bir anlayışla tekrar asker yapıldılar. Toplum içine sokuldular. İşte asıl problem bundan sonra başladı. Yeniçeriler Bektaşilik din anlayışına sahiplerdi, toplum ise Sünni kökenliydi.
Osmanlı’nın askeri yapısı Bektaşi anlayışındaki dini esas alırken, toplum Sünni yapılanmaya sahipti. Toplumun Sünniliği, Osmanlı’ya bağlığı esas alan din anlayışını sergiliyordu. Klasik Sünnilikteki, halife, zalim de olsa, fasık da olsa, isyan edilmez anlayışıyla Osmanlı’ya tabi olan Sünni mezhep ekolleri, Osmanlı’ya tabi oluş mantığıyla “hak mezhep” kavramı ürettiler. Bugün Müslümanların anlayışlarında var olan hak mezhep anlayışı Osmanlı’nın dayatmasından ibarettir. Değilse, hiçbir zaman, hiçbir yerde, mezheplerin bilim adamları toplanarak, hak hukuk konusunda karar vermiş değillerdir.
Hicaz ve Yemen bölgelerinden Osmanlı’nın din anlayışına, uygulamalarına isyanlar başladı. Osmanlı’ya hakim olan Hanefilik ve Şafilik mezhepleri, Türklerin eski dini Şamanizm’den gelen, yatırları, türbeleri, dedeleri, evliyaları, erenleri, mumları İslam’a sokmaya çalıştıkça, dinin kaynaklandığı topraklardan itirazlar yükseliyordu. Osmanlı, dini anlayışındaki türbeleri, yatırları Mekke, Medine topraklarına yerleştirmeye çalıştıkça, bu bölgelerde yaşayan Müslümanlar karşı çıkıyorlar, peygamberin getirdiği dinin bozulduğundan, saptırıldığından, Osmanlı sultanlarının kafir olduğundan söz ederek toplumu isyana sürüklüyorlardı. Anadolu’da doğup, büyüyen ve yıllarca Osmanlı’nın mirası mezheplerin din anlayışıyla yetişen bizler, Osmanlı’daki bu gelişmeleri gerçekçi boyutuyla algılayamadık.
Aslında Hicaz ve Yemen savaşlarının altında, peygamberin dinine sahip çıktığına inanan Araplarla, İslam’dan saparak, Şamanizm’i İslam diye tanıttığı iddia edilen Osmanlı arasında din savaşı vardı. Bu din savaşlarını iktidarından başka bir şeyi düşünmeyen Osmanlı sultanları gereği gibi yönetemedi. Bektaşi din anlayışına hakim yeniçerilik kapatıldıktan sonra oluşturulan ordulara katılan subaylar, askerlerin Bektaşi din anlayışları da sürecin olumlu bitmesini değil aksine sürecin iyice bozulmasına neden oldu. İşte bugün de görüyoruz. Allah’ın haram kıldığı içkinin yasaklanması gündeme geldiğinde, yer gök sarsılıyor. Bektaşi din anlayışına sahip insanlar “din vicdan işidir” deyip, dinin kurallarına uymadan da Müslüman olunabileceğinin iddiasıyla, her türlü karışıklığı çıkarıyorlar. Osmanlı’nın son zamanları da böyleydi. Mesela; 1. Dünya savaşında Suriye cephesinde görevlendirilen Mustafa Kemal Atatürk’ün, Anadolu’dan toplanan askerlerin gözündeki, savaştıkları Arap askerleri ve halklarının gözündeki durumunu bir düşünün. Fırsat buldukça içen, namaz kılmayan, oruç tutmayan Osmanlı komutanları, güya İslam için mücadele veriyorlardı. Bu görüntüye kim inanırdı?
