- 892 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
BABAMDAN BANA KALAN ÜÇ HATIRA
* Henüz dört beş yaşlarındaydım. Küçük mü küçük cılız mı bir çocuktum. Bin dokuz yüz yetmiş dört tarihi soğuk bir kış günüydü. Her şey soğuktan donuyordu. Ağaçlar, sular, toprak ve hava donuyordu. Soluduğunuz nefes havada donuyordu. İnsanlar dışarı çıkamıyorlardı. Hele biz çocukların dışarı çıkıp karla oynaması imkânsızdı. Biz çocukların bu beyaz dünyada oynamaya hakkı yok muydu? Kardan adam yapmaya kartopu oynamaya hakkı yok muydu? Tipi fırtına buna hiç müsaade eder miydi?
Dışarı çıktığımda kar beni yutuyordu. Şiddetli fırtına esiyor, kar kürtükleri adam boyu olmuştu. Kara yapılı evimizin, kapıya bakan merdiven ve tahtaları rüzgâr eşliğinde ıslık çalarak müzik dersi veriyordu. Kar, kara damın tavanında metreleri bulmuştu. Bu karı sıyırgıyla kim sıyıracaktı? Allah korusun, karın ağırlığı evin çoraklı damını aşağı indirebilirdi.
Hastalandığımı bu güne dek hatırlamıyorum. Çocuktum ama mutluydum. Fakirdik ama gönlümüz zengindi. Köyümde çocukluğumun ilk yıllarında ilk hastalandığımı hatırladığım andı bu an. Bu anı unutamam.
Kerpiç duvarlı, kireç badanalı ve demir pencereli evimizin ortasına koca bir yatak serildi. Yerde ise bir kıl çul seriliydi. Banyo mutfak aynı odadaydı. Tahtalının altında banyo yeri vardı. Tahtalar kaldırılır, orada banyo yapılır, banyodan sonra tahtalar tekrar dizilir, üzerine çul örtülür, minderler konur ve yastıklar dizilirdi.
Koca evimizde bir tane odun sobası vardı. Yanı başımda, kızıl odunlarla yanan dev bir soba vardı. Bu yanan soba evimizi fırına döndürmüştü. Kışın ortasında odununuz bittiyse işiniz gerçekten kötüydü. Dağdan odun getirmek imkânsızdı. Bu yüzden yiyecek, giyecek ve odun gibi ihtiyaçların sıcak aylarda hazırlanması gerekiyordu. Yoksa haliniz duman olurdu…
Ben hastalanmıştım kışın ortasında. Hem de feci bir şekilde. Ateşim çok yüksekti. Üşüyordum ve tir tir titriyordum. Yana sobanın dibinde bile üşüyordum. Sobanın ısısı bana hayretmiyordu. Ev fırın gibi sıcaktı ama ben yine de üşüyordum. Yere serilen yatağım zaten sobanın dibindeydi.
İlaç yoktu. Doktor yoktu. İlçeye gitmek için para ve araba da yoktu. Doktora gidip muayene olmam neredeyse imkânsızdı. Benim gibi yüksek ateşi olanı, hemen doktora götürmezlerdi. Konu komşu gelir; okur, karınızı ovardı. Kuşburnu suyu içirirler. Hoşaf içirirler yoğurt yedirirlerdi. Her gelen komşu “Şunu şunu yerse iyi olur.” der ve tavsiyelerini bir bir sıralarlardı. Yine komşular:
“Birazdan ateşi geçer ve iyi olur.” derlerdi.
Diğer komşular gelir ve:
“Çocuğun nesi var?
Annem ve babam:
“Çocuğun ateşi çok yüksek.” derlerdi.
Komşular da:
“Korkmayın ve telaşlanmayın, çocuğun ateşi geçer.” derlerdi.
İçlerinden biri:
“Bu çocuğu, hemen doktora götürün.” demezdi.
