- 651 Okunma
- 4 Yorum
- 1 Beğeni
Peksimet Kırıntısı
Tıkırtı bir süredir devam ediyor olmalıydı. Sonunda dayanamayıp gözümü açtım. Lenny’nin üzerine battaniye serip, kendine yatak yaptığı konserve sandıklarının dibinde dolaşıyordu. Karanlıkta sadece siluetini seçebiliyordum. Hem yeni aydı, hem de Aralık’tan bekleyeceğiniz bulutlar vardı. Sandığın kenarlarında aradığı kırıntıları bulamamış olacak ki, köşeye yığılı, boş çuvalların arasında dolaşmaya başladı. Tıkırtı hışırtıya dönüştüğünde uykum iyiden iyiye kaçmıştı. Karanlığa alışan gözlerim sayesinde detaylarını seçmeye başlamıştım. İriceydi. Kuyruğu daha önce görmeye alıştıklarımız gibi tamamen çıplak değil, ince tüylerle kaplıydı. Hani yavruyken yakalasanız bir süre beslemeyi düşüneceğiz türdendi. Çuvallar da onu hayal kırıklığına uğratmış, dişe dokunur bir şey sunmamışlardı. Sabahtan kalma peksimetten vermeyi düşündüm ama gece nöbet sonrası, uzanmadan önce onu kemirip bitirdiğimi hatırladım. Bu gecelik bahtı açık değildi ama bunun yarını da vardı. En azından gördüğü fareleri kasaturasına dizmeyi seven Jeremy civarda yoktu. Onun sayesinde barınak fareden arınmış, bir derece daha yaşanır hale gelmişti. On gün önce yaralanıp, hastane gemisine taşınmasından sonra bu gördüğüm ilk fareydi.
Yatakta doğruldum. Kaputumla yatmış olmama rağmen titremeye başladım. Üzerime battaniye ile birlikte çektiğim pelerinime sarıldım. Pelerinden peksimetin kırıntıları yere döküldü; fare de bu durumda kayıtsız kalamadı. Koşarak hala ayağımdan çıkarmadığım çizmelerimin arasına girdi ve dökülenleri toparlamaya koyuldu. Lenny burada olsa “Bari yatarken şunları çıkar” derdi, “kan dolaşımını engelliyorsun”. Haklıydı belki ama yatarken o kadar bitkindim ki aklıma bile gelmedi. İçimden Lenny’den özür diledim. Sahi o neredeydi?
Belki makineli tüfeğin başındaydı, belki de siperlerin arasında devriyeydi . Genelde onun nöbet saatlerini bilirdim ama bir süredir her şey birbirine girmişti. Giderek azalıyorduk. Çarpışmaların, dolayısıyla kayıpların en yoğun olduğu Ağustos ayında bile böylesine adam kaybetmemiştik. Artık hastalananlar sahildeki sahra hastanesine değil, kıyıda bekleyen hastane gemilerine taşınıyor, bir daha da dönmüyorlardı. Yerlerine gelenler de yoktu. Nöbetler önce azar azar, sonra gemi azıya almış şekilde artmıştı. Lenny her yerde olabilirdi.
Kalktım. Ben ayaklanınca fare ürküp Lenny’nin yatağına doğru kaçtı, tahtaların arasına girip kayboldu. Barınakta kimse yoktu. Etrafıma baktım, genel bir düzensizlik beni rahatsız etti. Cephedeydik ama yine de her şeyin belirli bir düzeni olurdu. Örneğin Rufford mektuplarını her akşam yeniden gözden geçirir, deri çantasına yerleştirirdi. Nigel’ın ağız mızıkası duvarda asılıydı. “Vurulduğumda üzerimde olmasın” derdi, “Birileri benim yerime çalsın.” Gaz maskeleri dizilir, pelerinler asılırdı. Nigel’ın mızıkası duvardaki yerinde yoktu. Rufford’un çantasını sakladığı köşeye ise paçavralar saçılmıştı. Gaz maskeleri yerlerinde ama dağınıktılar. Elim tüfeğime gitti: Soğukta buzlaşmış namlusu neredeyse derime yapışıyordu.