Petrollerin Osmanlı topraklarında tespitinin ardından, Osmanlı’daki bu karışıklıkları en iyi değerlendiren İngilizler oldu. İngilizler, Osmanlı’dan şikayet eden her Arap toplumuna, her mezhep anlayışına, her kabileye vaatler verdiler. Onları her türlü yönden desteklediler. Böylece Osmanlı’nın yıkılışını hızlandırdılar. Osmanlı’yı kim yıktı diye bir soru sorarsanız? Cevabını net bir şekilde şöyle verebilirim. Osmanlı’yı yıkanlar yeniçeri ocaklarının kapatılmasıyla, Osmanlının yeni ordularına kazandırılan Bektaşi din anlayışına sahip komutanlardır. Osmanlı toplumunun geleneksel Sünni anlayışının dışında gelişen, geliştirilen Bektaşi anlayışı, sadece asker üzerinde etkili olmadı. Bu anlayış aynı zamanda Osmanlı’nın elit tabakası, yani burjuvası, aydınları, yazarları çizerleri üzerinde de hakim oldu. Bunlar batılılaşmayı esas alarak, kurtuluşun, Müslüman toplumlardan kopmak, batıyla işbirliği yapmak olduğunu öne çıkardılar. Osmanlı’nın son zamanlarında, aydınlar, paşalar, ülkenin bütünsel geleceğinden çok, hangi batılı ülkeyle işbirliği içinde olursak kurtuluruz kaygısına düştüler.
Osmanlı’nın yönetiminde etken olan SADRAZAMLIK, son zamanlarda ilginç bir çizgiye oturdu. Sadrazamların seyir çizgisine bakalım… III. Mustafa 1757-1774 arası 17 yıl, 10 sadrazam, I. Abdülhamit 1774-1789 arası 15 yıl, 10 sadrazam, III. Selim 1789-1807 arası 19 yıl, 9 sadrazam, IV.Mustafa 1807-1808 arası 1 yıl, 2 sadrazam, II. Mahmut 1808-1839 arası 31 yıl, 16 sadrazam, Abdülmecit 1839-1861 arası 22 yıl, 24 sadrazam, Abdülaziz 1861-1876 arası 15 yıl, 13 sadrazam, V.Murat 1876-1876 arası üç ay 2 sadrazam, II. Abdülhamit 1876-1909 arası 33 yıl, 27 sadrazam, V.Mehmet (Reşat) 1909-1918 arası 9 yıl 10 sadrazam, VI.Mehmet (Vahdettin) 1918-1922 arası 4 yıl 12 sadrazam olarak tarihe geçtiler.
Verilen bilgilerde de görüleceği gibi Sadrazamlar son zamanlar çok sık değişmiştir. Osmanlı’da sadrazamlık, bugüne benzer Başbakanlık benzeri makam olarak ülkeyi yönetiyordu. Ancak bugünkü gibi seçilmiyor, padişah tarafından atanıyordu. Padişahların hayatında istikrar olmasına rağmen sadrazamlarda istikrar yoktu. Sadrazamlar sürekli değişiyordu. Değişme nedenleri yönetim karışıklığı, beceriksizlik, yeniçerilerin isyanları, paşalar arasındaki ayak oyunları olarak gösteriliyor. Tabi her sadrazam değişikliği ülkede politika değişikliklerine neden oluyordu. İsmail Cem İpekçi Türkiye’de geri kalmışlığın tarihi adlı kitabında, yaptığı bir alıntıyla, 22 yıllık padişahlık döneminde 24 sadrazam değiştiren Abdülmecit’in hatıralarına dayanarak şu bilgiyi veriyor. Abdülmecit hatıralarına “padişahlık dönemimde sadrazam yapmak için, Osmanlı’yı, vatanını düşünen paşa aradım. Ne yazık ki kimseyi bulamadım. Her bulduğum paşa, ya Fransız, ya Alman, ya İngiliz, ya Avusturya, ya da Rus yanlısı çıktı. Doğrusunu bulurum diye 24 sadrazam değiştirdim. Sonra bıraktım. Memleketimin geldiği hal beni çok üzdü” diye kaydetmiştir. Tabi aynı şeyler Osmanlı’nın yıkılış sürecinde de geçerli oldu. 1. Dünya savaşına İngiliz yanlısı paşalar ile Alman yanlısı paşaların atışması sonucu, bir oyunla Almanların yanında savaşa girdik. Neticeyi hepimiz biliyoruz. Almanlarla birlikte Osmanlı yenildi. Ancak garip olan şu ki, Almanya bölüşülmedi. Osmanlı toprakları bölüşüldü. Osmanlı topraklarındaki bütün petrol yatakları İngilizlerin, Fransızların eline geçti. Osmanlı topraklarının %80’ni üzerinde Arap devletleri kuruldu. İngilizlerin dayattığı misakı milli sınırları içinde de Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. 2. Abdülhamit’in yaptırdığı petrol haritasında neresi varsa, Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında bırakıldı. Buna rağmen İngiliz Shell şirketi Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte Anadolu’daki tüm petrol haklarını aldı.
