- 505 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Ruhunu Çağırıyordum
“İyi biri...” desinler bana. Ben orada değilken dolu dolu esmeli varlığım üzerlerinde. Silip süpürmeli bütün tozları, yalanı, riyayı. O cümleden sonra oradaki herkesin zihnine değişik bir kesitim düşmeli, gökkuşağının renkleri gibi. Kek yaparken mutfakta, görüneyim birine. Diğerine, tutarken sıkı sıkı kalbini ellerimde... Sonra başka birine, çatır çatır savunurken hakkını ondan da büyük bir şevkle adaletsizlere karşı... Yerine göre hem kırılgan bir dal hem yıkılmaz bir dağ olabildiğimi gösteren resimler uçuşup dursun, her şeye değip geçerek.
O zaman hissederim tenimde, bir yerlerde dönüştüğüm rüzgârı. Unuttuğum o yansımamı görürüm her şeyde. Onlara baktıkça kendimi hatırlar, kıyılarıma yaklaşırım.
Bu unutkanlık hali değil mi bizi sağa sola savurup duran zaten? Mesela az önceki o halim... o yaprak misali savruluşlardan biri değil miydi? Düpedüz bocaladım, bir duvara tosladım sanki. Tutunacak bir dal aradım, zihnimde saklı bende. “Bir şeyler fısılda bana...” dedim “beni bana yeniden hatırlatacak...” Ama tek bir ipucu vermedi; dudaklarına o mağrur ifadeyi veren görüntü hakkında, geçmişe dair.
Bir yok sayan bakış, bir hoyrat gülüş yetti de arttı beni kıyılarımdan çok ötelere savurmaya. Bağışıklık kazanamadığım bir mikrop gibi ele geçirdi bir anda ruhumu, bedenimi. Zihnimdeki sayfaları çevirdim bir bir... Toz kokan anılar arasında birden minicik bir rüzgâr belirsin diye bekledim. Saklı kaldığı o yerden kurtulup ta oralardan üfürsün nefesini... Aşina hale getirsin dönüştüğüm o yabancı kadını. Yadırgadığım, beni darmaduman eden o şeye karşı güçlü bir aşı olsun.
Kitabevinde görevli o gencin duvarlarına fena çarpmıştım. Bir türlü kendime gelemiyordum. O genç ne bulmuştu da bende, o duvarları dikmişti birden önüme?.. Mesela benim yerimde nasıl biri olsaydı açardı kapılarını yüzünün?.. Onu bin bir ifadeye boğar, konuşturmaya başlardı?.. Bendeki hangi parça onu bu buz yüzlü adama çevirmişti? Sorup duruyordum kendime.
Renklerimi yitirmiştim sanki. Boş bir aynaya dönmüştüm. Psikoloji kitaplarının yerini sormuştum topu topu. Bende gördüğü o hoşlanmadığı şey her neyse, ona bu şekilde davranma hakkını vermezdi.
O gencin yüzüme bile bakmadan yer hakkında bir fikri olmadığını belirten sözlerinin ardından tek isteğim onun bulunmadığı bir yere kaçabilmekti. Ama tek bir kitaba bile bakmadan çıkıp gidersem nefret ettiğim o buzları bile aratacak kadar güçlü bir şaşkınlık ifadesi gelip yerleşebilirdi yüzüne. Böylesi kibirli biri içinse şaşkınlıkla küçümseme aynı anlama gelirdi.
“Kibirli biri” diye tekrarladım yüksek sesle. Bu yargıya vardığım ilk an’ı hatırladım birden... Kapanan kapıların, duvarların anlamına vardım. Ben daha kitabevinin kapısından girer girmez söylememiş miydim bunu kendime? Kapıları ilk ben kapatıp, yüzümü duvara çevirmemiş miydim? Daha göz göze bile gelmemiştik oysa... Aramızda tek kelime geçmemişti. Ama her nasılsa hemen anlamıştım onun da ’o burnu havadalar’dan olduğunu... İşin en tuhafı da hala yargımın isabeti hakkında en küçük kuşkum yoktu. Çünkü bu, bilinçten çok sezgiyle alakalı bir şeydi. Kokusunu alıyordun sanki... Daha zihnini devreye sokmadan, derinlerinde çoktan son noktayı koyuyordun.
O genç muhtemelen hemen sezmişti ona duyduğum o nahoş hissi. Kibri daha da beter artmış, son haddine varan her kibrin uğradığı o kaçınılmaz dönüşümü geçirip yok saymaya evrilmişti. Yaşamının bir yerinde kalın bir sınır çizgisiyle kendi dünyasının dışında bıraktığı bazı şeyler vardı sanki... Şimdi de onlardan biriyle karşı karşıya gelmiş, o çizgiyi hatırlamıştı yeniden. Panik halinde birkaç adım geriye kaçmıştı.
Çok mu tuhaf geliyordu ona, bakışlarım yoksa? Dünyasına aldıklarında olmayan rahatsız edici, fazla kurcalayan bir ifadeleri mi vardı? Şöyle bir değip geçen bakışlardan olmaması mı mıydı sorun?.. Kalbe dokunması mı?
Belki de öyle çok alışmıştı ki kendi haline bırakılmasına duygularının, sadece görüntüsüyle var olmaya... Şimdi içini görmeye çalışır gibi bakan bu gözler çoktandır unuttuğu bir duyguyu yeniden harekete geçirmişti. Cilasından sıyrılıveren tahta bir masa gibi çırılçıplak kalıvermişti birden... Pürtükler, kıymıklar belirmişti yüzeyinde. Şimdi de apar topar örtünmeye çalışıyor, o çıplaklık anlarında gözlerinde beliriveren ruhunu zorla tıkıştırmaya çalışıyordu en derinlerine. İşte ruhuyla arasındaki bu mücadelenin yansımasıydı belki de benim onda kibir olarak gördüğüm şey. O ruhun birkaç saniye için de olsa yaşadığı sınırsız özgürlükten sarhoş olup başının dönmesi ve artık geri dönmek istememesiydi o karanlık, ıssız yere.
Ben onun ruhunu çağırıyordum. Görüntüsüyle var olmanın yetmeyeceği bir dünyanın eşiğinde, ona çok eskilerdeki bir fotoğrafını hatırlatıyordum belki. Güneşin yüzünü usul usul okşadığı küçük bir çocukken daha... Üstünde solmuş, sade bir tişört... Ama gülüşü güneşle yarışacak kadar parlak, gösterişli... Tüm görünümleri silip götürecek kadar...
Ruhunu Çağırıyordum Yazısına Yorum Yap
"Ruhunu Çağırıyordum" başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.