- 420 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kurtuluşun Felsefesi
Bu yazım, Kurtuluş Savaşı Öncesi Sırası Sonrası Durumlar isimli; ’Kurtuluşun Felsefesi’ yazı dizimin içindeki bir bölümdür.
Kurtuluşun felsefesini, sadece bir bağımsızlık savaşı olacakla anlamak ve algılatmak, ancak cahil bir aydın zavallılığıdır.
Kurtuluş savaşı acil bir durum oluşla öne çıkıp düşman işgalinin herkeste yarattığı infiali seslenilme düzlemine hitap eden bir ortak konsensüstü durum olma nedeniyle; hemen yanında bir ikinci asıl meselede saltanata karşı verilecek olan egemenlik savaşıydı. Bağımsızlık savaşı, saltanata karşı mücadelenin hem kendisiydi; hem kıvılcımı oluşla, gecikmiş bir tarihsel zorunluluğu, bu fırsat duruma; bilinçli bir denk düşürmeydi.
Saltanata karşı verilecek egemenlik savaşı fikri ve siyasi oluşumu 19 yüz yıl da zaten Osmanlı içinde oluşmuştu. Bu oluşum, yayılabileceği kadar aydın ve etkin çevre içine yayılan bir sınırlılık olmaktan öte, gidememişti.
Bu oluşumun sınırlı ve akim kalması tarihsel süreç bağlamında vakti gelmiş bir süreç olmamasından kaynaklı haksız oluşundan ötürü değildi. Aksine, Osmanlı halk kitlelerinin; güncel dünya akışıyla beraber güncel sürece şekil veren ve güncel süreci belirleme meşruti muktedirlikten yoksun oluşuyla, halkın sürece uzak olmasından doğan büyük bir sorundu.
Osmanlı halk kitlelerinin ezici çoğunluğu, toplumsal hayatı düzenlemeye ne katılımcıydı ne de istekliydi. Halk güncel toplumsa hayatı düzenlemeye katılımda bir meşruti etki olmanın bihaberinde oluşla emsallerine göre hani neredeyse dünyada müstesnaydı. Ve geniş halk kitleleri bunu anlamaktan çok çok uzaktı. Halk egemenliğini halka anlatacak bir tek seslenme düzeyi vardı. Bu düzey de, dinsel mantığın söylemiydi.
Dinsel mantığın kendisi, ittifak dönemlerden beri mutlağın alanını oluştura oluştura, mutlak bir yönetimi ortaya koymuştu. Mutlak yönetimler süreç içinde az çok gevşemeler yapsa da dinsel mantık feodal düzenle, iyice bir iç içe olup, mutlağın alanı içinde olmayı; özellikle İslamla ve Hiristiyanlıkla yeniden ve yeniden bir güzel işlemişti.
Dinsel mantığı kullanan çevreler de, bu mantığı ezberlemekle; halk egemenliği kavramını anlamaktan hayli uzak olunca, Osmanlı ahalisinde bu sorun hani neredeyse bir çıkmazdaydı. Dünya 1789 hareketi ile insanlık kültür mirası içindeki mutlaktı yönetim alanında az çok gevşeme yapan düşünme dalga salınımlarını büyütüşle, mutlağın alanına girmeyi başardı.
İnsanlık kültürü, mutlak yönetimler içinde; az az meşruti yönetim nişlerini de ortaya koydular. Böylece meşruti yönetimlerle, mutlağın alanına girilip; insanın pozitif bilimsel aklıda süreçte egemenleşmeye başladı.
Dini anlama ve dini mantıklı kültür, mutlak bir egemenci feodal kültürdü. Dünya bu alanda, meşruti mücadelelerini oturtmuşken; Osmanlı 19 yüz yılın üçüncü çeyreğine değin hala, mutlak bir tanrı gölgesi olan “Ulul emre itaatti” ilkelerle, halife sultan olan; padişahlarca yönetilecekti.
1516-1517 yılları arasında halifeliğin Osmanlıya geçmesi mücbir ekonomik ve siyasi sebeplerle oldukça yararlı bir amaçlamaydı. Hilafet o günler için imparatorluk ülkülerine de çok uygun bir sosyal nedensellikti.
İmparatorluklar döneminin, hani neredeyse sondan bir önceki demi olan, süper nova görünümlü patlamaları, Haçlı din savaşları ile kutsal ittifaklı imparatorlukları kurucu dönemler; sosyal dilli, dini söylemli kontrolleriyle hem başarılı olmuştu, hem kendi sonunu hazırlayan bir tarihsel kaçınılmazlığa doğru olucu gidişattı.