II. Dünya savaşına girmedik. Dönemin iktidarı İsmet İnönü II. Dünya savaşının dışında kalmaya başardı. Ancak II. Dünya savaşı sonu Türkiye Cumhuriyeti’nin kaderini de belirledi. Savaş sonu kapitalist Amerika ile Komünist Rusya, savaşta yenilgiden çıkan Almanya’yı bölüştüler. İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar savaşta güçlerini kaybetti. Onların güç kaybetmesi Amerika’ya yaradı. Onların 1. Dünya savaşı arkasından bölüştükleri Osmanlı topraklarını, Yalta’daki konferanslarda, Rusya ve Amerika aralarında bölüştü. Bölüşüme göre Türkiye Cumhuriyeti Amerikan nüfuz alanına geçti. Böylece Türkiye Cumhuriyeti İngiliz nüfuz alanından Amerikan nüfuz alanına geçince, ülkedeki tek parti rejimi değişti. Çok partili sisteme geçildi.
Bölüşüme bir bakalım. Türkiye, İran, Pakistan, Suudi Arabistan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün, Lübnan, Katar Amerikan nüfuz alanında… Irak, Suriye, Yemen, Tunus, Cezayir, Libya, Mısır Rus nüfuz alanında. Bu saydıklarımın içinden İran’ı, Pakistan’ı çıkar, diğerleri Osmanlı topraklarıydı.
İşler uzun müddet bu paylaşım üzerine yürüdü. 60’lı yılların sonlarında sol, Avrupa’yı ve Ortadoğu’yu sarsmaya başladı. 70’li yıllarda Müslüman ülkelerde uyanış hareketleri başladı. 1979 yılında İran’da devrim oldu. İran devrimi Şia kökenli de olsa, devrimin oluş tarzı, süper güçlere meydan okuyuşuyla bütün Müslümanların dikkatini çekti. Sünni Müslüman dünyasındaki bilgiler yeniden gözden geçirilmeye başladı. Türkiye’de bile “İran, Pakistan sıra sende Müslüman” sloganlarıyla devrim provaları yapıldı. Ve 1980 yılında 12 eylül darbesi geldi.
12 Eylül darbesinin Amerikan planı olduğu konusunda bugün neredeyse herkes ittifak halinde. Bazı Amerikalıların “Türkiye’de bizim çocuklar darbe yaptı” ifadeleri ortalıkta dolaştı. Bu konuda; “Mehmet Ali Birand 12 Eylül 04.00 kitabında, 12 Eylül Darbesi sırasında dönemin ABD Merkezi Haber alma Ajansı CIA Türkiye Masası İstasyon Şefi Paul Henze’in askerî müdahaleyi haber alırken haberi ulaştıran diplomatın [y]our boys have done it -- seninkiler yaptı/bizim çocuklar işi bitirdi anlamındaki konuşması, 12 Eylül Darbesi içinde ABD’nin rolü konusunda tartışmalara neden olmuştur. Henze’den sonra, Ankara’daki çocuklar başardı şeklindeki mesaj Başkan Jimmy Carter’a iletilmiştir. Paul Henze 2003 yılında bir Türk gazetesine verdiği demeçte Bizim çocuklar işi başardı sözlerinin Mehmet Ali Birand’ın uydurması olduğunu belirtmiş, ancak kısa bir süre sonra Birand 1997’de Henze ile yaptığı görüşmenin sesli ve görüntülü kayıtlarını yayınlayarak Henze’i yalanlamıştır”