Barınaktan çıktım. Siper boyunca kimseyi göremedim. Zaten az ileride köşe yapıyor, görüşümü engelliyordu. Zemindeki kalasları sökmüşlerdi. Başka mevsim olsa çamura batardım ama şimdi donmuş toprak üzerinde, biraz da ses çıkararak yürüyordum. Süngü takıp takmamayı düşündüm ama siperlerde böyle dolaşamazdım; vazgeçtim. Lenny’nin nöbette olacağını düşündüğüm makineli tüfek yuvasına gittim. Köşeyi dönmeden parolayı fısıldadım:
“Cheshire kedisi!”
Cevap gelmedi. Gerçi parola önceki güne aitti ama yenisi verilmemişti. Bir daha fısıldadım. Yine ses yoktu. Usulca köşeden baktım: Yuva boştu. Panik olup kasaturaya davrandım ve tüfeğe geçirdim. Kulak kabartıp karanlıkta tüm sesleri duymaya çalışıyordum. Bir tek rüzgar vardı. Yuvaya bir daha baktığımda sadece nöbetçinin değil, makineli tüfeğin de yerinde olmadığını gördüm. Neler oluyordu?
Bir el silah sesi. Kendimi yere attım. Gerçi bizim siperlerin hizasından gelmişti ama şu anda kim nereyi tutuyordu, bilmiyordum. Dizlerimin üzerinde, katılaşmış toprağın üzerinde sesin geldiği yöne doğru ilerledim. Canım yanmaya başlamıştı. Sonunda biraz güvenim gelmiş, iki büklüm de olsa ayağa kalkıp siperin öbür ucuna varmıştım.
Kimseyi bulamamak beni şaşırtmadı. Ama namlusu sıcak bir tüfeği bulacağımı beklemiyordum. Tüfek kum torbalarına yaslanmış, ahşap bir düzeneğin üzerine yerleştirilmişti. Torbaların birinden inceden inceye akan kumlar bir konserve kutusuna dökülmüş, kutu dolunca da bağlı olduğu tetiği çekecek kadar ağırlaşmıştı. Tüfek düşman siperlerine doğrultulmuştu ama bu karanlıkta her hangi bir şeyi vurması mümkün değildi.
Geriye, göremediğim ama kokusunu aldığım denize baktım. Ses gelmiyordu. O sessizlik içinde hatırlamaya başladım.
...
Koşuyordum. Tüfeği atmış, koşuyordum. Ayağıma dolanıp düşmeme neden olunca pelerini de attım. Soğuk vız geliyordu: Koşuyordum. Donmuş dere yatağından geçerken buzda çıkan ses aldırmadım. İkinci siper sırası, üçüncüsü, nöbetçi subay karargahı, cephane sandıkları... Nereden geçtiğime bakmayı da bırakmıştım. Koşuyordum. Arkamdan Azrail kovalasa yetişemeyecekti. Sahile inen basamaklardan aşağıya kendimi bıraktım. Basamakların dibinde ayağa kalktığımda gözüme terim ya da kanım giriyordu ama hala denizi tepelerden ayırt edebiliyordum. Tekrar koşmaya başladım. Toprak yumuşamaya, kumla karışmaya başlamıştı. Farketmiyordu: Koşuyordum. Bir sandığa ya da ölü bir katıra ya da devrilmiş bir sahra topuna takılıp tekrar yuvarlandım. Tam davranacaktım ki:
“Tamam dur, geldin.” dedi.
Bir subaydı. O anda farkedememiştim ama bir askeri doktordu. Elini uzattı; kavrayıp ayağa kalktım. Sersemlemiştim.
“O kadar da geç kalmadın asker.” dedi gülümseyerek. “Kalkmamıza bir on dakika var”.
Yanındaki sıhhiye eri önce yüzümü, sonra ellerimi temizledi. Elindeki bez kızıla kesmişti ama nedenini hemen bilemedim. Beni filikaya alırken bir denizci diğerlerine “Bu sondu; hadi gidelim artık.” dedi.
Saat, sabah dördü on geçiyordu ve Gelibolu’dan son tekne de ayrıldı.