O dönemler hala sosyal totemi nedensellikleri, toplumsal nedenselerin yerine konmasının yeğlenmesi içinde oluşla, sosyal elci söylemler sahte ve yanıltan bir totemi toplumsa söylemler olmuştu. Bu nedenle bu dönemler toplumda dinsel mantıklı, ajitenin kullanıldığı dönemlerdi.
Bir tarihsel dönemin hareketi, ne olursa olsun; doğmuş olanla ve doğmakta olanın kavgasından başka bir şey de değildir. Hristiyanlık ve İslam bir feodal kültür içinde doğmakla 18. yüz yıla kadar olan egemeni imparatorluk kurma misyonlarını tamamlamışlardı. Bu iki moneteist din de, doğmakta olandan ötürü ya kendilerini değişip dönüşeceklerdi; ya da kendi sonlarına boyun eğeceklerdi.
Olan her şey, olumlu ve olumsuz yanlarını bir arada taşırdı. Söz gelimi bir ilahiyatçı olan Luther yeni olan Alman burjuvaziliğinin ideoloji kuramcılığını yapıyordu. Yani Protestan din eylemleri ve din savaşları hareketçisi olan Luther, bir burjuva ideoloğudur. Luther güncelin siyaseti ile 1525 Protestan köylü ayaklanmasında BURJUVAZİYE karşı FEODALLERİN yanında savaştı. Çünkü bir burjuva öğretisi olan serbest pazar ilkesine karşı oluşla feodallerle iş birliği içindeydi.
Söz gelimi 1618-1648 Otuz yıl din savaşının da bu bağlamda içeriklerinin olduğu görülmelidir. İşte Halifeliğin Osmanlı’ya geçmesiyle halifeliğin olumlu olan yanları kadarla halifelik olumsuz yanlarını da Osmanlı’ya taşımıştı. Bu taşınma ile sözgelimi Padişahlar “Allah’ın yeryüzündeki gölgesiydiler”. Başta bu sosyal birleştirici söylem ve ittifakı anlaşma olan eylemsellik; imparatorluk ülküsüne ideolojik bağlamda oldukça katkılı olmuştu.
Emirül müminin olan padişahların yönetme gücü, Yüce Tanrıdan meşruiyetliydi. Yanlış bilmiyor isem Topkapı Sarayı, girişi kapısında da, "Padişahlar, Allah’ın yeryüzünde olan gölgeleri olma" meseleleri yazılıydı.
Bin yıllarca hayatının her alanını dine göre ayarlamış Osmanlı ahalisine siz, her konuyu; dini düzlemde seslenmek ve algılatmak zorundaydınız. Savaşa gitmesini de; matbaayı, ilacı kullanmasınıda, vergi vermesini de, evlenmesini de vs. her şeyi dini bazda açıklamak zorundaydınız. nedensel bilmeleri gerekmiyordu. Dini olucu bilsinler yeterdi.
Osmanlı halkı bunun dışında bir hitap düzlemine açık değildi. Başka tür her bir söylemlerin alan kapsamı, Osmanlı ahalisine “muzır düşünce” oluşla kapalıydı. Bir tanrı adından bahsediliyor gibi padişah adını “destur” demeden ağzına dahi alamazdı. Öğreti ve erdemleri bunu gerektiriyordu. Yararlı bir kul olma, böyle ortaya konuyordu.
Bin yılların ezilmişliğinde ya da mutluluğunda; böyle koşullanmış sosyal yapının üzerindeki bu yöneten, buyuran ve bu buyruklara göre kendisini düzenleyen kuldan (tebaadan) baskıyı kaldırırsanız eğer; ahali ne yapacağını bilemez.
İşte davul zurna eşliğinde var olan ve malumun ilanı olan “saltanata karşı egemenlik savaşı” bağımsızlık savaşıyla birlikte gölge harekât olarak başlamıştı. Önceden süreçsel bir birikim olan bu karşı oluş adımlarını bağımsızlık savaşı eşliğinde, böylesi bir kurtuluşçu geleceğe doğru kademini sağlam atmıştı.