Amerika darbeyi yapan Askeri yönetimi İran’la savaştırmak için uğraştı ama başaramadı. Nedense Askerler İran’la savaşmaya sıcak bakmadılar. Aksine İran ile Avrupa arasındaki E-5 karayolunu Avrupa’dan İran’a, İran’dan Avrupa’ya yük taşıyan araçlara açtılar. Aynı şeyi Turgut Özal başbakanlığı döneminde yaptı. Amerikan’ın isteklerine, “bölge dışındaki ülkeler bir gün giderler, ama bölgedeki ülkeler her zaman birbirine muhtaçtır” diyerek karşı çıktı. Bu çıkışlar anlamlıydı. Hakeza AKP hükümetinin de “Amerikan’ın Irak’a saldırısı için topraklarını izin vermemesi” aynıydı. Tabi bizler bunların arkasındaki gerçekleri tam bilemeyiz. İleride tarih bütün bunları ayrıntılarıyla yazar. Her nedenle olursa olsun, Türkiye Cumhuriyetindeki askerlerin, halkın Müslüman ülkelerle savaştırılmaması olumlu…
Türkiye’yi İran’la savaştıramayan Amerika, arkadaşı Rusya’nın nüfuz alanındaki Irak’ın lideri Saddam’ı kullandı. Kullanıldığını anlayan Saddam işin farkına varınca, Amerika’ya savaş açtı. Sonucu hepimiz biliyoruz.
İran devrimi Şia kökenli olmasına rağmen Sünni dünyasını etkiledi. Sünni dünyasında Kur’an-a dönüş hareketlerinin yanında, iktidarlara karşı da söylemlerde kesinleşmeye başladı. Durumdan rahatsız olan Amerika 80’li yıllarda “ılımlı İslam” dan söz etmeye başladı. Ilımlı İslam, yani batılıların Müslümanları soymasına ses çıkarmayan, Müslüman topraklarının soyulmasına, talan edilmesine karşı çıkmayan Müslüman inancı… Müslümanların kendi yönetimlerini oluşturulmasını düşünmeyen, batıya endeksli yaşam tarzını benimseyerek, İslam adına cumhuriyet, demokrasi, laiklik propagandası yapacak Müslüman. Kısaca bütün tevhidi kavramları bir kenara bırakmış, Allah’ın hükümlerinin yeryüzünde gerçekleşmesinden umudunu kaybetmiş, hatta Allah’ın hükümlerinin bu çağda geçmeyeceğine inanan, namazlı, niyazlı, muhafazakar Müslüman. Ülkelerinde batılıların istediği gibi hayat yaşamalarına izin veren… Ülkelerinde her türlü Allah’ın yasakladığı şeylerin yapılmasına ses çıkarmayan Müslüman. Kısaca “burası Müslümanların ülkesi, hey ne yapıyorsunuz” demeyecek Müslüman.
80’li yıllarda, Ortadoğu üzerinde Amerika’nın üç planı tartışmalarda öne çıkıyordu.
Birincisi, İsrail’i genişleterek, Irak, Suriye, Ürdün, Lübnan ve güney Anadolu’nun İsrail topraklarına katılması. Böylece İsrail’i güçlendirerek, Şia ve Sünni dünyadan gelecek emperyalizm karşıtı bağımsızlık hareketlerinin engellenmesi.
İkincisi; Kürt kökenli topluma, Türkiye’den, Irak’tan, Suriye’den ve İran’dan alacakları topraklarla, Ortadoğu’nun tam ortasında KÜRDİSTAN DEVLETİ’NİN kurulması.
Üçüncüsü “Ilımlı İslam” anlayışının Sünni toplumlara kabul ettirilmesi. Bunun için Türkiye Cumhuriyetine ciddi görevler verilmesi.