Soyha yokluk vardı. Vasıta yoktu. Ulaşım yoktu ilçeye. Bu karda, kışta ilçeye doktora götürmek zaten imkânsızdı.
Babam, yanıma geldi. Beni okşadı ve sevdi. Onun kokusu sardı bedenimin her yerini. Beni kucakladıkça kucakladı ve sevdikçe sevdi. Belki de yakında öleceği içine doğmuştu. Bütün sevgisini bu anda kalbime akıtmak istiyordu. Ruhunun güzelliklerini bedenime veriyordu. Sevgi aşısı yapıyordu damarlarıma. Ben ölsem de ruhum seninle diyordu ufacık yavrusuna. Babam benim canımdı, sevgisine doyamadığım bedenimdi.
Babam bana:
“Oğlum ne istiyorsun?” dedi. Ne istediğimi sordu. Ben de cayır cayır yanan ateşim arasında, dudaklarımı zor kımıldatarak:
“Babacığım! Bisküvi istiyorum.” dedim. Bisküvi en sevdiğimiz yiyecekti çocukluğumuzda. Arayıp da bulmadığımız yiyecekti. Dudağımdaki kelimeler, çıkmakta adeta zorlanıyordu. Babam yerinden kalktı. Hemen köyümüzde bulunan bakkala koşarak gitti. İstediğim bisküvileri, bir kuş hızıyla aldı ve getirdi. Bisküvileri, yastığımın yanı başına bir kule gibi yığdı. Ara sıra bisküvi alıp yiyordum. Bir yudum da sudan alıyordu. Gözlerimi, babamın gözlerinden ayırmıyordum. Her bisküvi yememden sonra susayınca da ağzıma bir damla su alıp içiyordum. Şimdiye dek yediğim en tatlı ve güzel bisküviler, o bisküvilerdi. Bu yediğim bisküviler dünyanın en tatlı yitecekleriydi benim gözümde. Anadolu’nun Bozkırında benim yaşadıklarım bütün çocukların yansıması ve bir aynasıdır. Doktor görmeden iyi olmak Bozkırın çocuklarının kaderiydi.
* İlkbahar günüydü. Hava kapalıydı. Ara sıra yağmur yağıyordu. Mart ayın sonu Nisan ayının başlarıydı. Hava bir açıp bir kapıyordu. Soğuklar henüz tam geçmiş değildi. Acı yel ile soğuk yüzünü ara sıra göstermekten çekinmiyordu. Ben konuşulanlara kulak misafiri oluyordum.
Yusuf dedem:
“Oğlum Sato doktora gidecek, ilçeye bizleri götürmek için acil bir motor (traktör) bulun.” dedi. Köyde araba olarak; taksi, minibüs vb. yoktu. Traktör bile yoktu. Komşu köyden rastgele bir traktör geldiyse onunla gönderilecekti hasta babam.
Evimizin karşı mahallesini çamur tutmazdı. Orası kis topraktı. Bize göre, orası öte geçeydi. Komşu köyden bir traktör köyümüzde bulunuyordu. O traktör ayarlandı. Köylüler ve yakın komşular evimize geldiler. Evimizde bulunan, yün yatak ve yorganı kucaklayarak traktöre kadar taşıdılar. Babamı da iki kişi omuzlarına girerek dereden geçirdiler öte geçeye doğru hızla ilerlediler. Babımı traktöre kadar incitmeden taşıdılar.
Ben, onların peşlerinden gidiyordum. Ufacık adımlarımla onları takip ederek, onlara yetişmeye çalışıyordum. Babamın omzuna giren iki kişi hiç bırakmamıştı. Babam, yürüyen bir ölü gibi iki kişinin yardımıyla ancak yola gidebiliyordu. Hastalık onu iyice yiyip bitirmişti. Babam kanserdi. Çaresiz bir hastalığın pençesine tutulmuştu. Ağzından ve burnundan kan geliyordu. Gözleri göz çukurunda kayboluyordu. Halsizdi bitkindi. Sanki bir an öce nefesimi teslim edeyim dercesine bitkindi. Onun gözleri arkasına bıraktı evlatlarınaydı. Bir de yaşlı anne babası ve genç yaştaki çileli eşiydi onun endişesi…
Babama: “Amca bu ufacık çocuk, peşimizden gelmesin.” dediler.