Bu uğurda saltanata karşı oluşun atılan adımlardan biri olan meclisin açılmış olmasını bir yana bırakın; daha 1919 Yılında Sevgili Gazi Sivas’ta iken Sivas kongre sonrasında Heyeti Temsiliye tavassutlu “İradeyi Milliye” “millet iradesi” diye bir gazete çıkarılması kararını, kongre almıştı. Bu şifre mutlağın alanına sokulmanın, mutlağın alanına duhul edilecek olmanın, bilinci ve her bir diğer bilinçlere de dolaylı ve zımni seslenmenin kararıydı.
Evet, bu isim tesadüfi bir isim olmayıp hem bağımsızlık felsefesine, hem de saltanata karşı oluşan halk iradesi egemenliğine gönderme yapan çabalı gayretin, mücadeleci yol haritasıydı. Bu isim, kadro farkında olsa da, olmasa da; malumun ilanı oluşla, açık açık bir mesajdı. Öyle ki bu mesaj dahi, çoğunluk dünyasınca kavranamıyordu.
Bunun teşvikkârı ve açılımı Mustafa Kemal’deydi. Hadi diyelim ki bu mesaj anlaşılamadı. Daha sonraki adımlardan bunu çıkarmamak için kör olmak lazımdı. Bu sadece bağımsızlık savaşının iradesi olmayıp, saltanata karşı millet iradesini ortaya koyan TBMM’nin açılması işi de o zamanlar ortamına, malumu ilan etmekti.
Millet iradesi; “iradeyi Milliye”, ismi kavramı içinde; “milletin kendi azim ve kararı, milletin kendi kurtuluşu olacaktır” deyişle; vatanın ekonomik, siyasi ve fiili kurtarılma azmi, ulusun yönetimsel azmi oluşla; demokrasi, hukuk, yasama, yürütme, yargı gibi erkler ayrılığı işlerliğini tüm kurum ve kuralları olan prensiplerinin o gün şartlarında hakkıyla olmasa da ilke ve esas oluşla temelleri atılacaktı.
Esasen bunları tüm kurum ve kurallarıyla kurucu felsefede beklemek tam bir yanılgı ve insafsızlık olurdu. Çünkü demokrasi gibi bir araç; girişen, yeni yeni olan sosyo-toplumsa bağıntılara göre ortaya konurdu. Güncel girişen sosyo-toplumsa bağıntılarınız yoksa ve kurumlaşmamışsa, bunları nasıl demokratikçe düzenle ihya ederdiniz.
Hele genel çoğunluk olacakla; Allah’ın gölgesindeki hazır reçeteli direktiflerle yönlenmeye alışmış; padişahsız edemeyen bir yapıya; demokrasiyi kazandırma, bu yapıya demokrasiyi teslim edip, sahiplenmesini beklemek; o günden bugüne olan sosyal tarihsel oluşan hareketler içinde bu olmazlıkları çıkarmanız çok ta zor olmasa gerektir.
Daha sonra İradeyi Milliye pekişmesini bir kez daha vurgulamak için 1922 yılında ‘Hâkimiyeti Milliye’ de denen; ‘Milletin egemenliği’ sözü, Cumhuriyetin ilanından önce bir kez daha gazete adı oluşla dile getirilip; bilinçse hazırlık ve bilinçsel dönüşümlerine gayret edildi. Egemenliğin ulusun olma mesajı da gerektiği kadarla verilmiş oldu.
Yukarıdan da söylediğim gibi: “Kurtuluşun felsefesini sadece bir bağımsızlık savaşı olacakla anlamak ve böylece algılatmak, ancak cahil bir aydın zavallılığıdır”. İşte bunun kodlarını kurtuluşun düşüncesi hareketleri içinde adım adım okumak ve somutça görmek; çok çok olasıdır.
Kurtuluşun ana felsefesindeki akıl, yolun kodlarını yürüme zemini üzerine bir bir döşemişti. Bundandır ki bir gazete isimleri de mücadele içinde rast gele ağızdan çıkan bir söylem değildiler. İradeyi Millet ve Hakimiyeti millet gibi isimler kongre üyelerine ya da halka ruh okşayıcı gelmiş olabilirdi.
Ama hiç kuşku yok ki bu kavramlar Mustafa Kemal’in ve kimi arkadaşlarının kafasında dönüşümsel fırtınalar kopartıyordu. İradeyi Milletin herkese görünür açık yüzü, işgale direnmek ve bağımsızlık hareketi iken; genel gidişat olan bağımsızlığın paralelindeki gebeliğin ulusal egemenlik formasyonu, birincisi gibi asıl olandı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.