Büyük İsrail devletiyle alakalı süreç Amerika’nın pek işine gelmiyor. Zira batıdan aldığı desteklerle sürekli şımaran İsrailliler, işlerine gelmediğinde Amerika’ya karşı şantaja başvuruyorlar. Bu nedenle Amerika İsrail ile ilgili projesini rafa kaldırmış görünüyor. Böylece KÜRDİSTAN DEVLETİ’NİN kurulması ve Ilımlı İslam’ın Müslüman ülkelere hakim kılınması gündeme geliyor.
Olaylar bu şekilde yürürken, dünyada başka olaylar gerçekleşti. Rusya’ya 1985-1991 arası liderlik yapan, Gorbaçov’un perestroika (yeniden yapılanma) ve glasnost (açıklık) adını verdiği reform çalışmaları Soğuk Savaş’ı bitirdi. Ancak bu reformlar Sovyetler Birliği Komünist Partisinin ülkede politik üstünlüğünü kaybetmesine ve sonrasında da Sovyetler Birliği’nin dağılmasına neden oldu. Aslında zaten Amerika ile Rusya arasında bir soğuk savaş yoktu. Onlar soğuk savaşı Yalta Konferanslarındaki anlaşmalar çerçevesinde bilerek çıkarıyorlardı.
Amerika ve Rusya’nın Ortadoğu ülkeleri üzerindeki politikaları hep Müslüman ülkelerin kaybetmesine yönelikti. Mesela;1967 yılında, Rusların desteklediği Müslüman Araplar İsrail’e saldırdı. Amerikan desteğindeki İsrail, Arap ülkelerini perişan etti. 1971 yılında ise Amerikan destekli Pakistan, Rus destekli Hindistan’la savaştı. Pakistan yenildi. Buna benzer olaylar dünyada sürekli gerçekleşirken, ortaya bir gerçek çıktı. Müslüman ülkeler, Müslüman olmayanlarla savaşırsa, arkasında kimin desteği olursa olsun yeniliyorlar. Yani Müslümanları ne Amerikan’ın, ne de Rusya’nın desteklemesi bir şey ifade etmiyor.
Çin’deki Mao’nun sol devriminden sonra 1978 yılına kadar, Çin Amerikan karşıtı, komünizmi öne çıkaran bir politika uyguladı. Ancak 1978 yılından sonra Çin politikasını değiştirerek Amerika’ya yakınlaşmaya başladı. Çin’in bugünkü geldiği nokta ise, Kapitalizmi doruğunda uygulayarak, Avrupa, Amerika ve dünya ekonomisini altüst ediyor.
Rusya’daki, Çin’deki olaylar gösteriyor ki artık dünyaya kapitalizm hakim. Amerika kapitalizmin temsilcisi olarak tek başına kaldı. Avrupa, Çin, Rusya, eski doğu Avrupa ülkeleri, dağılan Rus devletleri ve Amerika bugün hızlı sanayi üretiminin sorunu olan pazar bulma sorunuyla uğraşıyorlar. Artık ne komünizmin, ne de kapitalizmin eski ideolojik kavgaları kalmadı. Şimdi bütün kavga, üretilen sanayi ürünlerine Pazar bulmak. Ortadoğu, Afrika ülkeleri sanayisi gelişmemiş ülkeler olarak, sanayisi gelişmiş ülkelerin iştahını kabartıyor. Ama gelişmemiş ülkelerde sanayi ürünlerini alacak tüketici yok. Batı dünyası, doğu dünyası bu tespiti yaptıktan sonra düğmeye bastı. Bir zamanlar Rus nüfuz alanında olan, Mısır, Libya, Tunus, Cezayir, Suriye, Yemen gibi ülkelerde Arap baharları estirerek, Amerikan nüfuz alanına geçirmek, toplumlardaki baskıları kaldırarak tam bir tüketim toplumu yaratmak için yola çıktılar. Mısır’da, Tunus’ta, Cezayir’de, Libya’da başarmış gibi görünüyorlar. Ancak Suriye bütün gücüyle direniyor. İran devriminden sonra, mezhebi kökenden dolayı Suriye İran’ın en büyük dostu olarak, İran’dan destek alıyor.