Babam da:
“Bırakın onu motorun (traktör) yanına kadar gelip, bizi takip etsin.” dedi. Babamın bu konuştuklarını duymam, benim için söylediği son sözleriydi. Öleceği içine doğmuştu. Beni ne kadar görse o kadar iyi diye düşünüyordu. Bu yüzden peşlerinden gelmeme müsaade etmişti.
Babamı hastaneye götüren traktör, cami tarafından ilçeye doğru giderken, ben de bir çocuk masumiyetiyle arkasından bakakalıyordum. O benden uzaklaşıyordu. Doyamadığım babam benden uzaklaşıyordu. Ben çocukken o hep gurbette kalmıştı. Bizi geçindirmek için çalışmış çabalamıştı. Zaten yüzünü çok az görmüştüm. Şimdi ise elimden kayıp gidiyordu canım babam. Sevgisine doyamadığım babam. Parklarda, dağlarda, bağlarda, bahçelerde, özlerde, derelerde, köylerde, kasabalarda şehirlerde kendisiyle dolaşamadığım canım babam…
* Babamın adı Satılmış idi. Köyde ona Sato derlerdi. Babam; orta boylu zayıftı. Ela gözlü, siyah kaşlıydı. Saçları gürdü ve simsiyahtı. Henüz gençliğinin baharındaydı.
Babam, birkaç gün hastanede yattıktan sonra köye getirilmişti. Geldiğinde konuşamıyordu. Sanki ağzı ve dili alınmıştı.
Doktorlar babam için:
“Hastanızı alıp köyünüze götürün, ölümü çok yakındır. Anne babasının, eşinin, çocuklarının ve sevdiklerinin yanında son nefesini versin. Eş dostla helalleşsin” demişti. Doktorun bu sözünden sonra dedem Hacı Yusuf, babamı alıp köye getirmişti.
Komşuların şöyle dediklerini hatırlıyorum:
“Sato’nun ve ağzı, dili alınmış, konuşamıyor; İnsanlara pel pel bakıyor.” diyorlardı.
Traktörle ilçe giden babam, birkaç gün sonra bir ciple evimize dönmüştü. Mevsim bahardı. Hastaneye yürüyerek giden babam yatarak gelmişti. Babam artık ayağa kalkamıyor, yürüyemiyor ve konuşamıyordu. Ancak işaretlerle iletişim kurabiliyordu.
Yanına beş tane yavrusunu, dedemi, ebemi ve annemi çağırarak:
“Bu yavrularımı önce Allah’a, sonra sizlere emanet ediyorum.” der gibi işaretler yapıyordu.
Yanında bulunan yakınları, onun bu durumuna içten içe ağlıyorlar ve üzülüyorlardı. Hastanın yakınları ve köylüler, hastanın bu durumuna müdahil olamıyorlar; müdahil olsalar bile ellerinden bir şey gelmiyordu. Bu durumda, kadere ve takdiri ilahiye teslim olmaktan başka çare yoktu…
Evimizde babam, hasta olarak yatmaya bir müddet böyle devam etti. Babamın hastalığı daha da ağırlaşınca, onu evimizin yakınında bulunan büyük odaya taşıdılar.
Benim bir evlat olarak, babamdan hatırladığım bu üç olay vardı. Bir de babamın ölüm günü. İnşallah onu başka bir öykümde dile getireceğim. Bu üç hatıramdan ve babamın ölüm gününden başka ne bir şey biliyor ve ne de bir şey hatırlıyordum. Bu benim kaderimdi. Bu benim kaderimdi. Bu benim kaderimdi…
22.10.2007
Akdağmadeni