Sol kökenli Türkiye’de PKK, İran’da ve Irak’taki Pjak Kürt hareketi olarak Amerikan desteğini aldı. Irak’ta Saddam’ı devirerek başarıya ulaştılar. Türkiye, Suriye, İran üzerinde henüz kesinleşen bir başarıları olmadı.
Amerikan’ın iki politikası, KÜRDİSTAN DEVLETİ ve ILIMLI İSLAM düşüncesinin Ortadoğu’ya hakim olması uzun dönem Amerika tarafından birlikte yürütüldü. Bu süreçte AKP iktidarındaki Türkiye Cumhuriyeti’ne önemli değerler biçildi. Türkiye Cumhuriyetinin asker, aydın, bürokrat kesimindeki, İngiliz egemenliğine ses çıkarmayan, ülkedeki İngiliz şirketlerine, Avrupalı şirketlere ses çıkarmayan, sürekli Amerikan aleyhtarlığı yapan, askerler, aydınlar, bürokratlar susturuldu. Ülke Avrupa ekseninden tamamıyla Amerikan’ın oluşturmak istediği Ilımlı İslam eksenine girdi. KÜRDİSTAN hayali için savaşan PKK, Pjak Amerika tarafından sürekli desteklendi.
Ancak; Suriye krizi ortaya farklı bir tablo çıkardı. Suriye; Mısır, Libya, Tunus, Cezayir gibi kolay halledilemeyecekti. Rusya ile Çin, Amerikan’ın Ortadoğu’ya tek başına hakim olmasını istemiyor. İran ise, Amerikan politikalarına başından beri düşman. İşte tam bu noktada Ortadoğu politikaları sıkıştığında, anında bazı gelişmeleri yaşıyoruz. Gelişmeleri şöyle sıralayabiliriz.
- İsrail Türkiye Cumhuriyetinden Marmara baskını nedeniyle özür diliyor. Ölenler için tazminat ödemeyi kabul ediyor.
- Büyük İsrail davası arka plana itiliyor.
- İsrail’in bir zamanlar asla rıza göstermeyeceği Gazze gezisini Türkiye Cumhuriyeti başbakanının yapmasına imkan hazırlanıyor.
- PKK Türkiye cumhuriyetiyle ateşkese zorlanıyor.
- PJAK’IN İran dışındaki hareketleri engelleniyor.
- KÜRDİSTAN DEVLETİ ikinci plana itiliyor.
Neden?
Şu anda bu nedenlere cevap verecek yeterli bilgilere sahip değiliz. Ortadoğu’daki olayların bu hale gelişi, bugüne de bağlı değil. Ortadoğu üzerinde, Amerika, İngiltere, Fransa, Çin, Rusya nüfuz etkilerini artırmak için sürekli çaba sarf ediyorlar. İkinci dünya savaşının mağlubu Almanya ise hiç boş durmuyor. Avrupalıların önüne BÜYÜK AVRUPA DEVLETİ hayalini koyuyor. Ancak bir zamanların batmayan güneş İmparatorluğunu kuran İngiltere bu hayale pek katılmıyor. Başından beri ayrılıkçı politikalar üretip, Amerika’yla dostluk ilişkilerini sürdürüyor.
Şu an, dünyanın bütün çıkar güçlerinin Suriye üzerinde hedefleri var. Rusya kendi nüfuz alanındaki kalenin düşmesini istemiyor. İran mezhebi yakınlık ve dostluk duyduğu Suriye rejimini kaybetmek istemiyor. Türkiye Cumhuriyetinin bu günkü AKP iktidarı ise, Suriye rejimi karşıtı söylemleriyle, Sünni dünyada kendine bir yer arıyor. Ama ikilem içinde. Çünkü Amerika’nın ve Avrupa’nın İran’a karşı hareketlerinde hep İran’dan yana tavır aldı. Hala almaya da devam ediyor. İran’la uzun vadeli, siyasi, ekonomik anlaşmalar yaptı. Suriye’ye karşı girişeceği ciddi bir adımla İran’la ilişkilerini kaybedecek. AKP iktidarı İran’ı kaybetmesiyle kaybedeceği zararlar için, batıdan, Amerika’dan karşılık bekliyor.
Öyle geliyor ki, AKP iktidarı, Amerika’nın ılımlı İslam projesine fazla ümit bağlamış görünüyor. Ancak Amerika işine gelmediği anda herkesi Saddam gibi ortada bırakabilir.
Bütün bu açmazlar, üretilen çareler çerçevesinde önümüzdeki günlerde bazı olaylar doğuracaktır. Bunlar;
- Federatif Türkiye Cumhuriyeti, bünyesinde Suriye ve Türkiye’de bulunan Kürt kökenli toplumları bulundurarak yeni bir yapılanmaya girmek.
- Amerikan ve Avrupa’nın onayıyla, Suriye’ye savaş açarak Sünni dünyada liderliğe oynamak.
- Tam tersi bir politika uygulayarak, İran, Rusya, Çin ile yeniden yapılanmaya girerek, Amerikan’ın Ortadoğu politikalarına çomak sokmak.
Tabi bütün bunlar süreçte belli olacak şeyler. Ancak şu var ki. KÜRDİSTAN HAYALİNDEKİ Kürt toplumları Amerikan’ın sözünü tutuyor görünüyorlar. Gelecek ne gösterir bilinmez. Her zaman her şey tersyüz olabilir.
Ortadaki tek gerçek, Ortadoğu, eskiden beri dünyadaki bütün ülkeleri meşgul edecek gelişmelere sahip… Bugün Ortadoğu’da petrol olmasa bile, artık çağ tüketim sınıfı oluşturma çağı… Sanayide gelişmiş bütün ülkelerin amacı, ürünlerini pazarlayacak toplumlar bulmak.
Arap baharlarıyla estirilen rüzgarların İslam’la hiçbir ilgisi yok. Suriye’deki olayların arkasında da, Müslümanlar etken değil. Her yerde olduğu gibi Müslümanlar şimdilik Suriye’de de edilgen olarak olaylara karışıyorlar.
Çıkar savaşı ortasındaki Müslümanların, bir an önce Allah’ın ayetleri doğrultusunda olayları değerlendirmesi… Bilgiyle, bilinçle kendilerine gelmesi gerekiyor. Belki o zaman, Ortadoğu biraz olsun sakinleşecek ve barışı kucaklayacaktır.
Asıl olan Ortadoğu’nun geleceği üzerinde, dini, ırkı, ideoloji ne olursa olsun, bölgede yaşayan insanlar karar vermesidir. Ancak bugün böyle bir durum henüz ortada görünmüyor. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Amerika’ya gidip, “Suriye konusunu” konuşuyor. Halbuki asıl olan, Suriye konusu, ne Amerika, ne Rusya, ne de batılı ülkelerle konuşulmamalıdır. Ortadoğu’da yaşayan topluluklar, devletler, örgütler bir araya gelerek konuyu görüşmelidirler. Ancak o zaman soruna gerçekçi çözümler bulabilirler. Şimdi ise, herkes dayandığı güçlere göre esip gürlüyor. Olanlar halka, zorla savaştırılanlara oluyor.
Ortadoğu’daki olayların gelişimi, zamanı henüz belli değil ama, mutlaka Türkiye Cumhuriyeti de savaşın ortasına itilecektir. Zira hiçbir güçlü ülke, karşısında güçlenen ülke istememektedir.
Bu çerçeve tevhide inanan Müslümanlar olaylara karışmamaya özen göstermelidirler. Duygusal motiflerle olaylara karıştığımızda, altından çıkanları, çıkacakları göremeyiz. Tarihin tecrübesi şudur ki, “sıcak olayların arkasında mutlaka soğukkanlılıkla karşılanacak sırlar olabilir” Allah hiç kimseyi çaresiz bırakmasın. Zira Müslümanlarla Müslümanların savaşı Müslümanları çaresiz bırakabilir. Çünkü böyle bir durumda savaşmakla, savaşmamak arasında fark kalmaz. En tehlikeli şey, ölmemek için öldürmeye bilenmektir.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.